3 entry daha
  • bardaktan boşalırcasına yağan yağmur iyiden iyiye yormaya başlamıştı genç adamı... deri montunu vücuduna sımsıkı sarıyor, yine de titremesini önleyemiyordu. sırtını duvara dayadı, soluklanmaya çalışıyordu. göğsünü delip geçeceğini düşünmeye başladığı kalbinin daha da hızlanmasını önlemek isterken, gökyüzünü yararak kara bulutları delip geçen şimşeklerin gürültüsüyle daha da heyecanlanıyordu. kendini öylesine çaresiz, öylesine bitkin hissediyordu ki, peşinde polis olmadığına inanabilse, geçtiği sokaklardaki çöp konteynerlarından birine girip bir daha uyanmamak üzere uykuya dalabilirdi.

    yağmurun her dakika biraz daha hızlanması, artan soğuk ve şehre çöken sis, ara sokakları neredeyse tamamıyla boşaltmıştı. genç adamın ara ara gördüğü evsizler ve tinerciler dışında kimse kalmamıştı. caddelerde ise durum farklı, trafik sıkışık ve bir yerlere yetişmeye çalışan şemsiyeli insanlar vardı. caddeye çıkmaya çok korkuyordu genç adam. sırtını dayadığı duvarda elinin izini gördü; graffitilerle işlenmiş yazıların arasına kan bulaştırmıştı. ıslak montuyla duvarı silmeye çalıştı, kan, graffiti arasında işlenip, kayboldu.

    neredeyse 30 dakika olmuştu, koşmaya başlayalı. ara ara duyduğu siren sesleriyle ürküyor, böyle anlarda etrafta saklanacak bir yer olup olmadığına bakıyordu. ama devam etmeliydi, koşmasa da yürümeliydi. ve yine yola koyuldu, dalından kopmuş, savrulan bir yaprak gibi ilerliyordu. onu dışarıdan görenler, sarhoş olduğuna yemin edebilirdi. ama genç adam 1 aydır hiç içki içmemişti.

    soluk soluğa yola koyuldu. eve az kaldığını biliyordu. duşa girip, birkaç eşya ve biriktirdiği parayı yanına alarak, banliyoya gidecekti. hayata başka bir yerden başlaması gerektiğini biliyor, ama kendisini neyin beklediğini bilememek, kabir azabı gibi canını sıkıyordu.

    yağmurun ıslattığı saçlarından akan jöle gözlerini yakınca, görüş mesafesi adımlarının bir metre ilerisine kadar gerilemişti. gözlerinin yandığını hissediyor, kan pıhtılarının kurumaya yüz tuttuğu elleriyle silmeye çalışırken, durumun daha da kötüye gittiğini fark ediyordu. bu arada evine giden yoldaki son ara sokağın da bitiş noktasına gelmişti. belindeki bıçağı da işte o anda fark edebildi. elini aniden bıçağa götürdüğünde, saniyede binlerce düşünce tren vagonu geçti beyninden, yıkılmak üzereydi umutsuzluktan. yanındaki konteynera usulca koydu bıçağı. ne en dibe gitmesini istiyordu, ne de en üstte kalmasını. orta yerlerde poşetlerin arasına sıkıştırdı. üzerini iyice örttü. kimsenin bulamayacağına inanmasa da, bunu umut ederek konteyner kapağını kapadı. ve en zor sınavıyla baş başa kalmıştı; caddeyi geçmek zorundaydı.

    ara sokağın caddeye bakan yüzündeki sol tarafa geçip, sırtını bir kez daha duvara dayadı. sağ ayağının tabanını da caddeye paralel şekilde duvara yasladı, ışıkların şehir merkezine doğru işaret ettiği istikameti kesti. insanlar hızlı adımlarla yürüyor, kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. ışıklar gözünü aldı. korna sesleri genç adamı çıldırtmak üzereydi. caddenin özgürlük meydanına giden istikametini de süzmek amacıyla yaslandığı duvardan başını uzattı, sola doğru bir bakış attı. sadece ışıkların gözünü aldığını hissediyordu. gözü öylesine bir acıyla yanıyordu ki, yağmur damlalarının gözyaşlarına karıştığını fark etti. caddenin diğer tarafından bir polis aracının geçtiğini gördü. hemen bir karar vermeliydi. ne yapmalıydı, ne yapmalıydı!..

