6 entry daha
  • sobermag mecmuası için kritik ettiğim albüm.

    the stone roses evrendeki en muhteşem gruplardan biriydi, 89’ da çıkan ve grupla aynı adı taşıyan ilk albümleri bir çok farklı özelliği içinde barındıran ilginç bir albümdü ve tam anlamıyla bir klasikti. bu müzik bir devrin müziğiydi; manchester sound’uydu. yüzlerce ingiliz grup, yaptıkları müziğin çıkış noktası olarak onları göstermekteydi. o dönem her front man ian brown gibi karizmatik olmak istiyordu, ama hiç biri ikna edici değildi – hatta liam gallagher bile; her gitarist john squire olmak istiyordu, ama hiç birinin onunki kadar iyi bir tekniği yoktu – hatta noel gallagher’ ın bile. suya attıkları ilk taş denizde koca bir dalga – hatta tsunami - yaratmıştı ve bu dalga kıyıya vurmadan yeni bir tane daha yaratmaları gerekiyordu. ikincisi için çok beklemişlerdi – 5 sene kadar - ama “second coming” – daha kötü bir albüm ismi de olabilirdi pek tabi, mazur görelim – ilkinin yanında çok sönük kalmıştı ve sahneden inip yerlerini brit pop’un yaramaz çocuklarına bırakmaları gerektiğinin sinyalini vermişti, yıllar 1994 gibi önemli bir tarihi gösterirken.

    “second coming” üzerine tüm müzik basının ortak görüşü aynıydı, albüm tam bir hayal kırıklığıydı. peki aradan geçen 5 sene gibi uzun zaman dilimine rağmen neydi the stone roses’ ı kötü bir albüm yapmaya iten sebepler. uyuşturucu mu? belki. plak şirketleri silvertone’la olan saçma sürtüşmeleri mi? belki. kendi aralarında; özellikle ian ve john arasındaki grup içi çekişmeler mi? belki. bunların cevabını aradan 10 yılı aşkın süre geçtiği için bulmak oldukça zor görünüyor ama görünen bir şey var ki, o beş senede grunge’ ın hakim olduğu müzikal piyasa, grubun müziğine negatif etki etmiş.

    ilk şarkı ‘breaking into heaven’ ın yer yer güzel anları var, eski moda gitar solosu eğlenceli ama yaklaşık 12 dakikalık ve orman temasının hakim olduğu bir rock şarkısında kim kuşları, su seslerini dinlemek ister? hey o zaman vokallere kimin ihtiyacı var ki? ilk single ‘love spreads’ te de durum bundan farklı değildi. tamam virtüözlük olarak kimse sizin elinize su dökmek istemez ama bir araya gelip uyumu yakalasaydınız daha iyi olmaz mıydı? bunun yanında ‘daybreak’ in funky tonları ve ‘begging you’ nun tekno tabanlı müziği ve vokal efektleri dinlenmeye değer elbette. peki ya kimsenin umrunda olmayan ama gelmiş geçmiş en muazzam şarkılardan biri olan ‘tears’ a ne demeli? ian brown'ın sesiyle ve akustik gitarla başlayan şarkının boyut değiştirmesi için iki dakikadan fazla beklememiz gerekiyor. sonrasında gelen tüm zamanların en iyi iki gitar solosu - ki soloları önemsiz bulan biri söylüyor bunu - ve tabiî ki ian brown'ın söz yazma becerisi, bu şarkıyı unutulmazlar arasına yerleştiriyor bünyede.

    aradan geçen bunca senenin ardından geri dönüp baktığımızda, belli bir sıradanlık hakim olsa da “second coming” in hiç de kötü bir iş olmadığını anlıyoruz. belki ilk albümün bünyeler üzerindeki etkisinin aşırı olması ve ardından bu albümün gelmesi; belki albümün çıkışının hemen ardından brit-pop’ un patlayıp; daha üzerine konuşulmadan albümün piyasadan uçup gitmesi. kim bilir? ama insan ’she bangs the drums’ı dinledikten sonra; neden oldu ki bu, neden hep böyle şarkılar yapmadılar? diyesi geliyor. duruma iyi yönünden bakarsak bu efsanevi grup ve çıkardıkları iki albüm; şu an dinlediğimiz kaliteli müzik yapan grupların fitilini feci şekilde ateşlemiştir.
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap