82 entry daha
  • thomas de wall tarafından yazılan ve hrant dink vakfı yayınları'nca 2014 yılında ilk baskısını yapan araştırma kitabıdır. tam ismi ile "karabağ: barış ve savaş süreçlerinde ermenistan ve azerbaycan"dır.

    bu kitap, güney kafkasya içinde yapılan pek çok seyahate, gerek bölgede, gerekse moskova ve washington’da doğrudan yazar tarafından gerçekleştirilen 120’yi aşkın görüşmeye ve politbüro arşivleri gibi tarihi açıdan çok değerli birincil kaynaklara dayanan kapsamlı bir çalışmanın ürünüdür.

    bölgenin coğrafi konumunun anlaşılması için genelden özele, güney kafkasya ve dağlık karabağ isimli iki harita ekliyorum.

    güney kafkasya

    dağlık karabağ

    kitap, aynı zamanda sscb sonrası bağımsızlıklarını ilan eden komşu devletler arasındaki anlaşmazlıkların ve bilinçli şekilde bırakılan anklavların genel sorununa mercek tutuyor.

    kitabın arka kapak yazısı için buyrun.

    konu ile ciddi olarak ilgilenen, merak eden, fikir sahibi olmak isteyenin okuyacağı, dilimize kazandırılan özgün kaynaklardan birisidir.

    yazarın notu, türkçe çevirisi için önsöz, karabağ ve çevresinin haritalarını içeren kısım, kitabın tanıtım yazısı olarak hrant dink vakfı yayınları'nca paylaşılmıştır, tanıtım yazısı.

    türkçe'ye akıcı bir biçimde çevrilmiş olan bu analiz kitabını 2015 yılında okudum ve kitapta yaptığım alıntıları, aldığım notları, kaynaklarda geçen alternatif okumalarla alakalı hazırladığım word dosyasından buraya, yazarın kısmi alıntı uyarısı olan "kitabın bütünlüğünü yok edeceği" ricasını göz önünde bulundurarak herhangi bir şey eklemiyorum. onun yerine izin verilen kısımlardan yazarın notu'ndan bir bölüm ve "türkçe basım için önsöz"ü paylaşıyorum.

    yazarın notu'ndan;

    "bu kitap için yapılan araştırmalar, 2000-2001 arasında, bizzat yapılan yaklaşık 120 röportaj temelinde oluşturuldu ve görgü tanıklarının ifadeleri ve ikincil kaynaklarla desteklendi. tanıklıkların kuşkusuz taraflı bir yanı var. bu yüzden, olayların aktarımı sırasında mümkün olduğunca çok sayıda kaynağı dikkate almaya gayret ettim. öte yandan, bu konu üzerine yazılmış kaynaklar da çoğunlukla güvenilir olmaktan uzak, partizanca ve eksik. ermenistan ve azerbaycan’da, 1988’den sonra yaşanan sürecin resmini tüm öğelerin içinde yer alacağı şekilde birleştirmek, uzun yıllar isteyen bir çalışmayla mümkün olabilir. kitapta yazılanlar, pek çok ermeni ve azeri’nin ilgisini çekecektir. buradan onlara, kitapta yer alan bilgileri, kendi siyasi gündemlerine uydurarak elememeleri ya da alıntı yapmamaları çağrısını yapmak istiyorum. kitapta yer alan bilgiler, ancak bir bütün olarak anlamını koruyabilir, yoksa yok olur...

