10 entry daha
  • cem karaca'nın ülkeden ayrı kalmak zorunda kalması ve 1980'li yılların büyük çoğunluğunu almanya'da, ailesinden ve memleketinden uzak geçirmesi gerçek bir trajediydi. başına gelenler özellikle medyanın belli bir politik grubun silahı olarak kullanıldığında kitleleri etkileyip canlar yakacak bir silah haline gelebileceğini göstermesi nedeniyle önemliydi. müzik yapmaktan başka bir yolu olmayan bir müzisyenin gurbet elde hayatta kalma çabası da ilham verici bir hikaye. bu hikayenin en anlamlı ürünü de karaca'nın 1984'te çıkardığı die kanaken albümü olsa gerek.

    aslında cem karaca'nın almanya ile ilişkisi 1960'lı yıllarda başlamıştı. apaşlar ile birlikte altın mikrofon yarışmasında ikinci olup türkiye çapında belli bir popülerite kazandıktan hemen sonra 1967 yılı sonunda karaca ve apaşlar, almanya'ya gidip ferdy klein orkestrası ile resimdeki gözyaşları ve bu son olsun gibi şarkılarını kaydetti. apaşlar dağıldıktan hemen sonra karaca, 1970 yılında bir kez daha aynı orkestra ile şarkılar kaydetti. bu kayıtlar sonrası alman gitarist alex wiska ile ülkeye geri döndü ve kardaşlar'ı kurdu. karaca, zaman zaman almanya'da plak kaydetmeye ve televizyon programlarına çıkmaya devam etti. ama o dönemler herhalde uzun uzun senelerini orada geçireceğinden haberdar değildi.

    takvim yaprakları düşüp 1979 yılının ocak ayı biterken cem karaca, uzun bir avrupa turnesine çıktı ve eylül ayına kadar büyük ölçüde almanya'da kaldı. elbette asıl amacı oradaki gurbetçilere şarkılar seslendirmekti. tabii ki ülkenin içindeki karışıklıklar ve karaca'nın politik müziğini baskısız bir şekilde ülke içinde yapamaması kendisinin yurtdışına daha sık çıkmasına neden oluyordu. konserlerinde politik mesajlarını daha özgürce verirken, eylemlere katılmaktan kendini alıkoyamıyordu. 1 mayıs 1979'da münih'teki işçi bayramına selda bağcan ile gidip kendi deyimi ile marx'ın memleketinde bir işçi bayramı tecrübesi yaşamak istedi. bir türk işçinin kendisine uzattığı megafonu da geri çevirmeyerek "yaşasın uluslararası dayanışma" diyerek mesaj da verdi. ülke vatandaşlarının birçok sorununa şarkılarında değinmekte olan karaca, bu dönemde gurbetçi işçilerin sorunlarına da birinci elden tanıklık etmeye başlamıştı. sene sonunda müzikal partneri uğur dikmen ile hasret albümünü kaydetmeye başladı. bu albümde yer alan, söz müziği kendisine ait olan alamanya şarkısı, gastarbeiter'ların sorunlarına ilk kez değindiği eser oldu. on beş yıldır gurbette olan bir fabrika işçisinin ağzından yazılmış şarkı işçinin kendi kimliğini korumaya çalışırken, çocuklarının asimile olmasını, kendisinin de işinin fiziksel zorluğu nedeniyle hasta düşmesini anlatmaktaydı. ama albümün geri kalanı, nazım hikmet'ten birçok şiir yorumu içerse de karaca'nın politik duruşunun bir miktar azaldığı, daha az slogan sözler içeren ve daha az iddialı bir çalışmaydı. belli ki karaca, biraz fazla militanlaştığını düşünmüş ve kendini bir adım geriye çekmişti.

    bunun nedenlerinden biri, 1977 yılının sonlarında yayınladığı 1 mayıs / durduramayacaklar halkın coşkun akan selini 45'liğiydi. iki şarkı da o dönem yaptığı rock müziğin uzağında doğrudan marş havasında şarkılardı. içinde iki şarkının da bestecisi olan sarper özsan'ın bir biyografisi ve kendisinin yazdığı "devrimci müzik nedir?" diye bir yazı içeren 45'lik, eğlendirmek yerine eğitmek amacıyla yayınlanmıştı. bir süre bu 45'lik nedeniyle karaca'ya dava açılacağı konuşuluyor ama neye dayanarak kimin bu davayı açacağı konusunda bir karar alınamıyordu. böyle bir ortamın hüküm sürdüğü ocak 1980'de cem karaca almanya ve hollanda turnesi için bir kez daha türkiye'den ayrıldı. mart 1980'de ise cem karaca, besteci sarper özsan ve plak şirketi sahibi ali avaz hakkında komünizm propagandası yapmak ve hükümetin manevi şahsiyetini küçük düşürmek suçları ile yargılama başladı. bu olaydan çok kısa süre sonra karaca'nın babası mehmet karaca 80 yaşında sirozdan hayatını kaybetti. ancak hem turnede olan hem de hakkında dava açılan karaca türkiye'ye gelmedi. karaca bu davadan ceza almasa da kendisi için tehlike çanlarının çalmaya başladığını farkedince turnenin bitmesine rağmen almanya'da kaldı. kaydettiği albüm "hasret", alman türkola tarafından sadece almanya'da yayınlandı. bu albüm her zaman gruplarla çalışmış cem karaca'nın solo albümü olarak yayınlandı ama karaca, almanya'da da grup müziğinden vazgeçmedi ve hemen köln'de orient 77 adlı bir grup kurdu. hayatını idame ettirmek için de bir kaset dükkanı açtı. kısa bir süre sonra da 12 eylül 1980 askeri darbesi yaşanınca karaca'nın hayatı da bir anda bir çıkmaza girdi.

