14 entry daha
  • şimdi "to have and have not"'ın imitasyon, taklit olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. sinemada taklit, imitasyon denince benim aklıma, cüneyt arkın'ın jean paul belmondo rolü kestiği filmleri, ibrahim tatlıses'in yılmaz güney takıntısı gibi çok daha somut örnekler geliyor. ki bir imitasyonun kaka, kötü, cibiliyetsiz, değersiz olmasını, bahsi geçen eserin imitasyon olmasının doğal sonucu olarak görmek de pek doğru değil şahsi kanımca, bir imitasyonun değersiz, tü kaka olması tespiti daha çok imitasyonun gerçek eser olduğunu iddia etmesi ya da öyleymiş gibi görünmesi(yani aslında gerçeğine çok yaklaşacak biçimde başarılı bir taklit olması) veya gerçek eserin yanında bir karikatür ya da garabet gibi durması(yani inandırıcılıktan uzak başarısız bir taklit olması) ile ilgili aslında. "to have and have not"'ın kendisini bir imitasyon olarak kabul ettiğimizde bile, bizi kötü, kaka şeklinde bir sonuca ulaştıracak bu iki koşul da yok aslında ortada. film; ne bire bir eşleştirilecek biçimde casablanca'ya aşırı derecede benziyor, ne de casablanca'yı taklit edeyim derken, bir karikatüre dönüşüyor. sanırım imitasyon ya da taklit yerine bir konsept benzerliğinden/araklamasından dem vurmak daha makul gibi duruyor ki hawks'ın zaten bu yönde gayet açık beyanları olduğu görülüyor. (bu arada hemingway'in bu romanı, 1950'de bu sefer "the breaking point" olarak sinemaya aktarılmış. bu çevrimde, romana daha sadık kalınmış ancak asıl ilginç olan filmin kimin yönetttiği; casablanca'nın yönetmeni michael curtiz bu sefer kamera arkasındaymış, taklit, imitasyon tartışmaları için bu da ilginç bir veri olabilir sanırım.)

    ki şahsi fikrim, "to have and not have" illa "casablanca" üzerinden bir kıyasa ve değerlendirmeye tâbi tutulacaksa, aradaki benzerlikler(ya da yapılan araklamalar) kadar, iki film arasındaki farklılıklar da vurgulanmalı. mesela casablanca'nın gayet melankolik ve iç karartıcı bir atmosferi var, karakterlerin hemen hepsinin tavırlarındaki soyluluk, kararlılık, oturmuşluk "fazlasıyla" göze batıyor. aşk, savaş, yurtseverlik, fedakarlık vs. üzerinden giden bir film için bu durum normal gözükse bile, filmin bu kavramlara en uzak kişişi yüzbaşı renault'nun politik çıkarcılığı ve hesapçılığı bile bu soyluluktan nasibini alıyor, sıradan bir asker yerine bir nevi "fouche" olarak filmdeki yerini alıyor. buna karşın "to have and have not"'daki atmosfer daha bir gevşek ve üçkağıtçılıkla karışık bir kriminalizm ile örtülü, karakterler daha sıradan ve avami(bildiğin insana yakın) portreler çiziyor. humphrey bogart'ın kendisi bu filmde ekmek parası için çalışan balıkçı/tekneci, "slim" ise aslen bir hırsız ve dolandırıcı, bogard'ın en yakın arkadaşı eddie alkolik bir ihtiyar bunak. direnişçiler ise sürekli bir tedirginlik ve korku içinde görülüyor, çıkıp da milletin ortasında marseillaise çaldıracak durumları yok. bogart'ın iki filmde de aşağı yukarı aynı adamı oynadığı da bence çok doğru değil, casablanca'daki hayata küsmüş, gururlu, yaralı aşık bogart yerine bu filmde alaycı, ben merkezci ve narsist eğilimler gösteren bir bogart var. filmin başındaki balık tutma sahnesinde olduğu gibi, ipleri yeri geldiğinde gevşeterek yeri geldiğinde