    çalışmada, adların kullanımı da sorunlu alanlardan biriydi. azericenin yazılışında iki alfabe kullanılıyor; ermenicenin de bir batı, bir de doğu versiyonu var. kullandığım materyallerin çoğu zaten rusça yazılmış belgelerdi. mümkün olduğunca tutarlı olmaya çaba gösterdim. resmin ortasında duran ihtilaflı bölgeyle ilgili en ihtilaflı konu da adı. bölge dışında yaygınlaşan rusçalaştırılmış versiyonu (nagorno) yerine, dilbilgisi açısından daha doğru bir kullanım olan “nagorny karabakh” (dağlık karabağ) adını kullanmayı tercih ettim. hem ermenice, hem azerice adı olan kentler için, 1988’de ihtilaf başladığında yaygın olarak kullanılan adı kullandım. yani, kitapta şuşi yerine şuşa; hankendi yerine stepanakert adları geçiyor.

    kitap, washington institute of peace’in (barış enstitüsü) vermiş olduğu, bir yıllık cömert araştırma hibesi sayesinde yazılmıştır. londra’da, conciliation resources (cr) kuruluşundan juliet williams ve jonathan cohen’den büyük moral ve idari destek aldım. cr, mayıs 2001’de ön cephe hattını geçmeme de yardımcı oldu. her iki kuruluşa da minnettarım. bu çalışmaya “barış” odaklı bir gündemle başlamadım. fakat, çalışmayı bitirdiğimde, bu çıkmazdan kurtulmanın tek adil ve uygulanabilir yolunun, her iki tarafın da taviz vermesi gerektiğine dair güçlü bir kanıya sahip oldum."

    türkçe basım için önsöz

    "kimi ihtilaflar vakit kaybetmeden üzerine eğilmemizi gerektirir. kimileriyse daha gizli saklıdır, görünürde sesleri çıkmaz; fakat çözüme kavuşmamışlardır. dünya, bu ihtilafları çok geç, şiddet tehdidi yeniden gündeme geldiğinde fark etme riskiyle karşı karşıya kalabilir. ermenistan ve azerbaycan arasında dağlık karabağ’a ilişkin yaşanan ihtilaf da bu kategori içinde. kıbrıs meselesinden daha istikrarsız, israil-filistin meselesine göre daha az görünür olan bu ihtilaf, kafkasya dağlarından dünyaya yönelen olası bir tehlike olarak varlığını sürdürüyor. 2014 yazında ermenistan-azerbaycan ateşkes hattında şiddetin yeniden baş göstermesi, bu ihtilafın günün birinde yeniden patlak vereceğine dair bir uyarı aynı zamanda.

    karabağ, 2003 senesinde ilk kez yayımlandığında hem ingilizce konuşulan coğrafyada, hem de ihtilafın gerçekleştiği bölgede okurlar edinerek ermenice, azerice ve rusça dillerine çevrildi. kitap, dağlık karabağ ihtilafının tarihini anlatmasının yanı sıra, günümüzdeki ermenistan ve azerbaycan’ın portresini de çiziyor. ayrıca, sovyetler birliği’nin dağılma hikayesinin bir boyutunu mercek altına alarak ihtilafların nasıl başladığını incelemeyi amaçlıyor. dahası, sovyetler birliği’nin dağılma hikayesinin önemli bir boyutunu da mercek altına alarak, ihtilafların nasıl başladığını incelemeyi amaçlıyor.

    bugün, bu kitabın türkçe dilinde ilk kez yayımlanıyor olmasından büyük bir mutluluk duyuyorum. her ne kadar türkiye, hem ermenistan, hem de azerbaycan’la komşu olsa da, soğuk savaş döneminin beraberinde getirdiği ayrışmalar; kafkasya bölgesine dair bilgi ve farkındalığı etkilemeye devam ediyor. türkiye, bu konuda birbiriyle çelişen dürtülerle hareket ediyor: bir yanda azerbaycan’daki soydaşları ile dayanışma duygusu, diğer yanda sınırlarında barışı ve güvenliği tesis etme arzusu. kesin olan tek bir şey var: türkiye toplumu, yanı başındaki komşularının yaşadığı bu ihtilaf hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı var. umuyorum ki bu kitap, bu ihtiyacı karşılamaya yönelik bir katkı sağlar.

