127 entry daha
  • "şu dünyada daha seyretmeden antipati yaratan dizi hangisidir" sorusunun cevabı.

    dört tane kendi hayatına hükmedebilen kadının erkekleri parmaklarında oynatıp, seçmece karpuz gibi deneyip beğenmediklerini attıkları bi konsept daha ilk elden erkek seyircinin nefretini kazanıyor. erkekler, güçlü ve kendi istediklerini yapan kadın imajını kabullenemiyor, kadınlar erkeklerin muhtaciyedindeki varlıklar olarak resmedildikleri müddetçe onlara sempati besleyebiliyorlar. satc (sex and the city), daha konseptiyle bile erkekleri itiyor kendisinden.

    peki seyrettikten sonra ne oluyor. halt etmişiz onu anlıyoruz. değil antipati, dizi tarihinin en keyifli, en komik, en dolu dolu, en şirin dizilerinden birine gereksiz yere mesafeli yaklaşmış olduğumuzu fark ediyoruz. o antipati yerini sevgiye, bazen -ya da sıklıkla- hayıflanmalara bırakıyor yerini.

    öncelikle bi iki haksız suçlamaya cevap verilmeli hakkındaki. dizideki karakterler sürekli buluşup erkekleri, ilişkileri konuşup duruyorlar, hiç mi başka mevzu yok, bu kadar mı boş bu insanlar.

    değiller efendim. dikkat edin her bölümde bazen haftalarla ifade edilebilecek keskin geçişler yaşanıyor. carrie “bi hafta sonra” lafını çok kullanıyor dizinin hikayesini anlatırken. o zaman esnasında bu kadınlar hiç mi buluşmadılar, hiç mi konuşmadılar, hiç mi başka işlerle meşgul olmadılar.. miranda avukat, peki onun hiç bi dava hikayesini seyrettik mi, herhangi bi gün mahkeme salonunda gördük mü.. hayır. charlotte koskoca serginin direktörü, sanatla içiçe bi kadın. doğrudüzgün sanat üstüne konuşmalarını dinlemişliğimiz var mı.. samantha iş kadını, ama işiyle ilgili neredeyse hiç bi hikaye dizide yer almıyor.

    çünkü dizinin adı satc.. burada bi seçicilik ve seçtiği şeyi ekrana getirme eylemi söz konusu. bu kadınların sadece sex ve erkek konuları üstüne olan konuşmaları ve hikayeleri dizinin konusu zaten. carrie’nin dizinin anlatıcısı olması, onun işinin ilişkiler üstüne bi gazetede yazı yazmak olması, her bölümün bu yazılardan birinin ana fikri üstüne gelişmesi zaten dizinin seçtiği bi yol. bu kadınlar moron değiller, tek mevzuları da erkek mevzusu değil. ama biz sadece bunu seyrediyoruz.

    seyretmeden önce o antipatiyi erkek seyircide uyandıran en büyük yanlış anlama, bu dizinin güçlü kadın karakterler ve onların erkek denemeleri üstüne olduğu, erkeklerin dizide pasif ve nesne olarak yer aldıklarıydı. yanlış anlama diyorum çünkü aslında dizi hiç de bu sanrıyı haklı çıkarmıyor. tam tersine dizideki kadınlar güçlü falan değiller. erkek denemelerinin hiçbirinde erkekleri basit ve kullanıp atılabilir objeler olarak görmüyorlar, onları bağlanabilmek için bi sığınak olarak görüyor, kimi zaman öküzvari tavırlar içine giren erkeklere bile ikinci şanslar verip, mantıklarını ikinci plana atarak duygularıyla hareket ediyorlar.

    dizideki erkekler, kadınlardan hem daha güçlüler hem de daha şanslılar. işte bizim memleketten bi seyircinin bu diziyi seyrederkenki en büyük hayıflanması da dizideki erkeklerin konumlarından kaynaklanıyor.

    bi kere dizide kadınlar erkeklerle tanışmak konusunda ne kadar açık ve özgür davranırlarsa bu onların özgür ve güçlü olmalarından başka bi şeyi daha gösteriyor. o da bu dizideki erkeklerin bi kadınla tanışmak için bizim yaşadığımız sıkıntıları neredeyse hiç çekmiyor olmaları. sokakta zar zor taşıdığı bi eşyasına yardım ettiğiniz kadın arkasına bakmadan hızlı hızlı kaçıyor sizden burada, oysa bu dizide insanlar birbirleriyle iki merhaba ile konuşmaya başlıyorlar. hatta konuşmaları bazen bu kadınlar başlatıyor, fazla konuşurlarsa erkek kaçıyor (oha lan satürn’de mi geçiyor bu hikayeler).

    ilişkilerde de güçler eşit. ilişki esnasında erkek, zar zor bi ilişki buldum, ne kadar kötü olursa olsun devam ettireyim demiyor, tam tersine taviz veren hep kadınlar. erkekler kendilerini mutlu hissetmedikleri anda çekip gidebiliyor ve bunun acısını bu kadınlar çekiyor. miranda bi bölümde manhattan’daki erkek/kadın oranının erkekler lehine inanılmaz sayılarda olduğunu söylüyor ve yakınıyordu. steve gibi otuzunu çoktan geçmiş, henüz kendi işi olmayan, züğürt bi adamın bile bi ilişkisi bittiği anda kısa zamanda peşinden koşabilecek sayısız kız bulmasını -ki yakıışıklı falan da değil ha- bu haksız orana bağlıyordu.

    peki dizide hiç mi kaybeden erkek yok. olmaz mı.. skipper. sadece ilk sezonda gördüğümüz bu kaybeden adam bizim memleketin standartlarında son derece şanslı biri oysa. dizide yakındığı şey sevgililerinin sürekli kendisini terk etmeleri, onu iyi bi arkadaş olarak görmeye başlamaları. bakın farkı görebiliyor musunuz, kadınların onu reddetmesi değil, terk etmeleri.. oranın kaybedeni bile kadınlar tarafından verilen şansı kullanamazsa ancak kaybeden oluyor. daha en baştan “ben seni arkadaş gibi görüyorum” lafıyla muhatap olmuyor yani.

    dizideki erkekler o kadar şanslı ki, steve ile miranda daha ilk gecelerinden sonra steve giderken miranda’ya onu arayacağını söylediğinde miranda ona boş yere söz vermemesi gerektiğini söylüyor, kendisini aramasa bile sorun yapmayacağını ifade ediyor. bölüm boyunca steve miranda’yı onunla beraber olmak istediğine dair ikna etmeye çalışıyor. bırak iknayı, o beraberliği sağlamadan bi kadınla bi şey yaşayabilir misin burada.. mümkün değil.

    dizi hakkında daha pek çok şey yazılır ama şimdilik bu kadarla yetineyim. bütün antipatinizi bi kenara atın, sadece arada bi, ah ulan orada yaşamak vardı anasını satiyim hayıflanmalarına katlanabilecekseniz -ki katlanılır- son derece eğlenceli ve komik bu diziye bi şans verin derim. sonra bana teşekkür etmezseniz adam değilim.
579 entry daha
hesabın var mı? giriş yap