    darbe sonrası özellikle solcu kesime yönelik bir cadı avı başladı. gücü elinde bulunduran bazı odaklar, halkı etkilemesi muhtemel bazı insanların biletini kesmeye karar vermişti. işte bu dönemde yayın anlayışı mahalle dedikoducularından farksız olan hafta sonu gazetesi, ocak 1981'de karaca'nın 1979'un 1 mayıs'ında konuşma yaparken çekilen bir fotoğrafı sanki sürgünde ülkesini karalıyormuşçasına ortaya çıkarıldı. bu fotoğrafın hikayesi de aslında bir yasak aşka dayanıyordu. karaca, 1979'da almanya turnesine başladığında yanında eşi ve çocuğunun annesi feride balkan da vardı ancak karaca, almanya'da daha çok vakit geçirmek isterken balkan türkiye'de kalma taraftarıydı. bu da sürüncemede olan ilişkiyi bitirme noktasına getirdi. karaca, bu kavga gürültü sonrası almanya'da meral karaören ile tanıştı. karaören, vergi danışmanlığı, tercümanlık ve eğitmenlik gibi işlerde çalışarak özellikle türk gastarbeiter'ların eli kolu olmuş bir kadındı. karaca ile tanıştıktan sonra bir müzik prodüksiyon ve konser organizasyonu şirketi kurdular ve almanya'da turneye çıkacak türk sanatçılar ile çalıştılar. bu iş ilişkisi zamanla aşk ilişkisine de döndü. ancak karaören, o dönemde eşi demir kurtoğlu ile boşanma sürecinde olan bir kadındı. karaca ve müstakbel eski eşinin ilişkisini hazmedemeyen koca, bir şekilde karaca'nın fotoğrafını alman bir gazeteciden bulup, türkiye'ye yetiştirdi. bu da yetmezmiş gibi eşinin uyurken çekilmiş çırılçıplak fotoğraflarını da hafta sonu gazetesine verdi ve bu resimler akıl almaz bir iğrençlik ile gazete tarafından "cem karaca'yı yakan kadın" manşeti ile büyük boyutlarda basıldı.

    silahlı kuvvetler şubat 1981'de yaptığı açıklamada 12 eylül'den sonra türkiye aleyhinde zararlı faaliyetlerini sürdürmekle suçlanan cem karaca'ya ülkesine geri dönmesi için bir ay müddet tanıdı. cem karaca, suçlamaları reddetti ve malum fotoğrafın darbe öncesi çekildiğini anlatarak suçlamanın ne kadar yanlış olduğunu açıklamaya çalıştı. iddia edilenin aksine terör ortamı nedeniyle darbeden önce ülkeden ayrılma kararı aldığını söyleyen karaca, ülkesini almanya'da tanıtmaya çalıştığını belirterek kendisi için süre tanınmasını istedi. bu istek karşılık buldu ve 15 temmuz 1982'ye kadar izni uzatıldı. ancak izninin bittiği gün açıklama yapan karaca, türkiye'ye dönmeme kararını basına açıkladı. bu nedenle ocak 1983'te, yılmaz güney ile aynı gün, türk pasaportu iptal edildi ve kendisi bir haymatlos durumuna düştü. bir yandan da cem karaca kasetlerini evde bulunduranlar hakkında soruşturmalar başlatıldığı ortaya çıktı.

    bu dönemde cem karaca'nın en iyi dostu içki şişesi oldu. babasına veda edememişti. küçücük oğlu emrah karaca ve yaşlı annesi toto karaca'dan ayrı düşmüştü. bir şekilde hayatını idame ettirmesi gerekiyordu. kasetçi dukkanı ve prodüksiyon sirketlerine ortak olsa da karaca ticaret insanı değil, müzisyendi. zaten az olan parasını da bu işlerde kaybedip bu ortaklıktan çekildi. 1980'in sonunda orient 77 sona erip, anatology adlı bir grup kurdu. burada alman ve türk muzisyenleri yer almaktaydı. bu dönemde grupta yer alan gitaristler paul s. haltod, alexander sputh, paul shigihara ve davulda willy ketzer, almanya'nın caz müzik dünyasının birçok albüm yayınlamış önemli isimleriydi. hatta bas gitarist ira coleman daha sonra sting ve herbie hancock gibi duayen müzisyenlerle çalışacaktı. ama zaman içinde karaca, daha çok türkçe şarkılara yöneldi ve bununla birlikte türk muzisyenleri ile çalışmaya karar verdi. burada da kendisine gitarist fehiman uğurdemir yoldaşlık yaptı. uğurdemir, bir kardaşlar üyesi olarak 1972-1974 arasında karaca ile çalışmıştı. daha sonra dadaşlar ve kurtalan ekspres ile çalışmalar yaptıktan sonra 1978'de karaca ile çalışmak üzere edirdahan grubunu kurmuştu. o günde itibaren o da karaca ile çalışmakta ve almanya'da yaşamaktaydı. anatology'de karaca ile çaldıktan sonra ikili kafa kafaya vererek 1982 yılında bekle beni adlı bir albüm kaydetti. sakın reddetme gibi çok sağlam bir eseri içeren albüm, karaca'nın 70 sonlarındaki protest rock'ından epeyce uzak, 70 başlarındaki yerel ezgili şarkılarına yakın eserler içeriyordu. elbette özlem albümün en önemli temasıydı ama almanya berbadı, bir gurbetçinin yaşadığı zorlukları ve hissettiği asimilasyon korkusunu anlatan bir eserdi. ama kayıt kalitesi ve prodüksiyon olarak karaca'dan alışık olduğumuz standart, finansal zorluklardan dolayı yoktu. türkola'nın bu albümün yeni basımında yazdığı açıklamaya göre albüm bir türk pidecinin içine kurulan ve tango müzisyeni ibrahim ışıl'a ait bir stüdyoda kaydedilmişti. albüm kötü bir albüm olmasa da almanya'da kendi türkçe şarkıları ile bir kariyer devam ettirmenin manası yoktu. bu albümler de türkiye'de çıkmıyordu, çıksa bile sürgündeki bir sanatçıya gelir getiremezdi. karaca, gitgide karanlık bir noktaya doğru düşüyordu.