    herkes biliyor ki, ermenistan ve azerbaycan arasındaki ihtilafın barışçıl yollardan çözümü, karadeniz ve hazar denizi boyunca uzanan güney kafkasya bölgesinin tamamında yaşanacak olumlu gelişmelerin de önkoşulu. bu ihtilafın çözüme kavuşturulması, türkiye açısından; sınırlarında barışın tesisi, dünyanın dört bir yanındaki ermenilerle ilişkilerin iyileşmesi ve hazar denizi’ne açılan bir ulaştırma güzergahına erişim anlamına gelecektir. ancak ne yazık ki, şaşırtıcı ve iç karartıcı bir şekilde, karabağ’ın 2003 yılındaki ilk baskısından bugüne, çözümü mümkün kılacak çok az değişiklik oldu. ihtilaflı bölgede, tarafların kitapta betimlediğim konumları, eskisine göre daha da katılaşmış durumda. azerbaycan açısından bu katılaşmanın ardında, petrol piyasasındaki hızlı yükselişle gelen özgüven artışı ve ermenileri ele geçirdikleri toprakları bıraktıracak bir çözümü zorla ya da müzakere masasında, savaş tehdidiyle, hatta belki de yeniden savaşa girerek kabul ettirebileceği görüşü yatıyor. ermeniler açısındansa, söz konusu katılaşma, ihtilaflı bölgede kendi lehlerine şekillendirdikleri olguların şimdi yeni bir gerçekliğe dönüşmüş olduğu inancından ileri geliyor.

    bu gerçekliğin, adeta siyah-beyaz gibi keskin bir ayrımla algılanışını, en bariz biçimde, ermenistan’ın elindeki dağlık karabağ’ın içinde gözlemlemek mümkün. bölgeyi ilk kez ziyaret ettiğim 1996 yılında, savaşın yaralarının henüz sarılamadığı karabağ’a gitmem ve orada yaşayanların fikirlerine kulak vermemden dolayı minnettarlık duygusuyla karşılaşmıştım. 2012’deki son ziyaretimdeyse, karabağlı ermeniler görüşlerime eskisinden daha büyük bir dirençle tepki gösterdiler. dağlık karabağ -ya da en azından ermeni bölgeleri- yeniden inşa edilmişti; kendi kendine yeten ve uzlaşma fikrine daha kapalı bir yer haline gelmişti.

    gelecekle ilgili beklentilerinde, iki tarafın da aynı anda haklı çıkabilmesi mümkün değil, ama her iki tarafın da yanılıyor olması da mümkün. sonuç bölümünü yeniden kaleme aldığım dönemde, bu istikrarsız statükonun giderek bozulma ve hatta - pek çok kişinin, rasyonel düşününce, kendi çıkarına ters olduğunu görebileceği- yeni bir savaşın tetiklenme ihtimali, hâlâ geçerliliğini koruyor. tarihte, yeni bir ihtilafın boğucu statükoyu değiştireceğini düşünürken, kendilerini savaşın dehşeti ortasında bulan insanlarla ilgili pek çok örnek var.

    bununla beraber, agit minsk grubu’nun eşbaşkanlığını yürüten rusya, abd ve fransa’nın, dağlık karabağ sorununu çözmeye yönelik çabaları da kaçınılmaz olarak ivme kaybetti. meseleyle ilgili bir yorgunluk oluştuğunu; afganistan, ortadoğu, avro bölgesi krizi ve birçok başka mevcut sorunun karşısında gündemin alt sıralarına düştüğü söylenebilir. rusya devlet başkanı dmitri medvedev’in, abd ve fransa tarafından desteklenen çabalarının 2011’de başarısızlığa uğramasının ardındaki asıl neden; yerelde değişime karşı direncin, barış antlaşması imzalama yönündeki uluslararası baskılardan daha güçlü olmaya devam etmesiydi.

