• 2020 yılı, pandemi sebebiyle sinema sanatı açısından oldukça sönük geçti. bu yıl içerisinde çok az yeni film izleyebildik. haliyle en iyi filmleri seçmek hem zor hem de bir yönüyle kolay oldu. zor oldu; çünkü iyi film sayısı gerçekten azdı. kolay oldu; çünkü bu yılda vizyona giren hemen hemen tüm filmleri seyredip yorum yapabilme imkanı bulduk.

    izleme imkanı bulduğumuz filmler az olduğundan elimden geldiğince farklı ülke ve farklı türlerden filmlere yer vermeye çalıştım. genelde bu tür listelerde festival ağırlıklı filmlere yer verilir. ben, hem festival izleyicisine hem de genel izleyici zevklerine hitap edebilecek filmleri listeme ekledim. bu arada, listedeki filmlerden bazılarının yapım yılı 2019 görünüyor; ancak söz konusu bu filmleri 2020 yılında izleme imkanı bulduğumuz için onları da 2020 yılı filmleri arasına almaya karar verdim. umarım beğenirsiniz.

    10) palm springs
    bu sene içinde hulu yapımı olarak izlediğim en iyi filmlerden biri. aslında çok büyük şeyler anlatmıyor. zaten konusu itibarıyla da orijinal bir yapım değil. film için, groundhog day (1993) filminin yeniden çekilmiş hali desek yalan olmaz. sadece yöntemleri farklı. yalnız, samimiyet açısından en az groundhog day kadar samimi ve içten bir film. zaten beğendiğim yönü de bu oldu. şu soğuk kış günlerinde elinizde sıcak bir içecekle battaniyenizin altında izleyebileceğiniz bir film. kafanızı asla yormayacak ve yüzünüzde de kocaman bir gülümseme bırakacak bir film.

    9) hamilton
    amerikan hazine bakanı ile ilgili bir müzikal çekildiğini duyunca çok şaşırmıştım. amerikalıların en ufak bir tarihi kişilik ya da olaydan nasıl filmler çıkarabildiğini hepimiz biliyoruz. amerikalılar, tabiri caizse taşın suyunu sıkıp ondan bir konu çıkarabilirler. haliyle amerika'nın ilk hazine bakanı alexander hamilton'ın hem bizler hem de amerikalılar için bir şey ifade etmediğini düşünmüştüm ama yanılmışım. ilk olarak şunu belirtmeliyim, karşımızda muazzam bir müzikal var. konudan ve anlatılanlardan bağımsız olarak müziğin ve dansın her türlüsünü bu müzikalde göreceksiniz. bir renk ve ses cümbüşü resmen. ikincisi, müzikalde alexander hamilton ile birlikte arka planda amerikan bağımsızlık mücadelesi de anlatılıyor ve bunu dört dörtlük bir anlatım şekliyle gerçekleştiriyorlar. her şeyiyle alkışı hak eden bir çalışma.

    8) i'm thinking of ending things
    charlie kaufman, ülkemizde de bilinen bir yönetmen. senaryosuna katkıda bulunduğu eternal sunshine of the spotless mind (2004) filmi, isminden de mütevellit izlenmemiş olsa bile çoğu kişi tarafından bilinir. kendisi, deha kelimesini uygun bulacağım nadir yönetmen, senarist ve yapımcılardan biridir. muazzam filmlere hem kalemiyle hem de kamerasıyla katkıda bulunmuştur. sadece bu filmi değil kaufman'ın ucundan kıyısından yer aldığı tüm filmlerini izlemenizi tavsiye ederim. son filmine gelecek olursak, film hakkında diyecek çok şey kalmadı aslında. film ile ilgili pek çok şey yazılıp çizildi. kesinlikle üzerinde saatlerce konuşabileceğiniz kalitede bir film. anlatmaya çalıştıkları ile tek başına bir insanlık draması sanki. sarsıcı ve korkutucu...

    7) sorry we missed you
    ünlü ingiliz yönetmen ken loach'u bilmeyeniniz yoktur. kendisi; yoksulluk, temel insan ihtiyaçları ve işçi hakları gibi sosyal ve sınıfsal konularda filmler çeker. savunduğu sosyalist fikirleri filmlerinde açık açık dile getirmekten hiç çekinmez. onun filmleri sosyalist bir manifesto gibidir. sloganvari filmler çekmekten hiç gocunmaz. filmlerinde bas bas bağırır. ezilen sınıflar adına sesini yükseltmeyi kendisine bir görev bellemiştir. bundan önceki filmi i, daniel blake (2016) filminde de anlatmak istediklerini çok iyi anlamıştık. bu filminde de benzer temaları işlemiş. yine sömürülen emekçi sınıfın hayatından kesitler sunuyor. filmin anlatısı oldukça acımasız. onun filmlerinde mutlu son görmeyi kesinlikle beklemeyin. sadece size sunulan gerçekliği seyreyleyin.

    6) the trial of the chicago 7
    aaron sorkin, hollywood'un en yetenekli senaristlerinden biridir. onun kalemi, hollywood'un altın yılları sayılan 60'lı yılların klasik film senaryolarını andırır. diyalog yazımında üzerine yoktur desek yeridir. zaten bu yetisini, the social network (2010) filminde fazlasıyla ispatlamıştı. akıcı dili, hiçbir şekilde sırıtmaz ve izleyiciyi rahatsız etmez. amerika'nın 60'lı yıllarında simgesel bir yeri olan ve tarihe şikago yedilisi davası olarak geçen the trial of the chicago 7 filmini çekeceğini öğrendiğimizde hepimizde ufak bir heyecan uyanmadı değil. çünkü film, steven spielberg ve paul greengrass gibi yönetmenlerin elinin ucundan kaçıp ona gelmişti. o yüzden ne yapacağını hepimiz çok merak ediyorduk. film, konusunun da ağırlığıyla çok beğenildi. ben de beğenenler arasındayım. tek eleştirim, filmin daha sert olabilecekken orta yolu bulmayı tercih etmesine. yoksa, filmin elinin altındaki konu gerçekten muazzam. amerika'nın bu kurulu düzeni, greengrass gibi bir yönetmen tarafından yerden yere vurulabilirdi.