    karaca'ya bir motivasyon kaynağı lazımdı ve bu almanya'da türk kültürünün bir temsilcisi olma arzusu oldu. münih'te sahneye konulmak istenen nazım hikmet'in şeyh bedreddin destanı adlı eseri için, bu eseri birkaç sene önce şarkı formuna sokan cem karaca'dan destek istendi. oyun alman basınında da dikkat çekti. kısa süre sonra yeşiller partisi, ülke içindeki farklı kimliklere vurgu yapmak için bir müzikal turne organize etti ve cem karaca da türk göçmenleri temsilen turneye dahil edildi. 1983 yılının nisan ayında alman televizyonu ard, unsere nachbarn, die baltas ("komşumuz balta'lar") adlı bir televizyon dizisi yayınlamaya başladı. bu dizi, almanya'da prime time'da almanya'da yaşayan türklerin yaşantısını yansıtan ilk eserlerden biriydi. dizi müzikleri için karaca'nın kapısı çalındı. diziye enstrümantal bir giriş müziği besteleyen cem karaca, bir de nazım hikmet'in hasret kokulu mavi liman şiirini de bestelemiş ve dizide bu şarkı yer almıştı. karaca'nın annesi toto karaca da evin babaannesi rolünde zaman zaman kendine yer bulmuştu.

    bu dizi bir türk tarafından yazılsa da almanlar da ülkelerindeki türk gerçeğini görmeye başlamışlardı. genç alman yazar harry böseke ve vestfelya yerel tiyatrosu'dan martin burkert, ab in den orient express adlı bir tiyatro oyunu yazarak bir türk ailesinin iç ilişkilerinde ve dışarısı ile yaşadıkları zorlukları anlatmaya çalıştı. bu oyunda birkaç müzikal numaranın da olması tercih edilince bu konuda artık bilinen bir isim haline gelen cem karaca'nın kapısı çalındı. elbette burkert ve böseke'nin bundan haberi olamazdı ama cem karaca, zaten müzik hayatından önce tiyatro yapan bir adamdı. film bile çevirmişti. daha da ilginci 1970'lerin başında püsküllü moruk adlı oyun için grubu kardaşlar ile şarkılar yapmış ve bunları hem sahnede çalmış hem de stüdyoda kaydetmişti. hatta o dönem grupta karaca'nın almanya'daki yoldaşı fehiman uğurdemir de vardı. yıllar sonra hayatın bir tesadüfü olarak karaca ve uğurdemir bu sefer bambaşka bir ülkede beraber bir oyun için şarkılar hazırlıyorlardı. düzenlemeler ortak olsa da besteler karaca'nındı. bu oyun 1983 nisan'ında gösterilmeye başlandı. şarkılar, cem karaca ve müzisyen arkadaşları tarafından sahnede çalındı. o dönem karaca ve uğurdemir'in yanında "bekle beni" albümünde beraber çalıştığı bas gitarist cengiz öztunç da vardı. ayrıca klavyelerde sefa pekelli ve betin güneşve davulda ismail tarlan yer aldı. elde hazır şarkılar varken, karaca da bu şarkıları bir albümde toparlamaya karar verdi. uğurdemir, şarkıların düzenlemelerini yaptı. bir tek şey eksikti, grup adı. çalıştığı grupların isimlerini dikkatla çeken karaca, bu gruba da mesaj verebilecek bir isim düşündü ve die kanaken'de karar kaldı. bu kelime almanya'da göçmenleri belirten ama hakaret olarak kullanılan bir sokak jargonuydu. karaca, bu jargonu kendi grubuna isim olarak koyarak, ırkçıları ters köşe yatırmış oldu.

    üşenmedim ve öyküyü anlamak için bu tiyatro eserinin kitaplaştırılmış versiyonunu buldum. bazı ilginç noktaları da bu kitap sayesinde öğrendim. mesela cem karaca sahnede sadece şarkı söylememiş, tiyatroda da türk ailenin babası rolünde oynamış. hatta fehiman uğurdemir de jussuf adlı bir kürt genci olarak ufak bir rol üstlenmiş. ikili ayrıca sahnede "çok yorgunum"u söylemiş ki gitarist uğurdemir ilginç bir şekilde bağlama çalmakta görsel
    . şarkının albüm versiyonunda halbuki bağlama yok. kitaptaki nota göre oyun 1983-1984 arasında 80 kez gösterilmiş ve 30'000 kişi tarafından izlenmiş. kitaptaki şarkı sözleri albümdekilerden farklılıklar gösteriyor. herhalde albüm kaydı öncesinde şarkıların üstünden geçmiş olmalılar. ayrıca kitapta geçen ama albümde yer almayan şarkılar da var. acaba bunların kayıtları var mı? tabii kitabın, orijinal oyunu ne kadar kapsadığı muamma. mesela albümde yer alan "willkommen" şarkısı kitapta değil, tiyatroda var. ama maalesef tiyatro metninin hepsi değil yarısı online. almanya tiyatro yayınevinden tamamını almak mümkün ama dört hafta beklemek ve en az on tane satın almak gerekiyor.