    uzun süredir devam eden, sürüncemede kalmış ihtilafların çözümü de zordur. bir noktadan sonra, menfaatler daha da katı biçimde savunulur ve eylemsizlik bir kural halini alır. bu yüzden, dağlık karabağ meselesinde, tarafların kapsamlı bir barış antlaşmasına giden ve geri dönüşü olmayan bir yola girmektense, ellerindekini korumaya yönelik mevcut pozisyonlarında ısrar etmelerini anlamak zor değil. barış antlaşması, her iki tarafın da yirmi yıldır tedavülde tuttuğu ulusal anlatıların özüne ters düşen bir şey yapmasını gerektiriyor. ermenilerden, neredeyse 20 yıldır bulundukları mevzilerden askerlerini çekmeleri ve dağlık karabağ’ın güvenliğini kendilerinden başka birilerine emanet etmeleri isteniyor. azerilerdense, “topraklarına saldıranlar” olarak nitelendirdikleri bir ulusla barış antlaşması imzalayarak -en azından teoride- karabağ’ın kaybedilmiş olabileceğini düşünmeleri ve devletlerini bölmeye teşebbüsle suçladıkları bir etnik gruba hoşgörü göstermeleri bekleniyor.

    ancak, araştırmamdan yola çıkarak vardığım ilk sonuç; karabağ sorununun büyük ölçüde “zihinlerde” olduğu, öteki tarafla ilgili - çoğu zaman yanlış olduğu kanıtlanabilecek- ulusal anlatılar üzerine inşa edildiği şeklindeydi. karabağ’ı yazarken bu anlatıları öğrenmeyi ve daha sonra bu anlatılar -mitler- arkasındaki gerçeği araştırmayı kendime görev edindim. örneğin, ermenistan’da, 1988-1990 arasında hiçbir azeri’nin ülke dışına sürülürken şiddet görmediğine dair yaygın bir kanı hâkim. azerbaycan’da ise pek çok kişi, azerilerin, sumgayit ve bakü’deki ermeni karşıtı şiddet olaylarından sorumlu olmadıklarını düşünür. sıradan vatandaşı, bu hayali bilgileri tekrar ettikleri için suçlamıyorum. fakat, iki yaygın inanış da gerçeklikten bir hayli uzak. bunların bu şekilde tekrarlanması ise, her iki tarafta da; kendilerinin mağdur olduğu, öteki tarafın saldırgan olduğu ve verilecek herhangi bir tavizin teslim olmak anlamına geldiğine dair tehlikeli bir inancı körüklüyor.

    başta önemsiz gibi görünen başka bir örnek vermek gerekirse, türkiye’de pek çok kişi, azerbaycan topraklarının ‘‘yüzde yirmisi’’nin ermeni işgali altında olduğu kanısına sahip. kitabın “ekler” bölümünde de işaret ettiğim gibi, gerçek fiili durum, iddia edilenden daha az bir alanı kapsıyor. bu ihtilafla ilgili ortaya atılabilecek her türlü iddiaya, son derece temkinli yaklaşmaya ihtiyaç var.

    2000-2001 arasında, kitabın büyük bir bölümü için araştırmamı tamamladığımda, ihtilafın etkilerini kendi içimde de hissetmeye başladım. bu, şakayla karışık, şizofrenik bir tecrübe oldu. yaklaşık üç ay boyunca azerbaycan’da, bir o kadar süre de ermenistan’da ve sadece ermenistan üzerinden ulaşılabilen dağlık karabağ’da çalıştım. ateşkes hattı ve uzun bir mayın tarlası şeridiyle birbirinden ayrılan taraflar, harita üzerinde birbirinin kapı komşusu olmakla birlikte; birbirleriyle hiç temas etmeden, iki farklı dünyada yaşıyorlardı. kaçınılmaz olarak, azerbaycan’da birkaç hafta geçirdikten sonra, azerbaycan’ın karabağ trajedisiyle ilgili argümanları, geniş bir bölgeyi işgal etmeye devam eden ermeniler tarafından azerilerin mağdur edildikleri fikri; benim için tanıdık ve ikna edici bir hal almıştı. daha sonra ateşkes hattı üzerinden, moskova ve gürcistan’dan geçerek ermeni tarafına ulaştım ve yavaş yavaş bu ihtilafı onların gözünden görmeye başladım. ermenilerin kendi kimlikleri ve hakları için mücadele etmekten başka şansları olmadığına dair argümanlarını dinledim. hattı üçüncü ya da dördüncü geçişimde, ancak o zaman, gerçeğin –kendi zihnimde de yan yana duran– taraflı bu iki versiyonuna karşı bir ‘’bağışıklık” kazanmış olduğumu hissetmeye başladım. ermenistan veya azerbaycan’da sürekli yaşıyor olsam ve öteki tarafla hiçbir temasım olmasa, ben de durumu bana anlatıldığı gibi görmeye başlardım.

