3 entry daha
  • iyi bir şair otel nedir, neyin nesidir tanımlar:

    otel

    i

    denizin alçalışıyla otel bir düştü
    binlerce kalıntı şehir değerinde
    sularla kaçışan ölümler türküsü
    sırdaş olan denizlerin diline
    taşlaşmış hayat ürpertileri ardından
    şekilsiz, oynak ve iniltili
    pembe, daha doğrusu bir çocuk gülüşü renginde
    izleri deniz hayvanlarının
    belli ki bir adı var onların, varsa da
    gezinir mi hiç mi hiç adı olmayan burada
    bir dirilişe bile ayak uyduramayan burada
    mevsimi olmayan mevsim sürüleri
    yumuşak yüzgeçleriyle dalgınlığımı yalayan
    anılar, anı sürüleri
    hep birden unutulmuşluğa dadanan
    hep birden, ama tek bir yaratık gibi
    çıkarak gözlerime yarı loş mağrasından
    görülmemiş bir şekilde intihar ederdi.

    o zaman belki bendim, belki bir şekil bildirisi
    gibi o zaman işte çok değerli bir taşa
    bakar gibi ben
    istekli, sonra durgun, giderek düşünceli
    derdim ki -daha doğrusu yaşardım-
    mutluluk alışılmış bir kötümserlikti
    ki tarih aldatılırdı, korkardım
    gözü dönmüş bir kuşun göğsünü didikler gibi
    bağrını açar gibi bir azizin
    açardım ben de içimi - bu şehir kimin?
    kimsenin değil -
    baktıkça, baktıkça oaraya bakır
    ne düşerse içine zehir
    köpürür köpürür köpürür
    önce asit, derken bir doğa parçası gibi
    yaprak bir parça yaprak olana kadar
    su bir parça su olana kadar
    ben onlara su ve yaprak diyene kadar
    demek istediğim yaşamak bir parça yaşamak oluncaya kadar
    zamanlar, zaman sürüleri..

    bazı adamlar ki bu zamanlara
    dokunur geçerlerdi
    yani bir piyanya ve onun tek bir tuşuna
    dokunur gibi
    ses, o kalın ses, hiçbir şey umdurmayan
    doru bir at dilinde orman ve su
    korkuyu, sonra da yalnız korkuyu
    büyüten ordan oraya
    sayısız çeşitlendiren onu
    yani bir hayat olarak çıkaran karşımıza
    bir sesti bu
    sadece bşr ses idiyse, bir durup bir boşaldıkça
    içimize düşüren boynumuzu
    yerleşen bizi pek az tanıyan yüzümüze sonra da
    iğrenmenin koşulu bir at gibi durduğu
    bir uzunluğu ya da bir alanı olmayan yüzümüze
    yerleşen
    sızdıkça sızan bir çay saati gibi içimize
    yani bütün bir burukluğu birden içeren
    ve soran birden sorusunu
    hanlarda denk saran yolcuların
    yağmura kuşkuyla bakan
    gözleri gibi
    ses, o büyük ses, desem ki
    sorardı bize durmadan
    sorardı ölümün bütün bildiklerini.

    ii

    ölüler dirilirdi. çıkamazdım ki otelden
    ben otelden hiç çıkamazdım ki
    her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi
    kış
    ve hayaletler halinde kuş sürüleri
    gündüz ve gece
    gece desem gece, gündüz desem gündüz
    ve desem ki, sonuncu günü
    dünyanın insan eliyle yaratılmasının
    sonuncu günü
    koridorlardan geçerdim.

    koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa
    aslında bana göre bir şekil
    bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin =
    yer aldığı
    kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de
    koridor
    ve benim çağrışımsız sesleri düşüren ellerime
    meyhanelerden gelen ve bir daha gelmeyen
    ölü sesleri
    sokaklarda karşıma çıkan ve bir daha çıkmayan
    ölü sesleri
    masa örtülerinin altına saklanan ve bir daha saklanmayan
    resim ve para sesleri
    ölülerin
    merdivenleri inerdim.

    merdivenleri inmek kolay desem kolay, kolay demesem gene kolay
    bir diyalog olduğu için değil, zaten bir diyalogdur merdivenler
    içinde insan uğultularının yer aldığı
    ve kimsenin kimseye bir şey sormadığı. ne var ki
    ben onun yanından geçerken
    o benim yanımdan geçerken
    o döner dönmez köşeyi
    ben yere eğilir eğilmez
    o dönüp bakarken gizlice
    ben cebime sokarken elimi
    o gözetlerken beni köşeden
    ben başımı çevirirken ansızın
    bir anahtar sesi
    bir sigara gürültüsü
    yere düşen bir çakmak
    kırmızı bir benzin istasyonu belirtisi.