    --- spoiler ---
    gelelim hikayeye. köln'de yasayan bernd ve kankası nuri kadıoğlu, bir gün almanya'da türk olmanının zorluklarını tartışırlar. nuri'nin amcası şahin, ki çöpçüdür, bernd ile iddiaya girer. bernd, türk kılığına girip yerel yöneticilerle muhattap olacak, alman bir kız arkadaş bulacaktır ve de en önemlisi işe girecektir. bernd kabul eder ve "süleyman" adını alir. nuri'nin evine gidip geleneksel türk kıyafetleri bulur, takma sakal kullanmaya başlar. bir yandan da bernd'in nuri'nin kardeşi ayşe'ye yanık olduğunu anlarız.

    okula gittiğinde o gün düzenlenen "ülkeler günü" gibi bir organizasyonda bernd türk sanılır, yani başarıyla dış görünüşünü türk yapmıştır. ama hala türkleri anlamakta biraz zorluk çekiyordur. kardeşi claudia'nın erkek arkadaşıyla bir yerlere gidebilmesinden ilham alarak ayşe'ye çıkma teklifi eder ama niye ayşe'nin belli bir zamanda eve dönmesinin gerekli olduğunu anlayamayınca tartışırlar. daha sonra bernd, nuri'nin ailesiyle de bir türk kızı ve bir alman erkeğinin bir arada olamayacağına karşı çıkması nedeniyle tartışır. bu tartışma bernd'in aslen polonyalı olan büyükannesinin kadıoğlu ailesini ziyaret edince biter. ancak muhabbet sırasında eve taş atılır ve iliştirilmiş notta türklerin ülkeden ayrılması gerektiği yazar. türk aile bunu kaniksasa da babaanne polise gitmeye karar verir ama kimse onu umursamaz. babaanne ile karakola giden nuri ve bernd'e polisler de kötü davranırlar.

    bernd bir yandan iddiayı kazanmak için çabalamaya devam etmektedir. ablasının çalıştığı kafenin sahibine gidip iş ister. önce kapı dışarı edilir, sonra da türkçe bilmesinin bir işe yarayabileceği düşünülünce bir iş verilir ama önerilen fiyat alman çalışanlara kıyasla çok daha düşüktür. yine de kabul eder. böylece ablasının çalıştığı kafenin yer aldığı alışveriş merkezinde istanbul'a uçuşların fiyatlarının yazdığı bir reklam tabelası taşımaya başlar. cuma günü iş bittikten sonra tekrar ayşe'yi görür ve bir şeyler yapmak için ısrarcı olur. ancak ayşe, korkutuğu için isteksizdir. gerçekten de abisi nuri ve amcası şahin'e yakalanınca apar topar babası orhan'a götürülür. bu sırada bernd'in babaannesi de bernd'in orada olduğunu sanarak kadıoğlu ailesine ziyarete gitmiştir. orhan ile sohbet ederken, ayşe ve diğerleri içeri girer. orhan, kızının bir alman ile olduğunu duyunca çok sinirlenir. bu kişinin bernd olması da sinirini geçirmez. babaanne de babanın ne kadar yanlış düşündüğünü anlatmaya çalışır. bu sırada kapı çalar. kapıya bir büyük bir kutu bırakılmıştır. not olarak da türklerin doğu ekspresi'ne atlayıp ülkeyi terk etmeleri gerektiği eklenmiştir. kutudan dayak yemiş bir bernd çıkar. bernd, yorgun bir şekilde takma sakalını çıkarır ve ona uzatılan suyu lıkır lıkır içer. biz de okuyucu olarak bernd'in türk olmanın zorunlarını anladığına inanırız.
    --- spoiler ---

    albüm, almanya'nın sol görüşlü plak evi pläne tarafından yayınlandı. hatta bu şirketin ortaklarından birinin batı almanya'da 1968'de kurulmuş alman komünist partisi olduğu iddia edilmekte. plak şirketi, soğuk savaş sonunda komünizmin çökmesi ile sıkıntıya girdi ve 2011'de resmi olarak kapandı. bu nedenle aslında die kanaken'in geleceği de çıkmaza girdi. albüm ne yeniden basılabiliyor ne de spotify'a yükleniyor. pläne, sadece cem karaca'ya kucak açmadı. önce sümeyra çakır ve batı berlin türkiye isçi korosu için bir albüm yaptı, zülfü livaneli'nin yunan sanatçı maria farantouri ile kaydını almanya'da yayınladı, ruhi su'nun bazı eserlerini alman marketinde yayınladı ve de melike demirağ ve şanar yurdatapan'ın desteği ile kaydedilen şivan perwer albümü çiyayê agirî'nin ortaya çıkmasına vesile oldu. plakta şarkıların türkçe tercümeleri yer almakta. ama tercümelerde direkt tercüme yerine yorum katarak bir çeviri yapmışlar. o yüzden türkçe sözler biraz garip. ayrıca şarkıları sözlerinin de her zaman albüm versiyonunu tuttuğunu da söylemeyemeyiz. albüm kapağında ressam/heykeltraş hanefi yeter'in anadolu kokan bir çalışması var.