    kalabalığın dışında çok dikkat çektiğinden, insanlara karışmaya karar verdi. utanıyor, korkuyor, ama bunu yapmak zorunda olduğunu biliyordu. sağ bacağını indirdi, sol ayağıyla adımını attığı gibi kaldırımda süzülmeye koyuldu. şemsiyesi olmayan tek tük insanlardan biri olması dezavantajını, başını eğip, yüzünü saklayarak gidermeyi düşündü. bu sırada polis arabası yolun karşı tarafından meydana doğru ilerlerken, genç adamın hizasını geride bıraktı. yine de rahatlayamamıştı genç adam.

    kavşağın başına kadar yürüdü, neyse ki yayalar için yeşil yanıyordu ve beklemek zorunda kalmadan caddenin karşısına geçme fırsatı bulmuştu. hızlı adımlarla karşıya geçti ve evine giden ara sokağa daldı. kalbi iyice hızlandı, heyecandan ölmek üzereydi. bu arada yağmur dinmeye yüz tutmuş, şimşekler susmuş ve soğuk rüzgarlar kırılmıştı. kara bulutların dolunayı yalnız bıraktığını gördü. sokak bomboştu. bu kez de sessizliğin başını ağrıtmaya başladığını anladı. ağır adımlarla 3 ay önce kiraladığı dairenin bulunduğu eski bloğa yöneldi. 2 hafta önce zincirini kırdığı kapının aralığndan, demir süngüye hiç dokunmadan sıyrıldı. merdiven ışığını yakmadı, asansörün çalışmadığını biliyordu. zaten çalışsa da binmeyecekti. dirseğiyle blok kapısını kapadı ve basamakları çıkmaya başladı. ayağını her kaldırdığında dizlerinden, kalbine dek yükselen ağrı, beyninde yankılanıyordu. bir an dudağında gülümseme parıtısı belirdi, saniyelik dalgınlığı geçince de hemen kayboluverdi.

    blok 12 katlıydı ve genç adamın kiraladığı küçük daire 7. kattaydı. ağır adımlarla basamakları çıkmaya devam ederken, başını sürekli yukarı kaldırıyor, dairelerden birinde herhangi bir tuhaflık olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. daiereler arasındaki merdivenlerde 17 basamak vardı. 6. katı geride bırakıp 10. basamağa geldiğinde yüreği yerinden çıkacak gibi olmuştu, yine başını uzattı ve gözlerine inanamadı. yanan gözlerini kirli elleriyle bir kez daha ovaladı. 45 dakika önce ömründen 50 yıl gitmişti, şimdi bu kaybı bir asra tamamlanmıştı sanki! evinin kapısı, ardına kadar açıktı...

    ne yapacağını şaşırmıştı. bakmalı mıydı? kaçmalı mıydı? karar veremiyordu, adeta donup kalmıştı. düşünce treninin vagonları bir kez daha girdi beyin raylarına. sokakta polis arabasına benzer bir şey yoktu. evin etrafına dikkatlice baktığından emindi. sağlıklı düşünemiyordu bir yandan. korkar gözlerle kalan 7 basamağı da çıktı çaresizce, ne olursa olsundu artık! evinden tıkırtılar geliyordu. şaşırmıştı iyece. içeriye girdi, bir adam, pencerenin kenarında bir şeyler yapıyordu, genç adamın geldiğini fark edince, sert bir tonla,

    "sana bu panjurları tamir ettirmen gerektiğini söylemiştim" dedi. "lanet olası evin her şeyiyle ben mi ilgilenmek zorundayım?"

    ev sahibinin bu despot tavırlarına kızamıyordu bile genç adam, sanki rahatlamış gibiydi,

    "iyi bir panjurcu arıyordum, şehrin güneyine inmiştim. yağmur başlayınca geri dönmek zorunda kaldım. cüzdanımı da burada unutmuşum, yürümek zorunda kaldım..."

    panjuru yukarıdan aşağıya doğru sert şekilde sağ eliyle süzen ev sahibi, söylene söylene daireden ayrıldı, son bir mesaj daha vererek, "berbat görünüyorsun, bir duş alsan iyi olur. bu halde finallerini veremezsin. yarın kızım da üniversiteye gidecek. istersen seni de bırakırım."