    5) beanpole
    listeyi amerikan filmlerine boğmak istemedim. elimden geldiğince farklı ülke sinemalarına da yer vermeye çalıştım. rusya, her sene birkaç adet, oldukça kaliteli ve tüm dünyada ses getiren filmler çekebiliyor. bu anlamda leviathan (2014) filmini de bir kez daha buradan anmak isterim. ruslar, leviathan kadar olmasa da bu sene yine sert ve etkileyici bir film çekmeyi başardılar. bu sefer, ikinci dünya savaşı sonrası sovyet halkını ve onların yaşadıkları acıları gösterdiler bize. savaş sonrası yaralarını kapatmaya çalışan ama bunu başaramayan iki kadın üzerinden yine vurucu bir film çıkardılar.

    4) dick johnson is dead
    kirsten johnson, cameraperson (2016) belgeselinden sonra bir sonraki işini merakla beklediğimiz bir yönetmendi. bir sonraki çalışmasını netflix üzerinden yayınladı ve bence bu sene netflix'te izlediğim en iyi belgesele de böylelikle imza atmış oldu. belgesel tamamen, yönetmen johnson'ın babası dick johnson ile ilgili. 86 yaşına merdiven dayamış babasına bir veda mektubu gibi. çok eğlenceli, aynı zamanda da oldukça duygusal. baba ile kızın yaptığı tüm konuşmaları çok beğendim. gerçek ile kurgu başarılı bir şekilde bir araya getirilmiş.

    3) driveways
    sert görünüşlü yaşlı bir savaş gazisi... yakın dönemli filmlerde bu gaziler, kore ya da vietnam savaşı gazisi olmak zorunda kalıyor. yaşları anca buna elveriyor çünkü. ardından, büyük evinde yalnız yaşayan bu yaşlı gaziye komşu olacak şekilde mahalleye genelde uzak doğulu bir aile taşınıyor. hollywood bu tarz filmleri çok sevdiğinden bu filmlerden baya izlemişizdir. bu minvalde gran torino (2008) filmi önemli bir mihenk taşıdır. bu türdeki filmlerin en iyilerinden biri kabul edilir. direveways filmi gran torino filmi kadar iddialı değil. büyük meseleler anlatmak gibi bir derdi yok. yine yaşlı bir savaş gazisi ve uzak doğulu anne-oğul ikilisi... tertemiz bir film... hem süre açısından sizi hiç sıkmayacak hem de anlattıklarıyla içinizde ufacık bir hüzün bırakacak kalitede bir film.

    2) portrait of a lady on fire
    politik doğruculuğun da etkisiyle lgbt temalı film sayısı giderek artıyor. iki kadının imkansız aşkını anlatan portrait of a lady on fire filmi de gücünü buradan alıyor. film, 1700'lerin ortasına atıveriyor bizi. fotoğrafın, telefonların ve internetin olmadığı ve günümüz teknolojisinden yoksun bu yıllarda birbirini seven iki yüreğin resimlerle nasıl iletişim kurabildiğine şahit oluyoruz. bir portreye saklanan ufacık bir ayrıntı kelimelerle anlatılamayacak fırtınalar yaratıyor. birbirine mektup bile yazamayan bu bir çift yürek, aşklarını kendi portrelerinin bir köşesine iliştiriyorlar. bize de bu aşkı sadece seyretmek kalıyor.

    1) lovers rock
    hayranı olduğumuz ingiliz yönetmen steve mcqueen bu sefer bir antoloji ile karşımıza çıktı. birbirinden farklı; ama aynı yer ve zamanda geçen beş filmi dizi formatında sunmayı tercih etti. mcqueen'i hunger (2008), shame (2011) ve 12 years a slave (2013) filmlerinden az çok biliyorsunuzdur diye tahmin ediyorum. siyasi kaygıları olan filmler çekmekte kimse onun eline su dökemez. small axe isimli projesi de şu ana kadarki en siyasi çalışması gibi duruyor. small axe kapsamında beş film izleyeceğiz. bunların ilk üçü amazon ve bbc'de dizi mantığında yayınlandı bile. ancak tekrar söylüyorum bölümler arası bir bağlantı yok. ilk üç bölüm içerisinde benim en hoşuma gideni listeye almak istedim. ikinci bölüm olan lovers rock her şeyiyle gerçekten harika bir film olmuş. konu bakımından ilk ve üçüncü bölümlerin gerisinde kalsa da anlatım tarzıyla kesinlikle hepsinin önüne geçmeyi başarıyor. ayrıca, ilk bölüm olan mangrove isimli filmi de izlemenizi hararetle tavsiye ederim.

    izleyip beğendiğim diğer birkaç filmi de aşağıya bırakıyorum:

    bacurau
    athlete a
    corpus christi
    weathering with you
    run
    the outpost
    love and monsters
    david attenborough: a life on our planet
    the rental
    martin eden
5 entry daha
hesabın var mı? giriş yap