11 entry daha
  • uçsuz bucaksız, kör kalabalıklar arasında bile, onu; kendi diyarına çeken her daim kuvvetli bir his taşırdı göğsünün "sol yerinde". alnında gezdirdiği, savaş meydanlarından muzaffer ayrılmış bir komutanın; mağrur yaralarından, parçalanmış uzuvlarından miras kalan, dikenlerle dikilmiş bir nişaneydi sanki. gözlerinde, -membaı neresidir bilinmez- kutuplar kadar dondurucu ve ıssız bir ölüm soğukluğu taşırdı. rivayet edilir ki; et ve kemik buz kesermiş ufak bir nazarıyla, su donarmış bardakta ve insaniyet kadar verimsiz çöllere ansızın berrak bir kar düşermiş. kim bilir bu sebepten kaç defa, sayısız sürgün yemiş, o kurak diyarlara?
    efendim, hikaye bu ya! gel zaman git zaman; bir damla karışmış kuru bir toprağa da kıpkırmızı bir sevda gülü bitivermiş aşıklar bahçesinde. diken ağlamış da güle sevdasından, aşığın elinden bir damla kan yere inmiş. kan, güle dönmüş. diken ağlamış, gül gitmiş bülbüle yâr olmuş. evet işte o aşık bu aşık. onun aşkı, dikenin güle aşkıyla bir yoğrulmuş. onlar bu yolda olmaya ahd etmişler ve nihayet gözlerini yerden kaldırmadan geçen bir ömür... kayıp düşüşler, yeltenişler, koca bir çınarın fırtınaya karşı durması gibi yerçekimine ve rüzgara inat, ayak direyişler ve bir hayata dokunamadan sessiz sedasız çekip gidişleri...

    ceset; her şartta insanın yüreğinde sakladığı o billûr cevhere denk düşmezmiş. bunu geç öğrendik, heyhat! ona baktığınızda, ete ve kemiğe giydirilmiş bir cisim görürdünüz belli belirsiz ve rüzgarın uğultusuyla yekpare sallanan titrek bir yaprak misali solgun bir beden. yine de içindeki mahşerî yangının; kopan fırtınalarla daha da büyüdüğünü çözebilmenize fayda sağlayacak hiçbir asrî vasıta, hikmetli bir söz yahut tıbbî bir cihaz bulamazdınız.

    beyaz teninin içerisine; örümcek ağından bile daha muntazam örülmüş damarlarında; bir çift gülden daha koyu, kırmızı -hayır hayır- kıpkırmızı bir şerbet dolaşırdı bir akis çizerek şark’a ve garb’a. tıpkı rabb’ini zikreden göçmen kuşlar gibi gider ve gelirdi her daim bir yerlere. bilirdi fakat yine onlar gibi ne zaman döneceğini.
    sanatkar bir ressam; bin yıllık yaşanmışlığı barındıran bir tabloyu ve ebemkuşağının bütün renklerini onun ellerine çizmiş olmalıydı.
    nefesi ise; silinmeye yüz tutmuş bir haritaydı sanki...
    bazen, nuri leflef ile cilalaladığı o simsiyah kunduralarını büyük bir ehemmiyet ile parlatır, en az dağlar ağırlığınca dertlerle hemhal olmuş çilekeş omuzlarına usulca paltosunu geçirir, zemherî soğuğun insanın derisini bir bıçak misali liğme liğme doğradığı havalarda göğsünü; denize doğru verirdi tüm benliğiyle. kendisi kadar hırçın olan sulara bir çift gözle öylece uzanır da uçarmış başka ummanlara; sonlu gidişlere yelken açmış olan gemilerle...
    şehrin bütün ışıklarını getirseniz yine de onun içerisinde yanan, karanlığa hayat veren, yol gösteren o lâl rengi kandillerin sayısına yetişmekle iktifa edemezdiniz.
    şehir uyurdu, martılar uyurdu ve nihayetinde gecenin bir vakti her biri birer ejderha kesilen sokak köpekleri... o düşünür ve seyreylerdi; eşyayı, tabiatı, geçmiş ve geleceği, bir zamanlar sevinçli öksüz harabeleri ve nihayet ölümden acı zamansız sürgünleri... sonra hırçın dalgalar vururdu, susuzluktan kum kesilmiş yüreğinin engin kıyılarına, gözlerinin soğuğuna inat. güneş yakardı tenini fakat ne fayda? acaba güneş; içine de nüfûz edebilir miydi, bastırabilir miydi içerisinde yanan sonsuz kandilin hududsuz ziyâsını? ya nasıl dayanırdı bir insan bunca od'a, ateşe? öyle ya iman etmişti o; ibrahim'e serin kılınan ateşin yüce rabb'ine...
18 entry daha
hesabın var mı? giriş yap