    "iyi olur" diye karşılık verdi genç adam ve kapayı kapadığı gibi soyunmaya başladı. mutfaktaki siyah poşetin içine deri montunu, yırtılan gömleğini, üzerine kan da karışan çamurlu pantalonunu, iç çamaşırını, çorap ve ayakkabısını koydu. hemen duşa girdi. sıcak su, zihnini yerine getiriyordu. küveti doldurması gerektiğini düşündü, biraz dinlenmeliydi, gevşemeliydi.

    geride bıraktığı 1 saat, 1 ömürden farksızdı sanki. "o ölmeyi çoktan hak etmişti" ile "tanrım ben ne yaptım" düşünceleri arasında gidip geliyordu. küvette kafasını suya sokup çıkarırken, paradoklara dalıp çıktığının farkındaydı. umutsuz, huzursuzdu hâlâ, ama korkmuyordu nedense. havluyu küvetin başına koydu, kafasını yaslayıp, gözlerini kapadı.

    "katilim ben. bir katil. buna kim inanır! ne önemi var. ben katilim. hani karıncayı bile öldüremezdim. o bıçağı ne diye attım ki o konteynera. evimin tam karşısı! offf... beni dinlemeliydi. öğretmek bu değil. hocalık bu değil. iyi yaptım! allahım ben ne yaptım böyle! başka çarem de yoktu ki. katil olmak böyle bir şeymiş demek. biraz heyecan, biraz korku. ne hissediyorum başka. hiçbir şey. hiçbir şey hissedemiyorum... öldü mü ki acaba? polisler bulmuş mudur.. iz bıraktım mı.. gitmeliyim burdan. bir an önce yola koyulmalıyım. tanrım çok yorgunum. çaresizim. çok bitkinim. tanrım.. tanrım..."

    genç adam aklını kemiren binlerce düşünceyle dalmış, uykuya koyulmuştu. arada gözlerini açsa da, bezginliğe karşı koyamıyordu.

    bir süre sonra duyduğu seslerle irkildi. başı suyun altına girmiş, nefes almakta zorlanıyordu. haykırmaya çalıştı, olmadı. bağıramıyordu. banyo iyice buğulanmıştı, terliyordu, gözlerini kaplayan köpükler yüzünden hiçbir şey göremiyor, ama küvetin başında birilerinin olduğunu fark ediyordu...

    dünyası başına yıkılmıştı. gözlerini ovalamak istemiyordu. iki el, omuzlarını tuttu, onu sarsıyordu...

    içi boşalmıştı. hiçbir yerini hissetmiyor, beynine format atılmış gibi bomboş duruyor, direnemiyordu. omzunu sarsan ellerin sahibinin sesleri, artık kulağına daha net geliyordu.

    o an hapiste kaç yıl geçireceğini ve çıktığında ne yapacağını bile düşündü. seslerin yankısı artıyordu:

    "yank, yank, uyan"

    - noluyo, noluyo!

    "sakin ol yavrum, sadece kötü bir rüyaydı"

    - anne?

    "ah canım, nasıl da terlemişsin böyle, ama oğlum neden yerde yatıyorsun, yatağın bozulmamış bile?"

    - hatırlamıyorum.

    "hadi kalk, babanla sana kahvaltı hazırladık. bugün finallerinin ilk günü. sınavını kaçırmak istemezsin, öyle değil mi?"

    - ah...

    "hayatıııım, yank'ı uyandırdın mı?"

    "evet tatlııım... hadi kalk yavrum, bay ming seni almaya geleceğini söyledi. kızı chan'in de sınavı var, biliyorsun."

    - ıhh... tamam anne, geliyorum birazdan...
hesabın var mı? giriş yap