    albüm, ab in den orient-express'ten bağımsız bir şarkı olan mein deutscher freund ile açılıyor. zaten şarkı sözü yazarı olarak da oyunun yazarları böseke ve burkert yerine beate fischer adlı bir hanımefendinin adı geçmekte. oyun ile bağı olmasa da genel konuları toparlayan ve temayı özet geçen bir eser bu. ilk kıtasında çalışmak için motive bir şekilde gelen ve almanlar ile arkadaş olacağını sanıp, çarklar arasında kendini kaybeden bir erkek var. ikinci kıtasında zaten ülkesinde ev temizlerken bunu almanya'da paraya çevirirken hiçbir destek göremeyen bir kadın var. üçüncü kıtada ise türk ve alman çocuklarının daha bir gelecek yaratmak için bir ümit ışığı olduğu anlatılıyor. şarkı neredeyse tamamen almanca olsa da ilk iki nakaratın tekrarları "arkadaşım alman" sözlerinden oluşmakta. şarkının ana rifi çok akılda kalıcı, tam anlamıyla bir türk müziği motifi. bu melodiyi gitar ve klavye beraber çalmakta. ama bu ana rif kadar sevdiğim başka bir şey de tarlan'ın çaldığı davul. bu davul ritmi ve enstrümandan çıkan tok ses, ana rife çok güzel bir altlık oluştururken, tek başına bile buram buram türkiye kokuyor. öztunç'un bas gitarı da oldukça dikkat çekici. cem karaca, almanca şarkı söylemesine rağmen kendisinden alışık olduğumuz vokalin dışına çıkmıyor. nakaratlarda sesinin gücünü gösterme fırsatı buluyor. almancası beni hiç rahatsız etmiyor ancak almancayı ana dili gibi konuşan dostlar bir aksanı olduğunu söylüyorlar. aksanı olsun olmasın, ocak 1985'te bio's bahnhof programına çıkıp, prime time'da bu şarkıyı canlı söyleme fırsatı bulmuştu. bu da asla göz ardı edilebilecek bir şey değil. bir intro eserin vermesi gereken her şey bu şarkıda var.

    beim kaffee, çok tatlı bir keman melodisi ile açılıyor ve bu melodiyi bütün şarkı boyunca dinliyoruz. bu kemanı çalan ise kölnlü bir keman luthieri alfredo clemente'ymiş. yolunuz köln'e düşer de keman almak isteseniz kendisinin dükkanına uğrarsınız artık. şarkının ilerisinde de akordeon sesi gelmekte. bu enstrümanları cem karaca eserlerinde pek duymadığımız için karaca için farklı bir eser diyebiliriz. ama oldukça başarılı bir sonuç çıkmış ortaya. başta sadece gitar ve keman varken kayıt biraz amatör duyulsa da tüm ekip dahil olunca müzikal anlamda daha güçlü bir hale bürünüyor. şarkı, tiyatro oyunundaki babaanneyi anlatmakta. oyunda babaanne kendisi bu şarkıyı söylerken, bu versiyonda babaannenin hikayesi üçüncü şahıs olarak anlatılmakta. bu şarkıda babaannenin polonyalı babasının madenci olarak çalışmak için geldiği almanya'da yaşadığı zorlukları babaannenin kendisine kahve içmeye gelen kahramanımıza anlattığını dinliyoruz. bu polonya göçmeni babaanneden "alman babaanne" olarak bahsedilmesi ince ama önemli bir mesaj. şarkının tiyatro oyunundaki versiyonunda dün polonyalının çektiğini bugün türkiyelinin çektiği anlatılırken şarkıya bunu eklememişler. şarkıyı karaca da çok sevmiş olacak ki albümün tek single'ı olarak yayınladı. yetmedi, türkiye'ye dönünce de yarım porsiyon aydınlık adıyla yayınlayarak, kendini entelektüel olarak adlandıran türk aydınının kusurlarını tek tek sıraladı.

    albüm, total geschlaucht ile çok sağlam bir biçimde devam ediyor. şarkının ana motifi piyano ile çalınsa ve bu motif neredeyse bütün şarkı boyunca devam etse de albümün en rock şarkısı da bu şarkı. fehiman uğurdemir'in gitar performansı tadında yerel motifler taşısa da yurtdışındaki dönemdaşlarından çok da farklı durmuyor. ayrıca ismail tarlan'ın davulu da bu rock havaya çok katkıda bulunuyor. özellikle nakaratta şarkıyı hızlandırması çok etkileyici. karaca'nın karanlık sesi de bu rock havaya iyi gidiyor. şarkı türk kılığına girmiş bernd'in bir türlü iş bulamamasından, bulduklarının da günübirlik işler olduğundan dolayı hissettiği yılgınlığı anlatmakta. insanı değersiz hissettiren bu sürecin getirdiği yorgunluk ve stres, bence şarkıda müzikal olarak başarı ile yansıtılmış. şarkı 2007'de alman rapçi maeckes'in çıkardığı mix tape'te yer alan integration şarkısında sample olarak kullanılmış. maeckes'in karaca'yı "karaka" olarak telaffuz etmesi hoş görülebilir bir hata. ama şarkının iki dakikadan az sürmesi hoş görülemez çünkü çok sağlam bir yeniden yorum olmuş, keşke daha uzun tutsaymış.