sıkarak, arada da avını denize çarpıtıp sersemleterek insanlarla ilişkisini bir yönlendirme ve mesafe koyma üzerinden kuruyor. yakın arkadaşı eddie ile olan ilişkisi de bunun kusursuz örneğini oluşturuyor, ne zaman içki içip içmeyeceğine, ne söyleyip ne söylemeyeceğine onun yerine karar veriyor(bu açıdan walter brennan'ın sahne dolurduğunu, işlevsiz olduğunu söylemek de haksızlık oluyor zira bogart'ın karakterinin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor seyirci için), böylece de eddie'nın sonsuz sadakatını ve hayranlığını alıyor ki bogart karakteri için de zaten önemli olan da bu. hawks'ın filmindeki hikayenin gidişatı da aslen bogart karakterinin üzerinden gidiyor, bogart'ın, slim ile olan ilişkisi de, savaşa ve direnişçilere olan bakış açısı da bir geçmiş ya da vicdan muhasebesiyle, hayata küsmüşlüğüyle ilgili değil, egosundan kaynaklanan sorunlarla, kendiy koyduğu katı kurallarıyla ilgili. filmin sonunda direnişçilere yardım etmeye karar vermesi bir ahlaki tercihin, gerçeği görmenin ya da fedakarlığın sonucu değil, kendisinin de dediği gibi diğer tarafın, önce sevdiklerinin sonra da kendisinin üstüne gelmesi yüzünden, bu sebepten de de hiç beklenmedik biçimde filmin sonunda öfkeden elleri titrerken ve "ya herro ya merro"(bu arada filmin ismi türkçe'ye nasıl çevrilmiş bilmiyorum ama bu deyim şık gözüküyor isim için sanki) diyerek yoluna devam ederken görüyoruz kendisini; iç huzurunu bulmuş, ne yapması gerektiğinden emin olmuş bir insanla karşılaşmıyoruz. bütün bunlar bir kenara, filmde casablanca'ya atfen yapılmış göndermeler ve atlatmalar da var, mesela bogart'ın başına belaları saran kaçak direnişçi paul de bursac'ın, korkmasına rağmen neden mücadeleye devam ettiğini açıklamak için kullandığı "her zaman bir başkası vardır" cümlesi casablanca'nın tüm hikayesini ters yüz yüz edecek kadar alaycı ve de gayet zekice bir gönderme olarak duruyor. zaten bu lafı duyan bogart'ın yüzü düşünceli bir hal alıyor ve sonrasında katı kurallarını esneterek slim'e karşı ilk kez açık davranıyor ki sadece bu replikler ve sahneler bile, filmin casablanca'yı taklit etmenin ötesinde de bir şeyler vaad ettiğinin, bir imitasyondan beklenmeyecek kadar bir derinlik barındırdığının delilleri olarak görülebilir.

    filmin sonunun izleyiciyi aptal yerine koyup koymadığı tartışılabilir ancak anladığım kadarıyla(kısıtlı hawks bilgim ve seyrim beni yanıltıyor olabilir tabi) hawks'ın sinemasında, karakterlerin ve karakterler arası ilişkilerin nerden gelip nereye oturduğunu göstermek olay örgüsünün ve de mesaj kaygısının daha bir önüne geçiyor, gelişen olay örgüsü, karakterlerin ve ilişkilerinin ayrıntılandırılması, hikaye edilmesi için bir yerde aslında işin bahanesi oluyor, hatta bu yüzden kimi zaman olay örgüsü askıya alınıp teatral bir hava ve kestirmecilik filme baskın oluyor. bu sebepten de filmin sonunun inandırıcılığını biraz da hawks'ın tarzına, sinema anlayışına bağlamak daha doğru olur sanırım. ki casablanca'nın "o bir yolcu ben bir hancı, kalbimdeki derin sancı" şeklinde gelişen melodramına bir şekilde inanıyorsak, bu bitişe de inanmamamız için çok fazla neden yok, eğer sorun gerçekten bir şeylere inanıp inanmamaksa.
17 entry daha
hesabın var mı? giriş yap