    ancak, yine de, yazgısında ihtilafa düşmek olduğu halde, aslında pek çok ortak noktaya sahip bu iki toplumla ilgili zihnimdeki fotoğraf da zaman içinde oluşmaya başladı. iki taraftan hangisine daha fazla sempati beslediğim sıklıkla soruldu. her seferinde -gerçekten de inanarak iki tarafta da saygı duyduğum ve sevdiğim insanlar olduğunu, fakat gördüğüm durumun da benim için iç karartıcı olduğu cevabını verdim. neyse ki, kafkasya coğrafyası, yollara düşüp seyyah olmuş bir yazarın karşısına görkemli bir doğa ve cana yakın, cömert insanlar çıkarıyor.

    dışarıdan biri için, barışla kazanılacak onca şey varken, barış antlaşmasının bu denli uzak olduğunu görmek büyük bir düş kırıklığı. iki taraf arasında güçlü bir şekilde varlığını sürdüren güven eksikliği, taraflar arasında siyasi bir antlaşmaya işlerlik kazandırabilecek birçok bağı kullanmayı da zorlaştırıyor. bu kitabın bir diğer teması da bu: karabağ ihtilafının kökenleri yerelde ve bu ihtilaf, büyük ölçüde yerel dinamiklerden besleniyor; rusya gibi dış aktörlerin rolü önemli olsa da, en fazla ikincil bir öneme sahip.

    minsk grubu’nda yer alan “büyük güçler”i ihtilafı çözememekle suçlamak, ermeniler ve azerilerin işine geliyor. ne hazindir ki, barışın önündeki en büyük engel, yine bu toplumların bizzat kendi içlerinde. geçtiğimiz beş yıl içinde minsk grubu arabulucularının oluşturduğu “temel prensipler” belgesinin birçok taslağı, barış antlaşmasına yönelik detaylı bir temel sunuyor. asıl zor olan şeyse, taraflar arasında bu planın uygulanmasını mümkün kılacak güveni inşa edebilmek. ilginçtir ki, ermenilere ve azerilere kayıplarının ve kazanabileceklerinin boyutunu anlatarak bir “üçüncü bir söylem” oluşturma görevi de, iki taraf dışındaki arabulucu ve uzmanlara düşüyor.

    karabağ’da, bu ihtilafla ilgili böyle bir çalışmada kaçınılmaz olarak yer vermek zorunda kaldığım çatışmalarla dolu kanlı hikayelerin yanı sıra, ermeniler ve azerilerin uzun seneler birlikte yaşadıkları günlere, ortak geçmişlerine dair hikayeleri de anlatmak benim için önemliydi.

    kitapta, bu ihtilafla ilgili duymaya alışık olduğumuz propagandaların arasında daha az duyulan, eski dost ve komşuların sağduyulu seslerine de yer verdim. ortak geçmişlerindeki çatışmalarla dolu kanlı sayfaları azımsamadan, ermenilerin ve azerilerin uyumlu ve birbirlerini tamamlayan iki halk olduğunu savunan, alternatif bir anlatıya da ışık tutmaya çalıştım. karabağ kitabının iyi niyet elçisi ise ermeni halk ozanı sayat nova... sayat nova, gürcü kralı’nın sarayında yaşadı ve dizelerinin çoğunu azerice yazdı. onun şairane ruhu, her şeye rağmen bugün hala güzelliğini yitirmeyen, hayat dolu; korku ve ayrılıklarla yıkıma uğramış kafkasya topraklarına örnek olmaya devam ediyor."

    9 ekim 2014, washington dc
76 entry daha
hesabın var mı? giriş yap