    total geschaucht ile sertleşen albüm, willkommen ile çok dingin bir hale bürünüyor. albümün müzikal olarak en sadelerinden olsa da en tatmin edicilerinden biri bu eser. aslında temel olarak akor basan bir elektro gitar ve ona eşlik eden bir bas gitar var. ama bu akorlar daha çok caz akorları. zaten betin güneş'in döktürdüğü trombonla da şarkı alıp götürüyor. karaca da şarkının sonuna scat vokaller eklemekten kendini alıkoyamamış. ama küçük bir cinlik yapıp "doo wop"larının arasına "kebap"ları da ekleyerek türk işi bir caz vokal performası ortaya koymuş. bu küçük "kebap" numarası şarkının sözlerindeki sarkazma da uygun. şarkı kitapta yer bulmasa da tiyatroda var. bernd'in ablasına yazan müfettiş klaus'un türkler hakkındaki ırkçı fikirlerini dinledikten sonra bu şarkı çalmaya başlıyor. şarkıda bir çöp toplayıcıya (ki oyundaki çöpçü şahin'i kastediyor olsa gerek) seslenen "arkadaşım alman" entegrasyonu şöyle yüzeysel tanımlıyor: alman birası iç, sarımsağı bırak, speck'li sauerkraut ye, çocuk değil de köpek yetiştir, politikayla ilgilenme, az maaşlı bir çöpçü kal (ya da işçisin sen, işçi kal). bu şakacı şarkıyı karaca tam bir müzikal şarkıcısı gibi küçük ses oyunları ile eğlenerek ve eğlendirerek söylemekte.

    albümün a yüzünü kapayan es kamen menschen an ise şu ana kadar bahsedilen işçi hayatı ve entegrasyon konusunu en direkt şekilde anlatan şarkı olsa gerek. şarkının girişinde, ortasında ve sonuda duyduğumuz sözlere, almanya'daki türk toplumunun müziğini ve vermek istediği mesajı analiz eden makalelerde sıkça referans veriliyor: "işçiler çağırıldı, insanlar geldi". gastarbeiter olarak almanya'ya giden türklere en başta iş bitirici bir robot olarak bakılırken, almanlar bir anda bu insanların da hobileri, fobileri, kendi inançları ve en önemlisi de bakmak zorunda oldukları aileleri olduğunu farkedince bu işin karmaşıklığını herkes anladı. şarkıda türk isçilerin ağzından şu konular anlatılıyor: bir insan olarak kimsenin ilgisini çekmedikleri, kültürlerinin istenilmemesi, en dandik işlerde görev alsalar da bir kriz çıktığında onların suçlanması. müzikal olarak çok komplike bir durum yok. şarkının introsu bir marş gibi olsa da gerisi daha standart ama akılda kalıcı bir eser. nakaratlarda karaca'nın "aman aman"ları etkileyici. ama beni benden alan kısım şarkının sonundaki müzikal pasaj. karaca'nın son mısrayı uzatıp bunu uğurdemir'in bağlamasına bağlaması (kelime oyununu kes) çok etkileyici. bu bölümdeki bağlama performansı çok çok iyi. gastarbeiter'ın içindeki tüm acı ve yurt özlemi bu bağlama ile bir anda yüzeye çıkıyor. bir yandan da zaman zaman bağlama ile yolları kesişen bir klavye solo var. ama bu enstrüman genelde kafasına göre takılıyor. bu sımsıcak bağlama ile daha mekanik klavye elbette türkiyeli ve almanyalıyı temsil etmekte. ikisinin de kendine has özellikleri var. bir araya gelince ise 100% uymasalar da bir şekilde işler ilerliyor. cem karaca'nın da bağlama üstüne kaydettiği vokallere doyum olmuyor. daha bile uzun tutabilirlermiş. karaca, bu şarkıyı da türkçeleştirdi ve almancılar yaptı. "almancılar" şarkısı benzer konulara değinirken (ve bunları yaparken karaca'nın daha önce yayınladığı "alamanya" şarkısından da bazı sözleri kullanırken) bir yandan da gastarbeiter'ların türkiye'de de yabancı olarak damgalanmasına dokunduruyor. müzikal olarak "almancılar" biraz daha yapay duyulsa da benim hayran kaldığım sondaki müzikal pasajı orijinal versiyondan daha iyi yapmayı becermişler. bağlama/klavye düetinin yerini uzunca tutulmuş bir bağlama/elektro gitar düeti doldurmuş. hem verilmek istenen mesaj değişmiyor hem de muhteşem bir elektro gitar solosu dinliyoruz. herhalde iki enstrümanda da cahit berkay parmağı var. şarkıyı 2012'de bandista da kim yerli kim göçmen adıyla yeniden yarattı. hem "es kamen menschen an" hem de "almanclar"dan motifler içeren bu şarkı ve yer aldığı sınırsız-ulussuz-sürgünsüz ep'si karaca'nın bahsettiği yabancı işçi konusunu türkiye'deki yabancı işçilerin yaşadıkları sorunlar çerçevesinden, festus okey cinayetinin verdiği ilham ile anlatmaktaydı.