    güya tanrının hep birlikte olalım diye çizdiği
    bir salon
    ben o salona varıncaya kadar
    tanrı yok -ne kadarda geçmiş aradan-
    salon ki otelin salonu yani
    ve dirilmiş ölüler ayakta
    bir ikon tasviri gibi
    ya da bir bruegel tablosundaki çılgın
    belli bir zaman parçasını kımıldatıp da içinden
    sayısız zamanlara götüren
    o birtakım adamlar
    ki artık ölü bile değil hiçbiri, değil de
    gelecek bir zamanı ısırır gibi
    kocaman dişleriyle
    avurtları, göbekleri ve falluslarıyla
    yani kaç yerinden delinmiş olmalı ki dünya
    dünya desem dünya
    değil desem değil
    yaralı bir hayvan gibi soluk soluğa.

    iii

    o ben ki seviyordum beni yargılayan
    bir otel diye seviyordum oteli
    kendi yasalarıyla
    aslına bakılırsa kendimi dolaştırıyordum bir bir
    sokakları olmayan bir şehir için
    yaralı ayaklarımla
    alanları, parkları ve afişleri
    olmayan bir şehir için
    ben kimim -ki fülütler çalıyordum bazı-
    çenk ve santur sesleri düşürüyordum tevrattan
    bir ot, bir çöl motifi
    bir kafatasını, bir h=96 kuşunun haykırışını =
    düşürüyordum
    karışık ve acıklı çöpleriyle
    bir cellat ipi, bir korsan gemisi
    bir yargıç ya da bir idam gerekçesi
    zaten düşüyordu kendi kendine
    "çıt" diye bir şey oluyordu bazen de -sessizlik-
    diyelim bir ölü yer değiştiriyordu
    tam yüz "sene" daha atlayarak geçmişten
    yüz "sene"
    ama belki de
    issız ve sıcak duvarların ötesinde yaz
    sert ve ince bir kabuk gibi
    çatlayıp duruyordu gizlice
    gidip ellerimi yağ kandillerine sürüyordum
    nedense erimenin bu dıştan tadına
    bırakıyordum kendimi
    yukarda eski bir kule oluyordu, tahta
    -uyarılmış sürgünlüğüm benim-
    tahta desem tahta, değil desem değil

    ya da bir kırıntı bir boşluk canavarının ağzında
    oluyordu ki, bir rüzgar bile hiç yok
    yok dediğim bile hiç yoksa
    batırınca durgun göğsünü
    gök kendini kanatıyordu orada.

    fırtına, fırtına, fırtına
    ben ki en azından bir durgunluğa çağrılıyordum
    her şeyi bir bir yaşamış da..
    ve yanıtsız ve sessiz
    bana kalırsa:
    - yani o sular ki içinden
    peygamber yüklü bir yunus balığa çıkarsa
    hangi ilgi onu bir süre boşlukta tutacak
    canım elbette
    yunus batacak
    yunus batacak -

    iv

    denizse her şeyi unutturan bir adam gibi
    gelecekti bir gün yeniden
    demeye kalmadı geldi
    sinirli bir gürültüyle yükseliverdi hemen
    ardından bir iki şey daha oldu - nasıl anlatsam
    kimse bunu daha yaşamadı ki -
    sanki bir akvaryumun içinde
    yapayalnız kaldım da ben
    yanımda başka akvaryumlar ve
    içinde başka birileri
    doğrusu müthişti bu, denizin icat ettiği bir mezarlık gibiydik =
    başka değil
    hepimiz az çok kımıldanıyorduk çünkü
    hepimiz ağzımızı açıyorduk arada
    bir sesi dışından olsun yakalamak için
    ama nafile
    yoktu ses
    yok bile yoktu ki bir yerde
    kapıdaki bir yaylı arabayla
    süslü bir cenaze arabasına benzer bir arabayla
    solukların iniltili bir dram yaratmasa
    yoktu ses
    ve yaşlı barmenin başı tezgahın ardında
    saint jean de baptiste'in kesik
    kesik desem kesik, yaşayan desem yaşayan
    başı gibi sakin durmasa.

    ek

    silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde
    elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum
    seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin
    eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine
    ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak
    içki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum
    bazen bir iki bardak
    bazen de sabahtan akşama kadar
    durmadan içiyordum
    canım elbette, diyordum, nasılsa
    otel batacak, otel batacak

    en önemlisi de tanıştırılır gibiydim biriyle
    hiç kimselerin ilgilenmediği
    bazı olayların tarihçisi olarak.

    edip cansever
57 entry daha
hesabın var mı? giriş yap