    albümün ikinci yarısı, albümün konusu ve genel müzikal anlayışı ile pek alakasız duran schnüffler ile açılıyor. ama ab in den orient express'i okuduktan sonra alakasız kalmadığı ortaya çıkıyor çünkü öyküde bernd'in kız kardeşi claudia'nın çalıştığı kafede çalışan emekçilerin neler yaptığını gözetlemek için patron tarafından gönderilen bir detektif var. bu detektif hem patronun gözü olarak kapitalizmi ve onun baskıcı yüzünü simgeliyor, hem de kafeyi türklerden koruma çabası yabancı düşmanlığını simgeliyor. öte yandan da iş sırasında claudia'ya sarkarak bir karakter bozukluğu da sergilemekte. bu şarkıda sadece bu detektifin değil, daha genel olarak devletin insanların özel hayatı ile ilgili bilgileri alıp bilgisayarlara yüklemesi eleştiriliyor. yani türk kimliğinin almanya'daki sorunlarına değinmeyen tek şarkı . bunu da çok eğlenceli bir beste ile sunmuşlar. şarkının gitar ritmi ve çok önde duran ve neşeli bir melodi çalan bas gitarı bana 80'lerin new wave ile uğraşan mfö'sünü hatırlatmakta. klavye efektleri ve konu olarak da akla kraftwerk gelse de o kadar minimalistik takılmamışlar ama bir ilham alma durumu olabilir tabii. cem karaca vokali fena değil. nakaratta sesini mekanik hale getirmeye çabası ise fikir olarak iyi ama uygulama o kadar olmamış. ama karaca bu fikri yıllar sonra kirlenmiş çığlık şarkısında başarıyla yaptı. sözleri mizahi, bestesi pozitif bir eser ama bence albüme gitmiyor. karaca'nın da üstüne oturmamış.

    orient express tiyatro oyununun kapanışını yapan bir eser. şarkının büyük ölçüde bir piyano melodisi üzerine karaca'nın vokallerinden oluştuğunu görüyoruz. bu düzenleme karaca'nın sesinin genişliğini göstermesini sağlayacak bir yer açmış. karaca'nın telaffuzu açıkcası kulağa pek almancaymış gibi gelmiyor. hatta şarkının sonundaki iki mısra türkçe söylenmiş ki almancadan türkçeye geçiş hiç hissedilmiyor bile. dramatik özelliği yüksek bir şarkı. sonunda tempo kazanması ve diğer enstrümanların da şarkıya dahil olması şarkıyı hoş bir hale sokuyor. söz olarak da bütün oyun boyunca bir motif olarak kullanılan "yallah doğu ekspresine" tabirinin duvarlarda kendine yer bulması ve buna kimsenin ses çıkarmaması anlatılıyor. şarkı müzikal olarak hızlanırken de "bırakalım nefreti körükleyip durmayı" temennisinin verdiği umut vurgulanıyor. kısa, zararsız ama biraz demo gibi duran bir şarkı.

    was sagst du?, abd'li bir grubun çaldığı bir country rock şarkısı gibi başlyor. usta işi bir gitar rifi tüm şarkı boyunca da devam ediyor. onun dışında ise çok dikkat çekici bir müzikal özelliği yok desem yalan olmaz. karaca'nın vokalleri yine iyi ama kelimeleri fazla fazla uzatarak söylemekte. bu vokal tercihi ve müzikal durağanlık şarkısıyı benim için sıkıcı kılmakta. öte yandan "mein deutscher freund" ile birlikte tiyatro oyununda yer almayan tek eser bu şarkı. yine de sözleri burkert ve böseke ikilisi, yanlarına 1970'lerin alman rock gruplarından floh de cologne'un vokali theo könig'i alıp yazmış. ama sözler bence zayıf. "ırkçı değilim ama" diye dolaşan bir alman'ı anlatıyor diyebiliriz. türk arkadaş da naifçe, o kadar ağır eleştirilere, "ben seni seviyorum diyorum, sen ne diyorsun" diyebiliyor ancak. ayrıca "willkommen"dan sonra bu şarkıda da türkleri sarımsak yemekle bağdaştırdıkları dikkat çekiyor. böyle bir önyargı olduğunu bilmiyordum açıkcası.

    adı ile türkçe bir şarkı izlenimi verse de ayşe, meral, semra tamamen almanca bir eser. çok tatlı piyano melodilerine sahip. kıtalar arasında çalan klavye melodisi de yeşilçam filmlerinden fırlamış gibi. sözlerdeki hüzün ile el ele giden bir şarkı. sözlerde sadece almanya'da türk olmayı değil, türk bir kadın olmayı anlatmakta. oyunda ana karakter bernd'in aşık olduğu ayşe'nin ağzından söylenen bu eser, ayşe'nin alman kızları gibi özgürce erkek arkadaşı ile bir şeyler yapamıyor olması ve bernd'in bunun nedenlerini anlayamamasından sonra söylenen bir eser. zaten "kafessiz bir kuş gibi tamamen özgür olmak istersin" diye başlıyor. iki ülke arasında kalmaktan bahsediyor. üç tane eh işte şarkıdan sonra gelmesi de şarkının güzelliğini arttırıyor. ama nedense bu şarkıyı sevmeye başlamam da bir süre aldı. peki ayşe oyundaki kahramandan geliyor ama meral ve semra kim? herhalde meral, karaca'nın o dönemki parterinden gelmeke. semra'nın kim olduğu belli değil ama karaca'nın türkiye'ye dönmesine vesile olan politikacının eşinin adının semra olması ilginç bir tesadüf.

    albümü çok yorgunum ile kapıyoruz. albümün kapanışı için çok uygun bir eser. sonuçta karaca gibi gurbette yaşamak zorunda olan nazım'ın "beni o limana çıkaramazsın" sözünün karaca'ya cuk oturmadığını kimse söyleyemez. karaca'nın performansı muazzam. fehiman uğurdemir'in gitarı tertemiz. bir de yine floh de cologne'dan bir müzisyen olan dick städtler'in synthesizer'ı derinden derinden gelmekte. daha önce de dediğim gibi şarkı önce unsere nachbarn, die baltas dizisinde ortaya çıktı. sonra ab in den orient express oyununa da dahil oldu. oyunun tam olarak neresinde çalındığını bilmesem de son sahnede karaca'nın oynadığı orhan karakterinin iyi şarkı söylediği muhabbeti geçmekte. belki orada söylemiştir. şarkı hakkında daha ne denir bilmiyorum, kısa, vurucu, iç titretici, muazzam. zaten karaca, dönünce de bu arkıda vazgeçmedi ve yeniden yorumladı. hala da karaca'nın en bilinen şarkılarından birisi, birçok farklı da yorumu var. ama karaca'nın ülkesine dönememesi ile bütün albüm gastarbeiter'ların para kazanmaya devam edebilmek için türkiye'ye dönememesinde bir paralellik var. o neden bu şarkı bu albümde daha da bi etkileyici.

    cem karaca'nın safinaz ile bir rock opera kaydettiği bilinse de bu tarzı bir albüme yaymayı becerdiği çalışma die kanaken olmuştur. yine de hali hazırda ellerinde bir öykü varken, bu konsept albüm işini daha düzenli bir sekilde yapabilirdi. mesela şarkılar hikayeye uygun sıralanabilirdi. şarkılara benzer müzikal motifler eklenebilirdi. konuk vokalistler alinabilirdi vesaire. ama bir de hayatın gerçeği var. ülkesinden uzak, pek parası pulu olmayan, kısıtlı almancası ile hayatta kalmaya çalışan bir müzisyenden bahsediyoruz. keşke bugün almanya'da yaşayan bir kaç türk müzisyen bu çalışmayı alsa da tam anlamıyla bir rock operaya çevirse. yıllardır tamamen başarılı olamayan bu entegrasyon hikayesi sayesinde yakın zamanda güncelliğini yitirecek bir konu değil nasıl olsa. hem de orijinal versiyondaki kayıt sıkıntıları düzeltilmiş olur. bence ortada çok iyi bir öz var. bu da karaca'nın hikayesini düşününce takdir edilesi. karaca'nın diskografisine eklediği gurur verici bir eser.

    uzun uzun karaca'nın almanya hikayesini die kanaken özelinde inceledik. hızlıca nihayete de erdirelim. 1985'te başbakan turgut özal, münih'e bazı görüşmeler için gittiği zaman cem karaca kendisinden randevu aldı ve meramını anlattı. özal, "kimse şarkı söylediği için hapis yaramaz" mesajını verdiğinde karaca, türkiye'ye dönme kararı aldı. ancak işin içine tekrardan medya girişince bu karar bir süre askıya alındı. türkiye'de karaca ve özal buluşması "cem karaca, özal'dan özür diledi" diye haber yapılınca karaca özür dilemediğini çünkü ortada özür dilenecek bir durum olmadığını söyledi. bu açıklama da karaca'nın anlattığı kadarı ile türkiye ile arasındaki bağları zedelemiş oldu. karaca, almanya'da müzik yapmaya devam etti. nazım hikmet'ten ilham almaya devam ederek ceviz ağacı'nı besteledi ve konserlerinde söyledi. 1986'da ab in den orient express tekrardan sahneye konuldu. hatta karaca'nın annesi toto karaca da bu oyunda kendine rol buldu. ancak daha sonra yeniden türk yetkililer ile iletişime geçildi ve haziran 1987'de karaca, türkiye'ye tekrardan ayak basmış oldu. ayağının tozu ile mahkemeye giden karaca, bütün suçlamalardan beraat etti. yurda dönüş rüzgarını da arkasına alarak 80'lerin sonundan 90'ların başına kadar çıkardığı albümlerle başarı kazanmaya devam etti. tüm yaşadıklarına rağmen şarkı sözlerinde bulunan eleştirilerini azaltmasa da bunu daha çok mizahi ve ironik bir dille ve de daha az sol bir söylemle, daha az slogan kullanarak yaptı. eski arkadaşları kendisini "dönek" diye eleştirse de karaca bunu kafasına çok takmadı. keza artık kos'a kadar gidip türkiye kıyılarını izlemeyip iç çekmesine hiç gerek kalmamıştı.

    3,5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: es kamen menschen an, willkommen, was sagst du

    not: bu entry'de cem karaca'nın almanya yılları ve bu albüme değindim ama bu hikayeyi birinci ağızdan dinlemek için bir kaynak olarak münir tireli'nin cem karaca ve die kanaken adlı bir kitabı olduğunu not düşelim. maalesef ben bu kitabı okuyamadım. keza fiziksel olarak piyasa bulunamıyor ve de e-book versiyonu da yok, ki kitapçılığımızın kanayan yarası bu. ancak eminim ki o dönemde cem karaca ile yaşayan müzisyenlerin anlatıları cem karaca'nın o dönemki psikolojisine ışık tutmuştur.
hesabın var mı? giriş yap