79 entry daha
  • bazı filmlere baktığımda diyorum ki bu sinema denen şey iyi ki var. tamam kitaplar olayları daha derinlemesine anlatıyor, şarkılar bütün bir duygu skalasını 5-6 dakikaya sığdırıyor ama oyuncunun bir bakışı, araya giren müzik ve montajda yapılan kesmenin de kendine has bir büyüsü var.

    paul thomas anderson filmlerinin bendeki etkisi de böyle oldu hep. mesela hard eight, kağıt üstünde bakarsanız sıkıcı bir yapım gibi görünüyor ama film akıp gidiyor bir şekilde. filmografide ayrıca boogie nights, punch drunk love ve magnolia gibi çok kaliteli filmler de var, there will be blood'a hiç değinmiyorum bile. peki pta'nın filmlerini bu kadar güzel yapan şeyler neler? bu soruya da bir şekilde yanıt vermemiz gerektiğine inanıyorum çünkü pta'yı daha derinlemesine anlamaya çalışmazsak ortaya körlemesine bir hayranlık çıkar. bu durumun da filmlere biraz haksızlık olacağını düşünüyorum. şimdi hazırsanız pta sinemasının detaylarına giriş yapalım.

    1) senaryo yapısı; normalde senaryolar olaydan olaya geçiş yapar ve temanın burada sınırlayıcı bir rolü vardır. mesela senarist şöyle şöyle bir olay istiyorum dediğinde yol gösterici olarak temaya bakar. olay temaya uygunsa hikayede buna yer verilir. uymuyorsa da farklı bir olay yazılır. pta filmlerinde ise fark etmişsinizdir senaryonun bir yere bağlanma amacı yoktur. neden sonuç ilişkisi tıpkı gerçek hayat gibi muğlaktır. peki olaylar rastgele mi yaşanır? tabi ki hayır. pta senaryolarını temalar etrafında kurar. mesela aile içi çatışmalar filmlerinde kullandığı en yoğun tema olabilir. burada standart karakter tanıtımı, dış tetikleyici ve sonuçtan ziyade karakterin genel durumu, atmosfer yoğunlaşması ve gerçekleşen olay şeklinde bir senaryo akışı vardır. gerçekleşen olay da bir sonuç değil yine temayı daha derinleştiren konular olur.

    bu kullanımın en iyi örneklerinden birini de magnolia filminde görebiliriz. gerçi o filmi karmaşık kurgusu nedeniyle çözmek çok kolay değil ama karakterlerin paralel hayatlarında yaşanan atmosfer sıkışmasının hikayenin geneline nasıl yayıldığını burada çok net bir şekilde görme şansımız var.

    2) yitik karakterler; bu konu aslında sinemacıların pekala kötüye kullanabileceği bir alan. çünkü neyin derin neyin yüzeysel olduğunu anlamak biraz zor. mesela bir karakterin eline içki sigara tutuşturun, ilişkilerini hep kendisi batırıyor olsun, bir yerlere yüklü miktarda borç yapsın, bir yerde dayak yesin ve işte arkadaşı olabilir ailesi olabilir birileriyle kavga etsin. eğer kurguyu düzgün yapar, oyunculukları da öne çıkarırsanız bu filmi sevecek çok insan bulabilirsiniz. ancak insanların durup yahu iyi güzel de bu karakter neden böyle davranıyor şimdi diye sormaması lazım. çünkü senarist ve yönetmen her şeyi göz boyamak üzerine kurduğu için karaktere bir anlam kazandırmayı ya unuttular ya da üşendikleri için bunu es geçtiler.

    paul thomas anderson ise böyle değil. mesela karakter çözümünün en kolay olduğu ve benim de çok sevdiğim punch-drunk love'da adam sandler'ın karakterinin neyi neden yaptığı geçmiş travmaları ve gelecek kaygıları üzerinden net bir şekilde görülüyor. ancak bu tek seferlik bir şey değil. bunun tam aksi yönünde the master filmi var. orada joaquin phoenix'in canlandırdığı frank tam anlamıyla bir kapalı kutu. yine de filmin olay akışı, phoenix ve philip seymour hoffman'ın başarılı oyunculukları ile ana karakterin yalnızlığını ve kayboluşunu hissedebiliyorsunuz. burada bazı anlarda frank'in geçmişine dönüp neden sonuç ilişkisine de bakıyoruz, bazen de oyunculuklardan kaynaklı yönlendirmeler ile yönümüzü buluyoruz.

    3) sağlam oyunlar; ben oyuncu olsam paul thomas anderson beni filmde oynatsın diye kırk takla atardım. çünkü filmlerinde tiyatro oyunculuğuna yakın, yüksek, etkili, oyuncuya özgürlük veren, kamera önünde ham olabildiğiniz sahneler kullanıyor sürekli. mesela there will be blood filmindeki milkshake sahnesine baktığımızda burada oyuncuların sahne devam ettikçe duygudan duyguya geçtiğini görebiliyoruz. normalde mesela bir dizide sizden düz bir oyunculuk beklerler. konunun ilerlemesini sağlayacak repliği aktarıp geçersiniz. pta filmlerinde ise hem özgürsünüz hem de aktarmanız gereken çok daha derin konular olduğu için işin meydan okuyan bir tarafı da var. pta filmlerinde bu kadar kaliteli oyuncuların olmasının bir sebebi de bu mücadele ve kendini aşma durumu olabilir.

    4) hikayedeki ritm; pta filmleri net bir konunun değil pişmanlık, aşk, aldatma, aile meseleleri gibi temaların etrafında dolaştıkları için takip edilmeleri de daha zor oluyor haliyle. en azından teoride böyle ancak herhangi bir filmi açtığınızda çok duraksamadan akıp gittiğini fark edebiliyoruz (belki inherent vice istisnadır bu konuda). bunun nedeni hikayelerin yüksek tempoda anlatılması. tempo da ustaca yazılmış diyalogların aşırı yetenekli oyuncular tarafından canlandırılmasıyla oluşuyor. sürekli bir gerilim ve bu gerilimin getirdiği yoğun duyguları aktarıyor filmler bize. anlatılan konunun tüm yönlerine bu diyaloglarda bire bir değinilmese de yaratılan gerilimin nasıl çözüleceğini merak ettiğiniz için film akmaya devam ediyor.

    tabi gerilimi de ayarlamak lazım yoksa izleyiciyi filmin yirminci dakikasında harap edersiniz. pta da durumun farkında olduğu için bu kısımlarda kahve içen karakterlerin sakince oturduğu sahneler kullanıyor.

    sonuç olarak pta çok kendine has ve yetenekli bir yönetmen. ilk bakışta gücünü oyunculardan alıyormuş gibi görünse de o oyuncuların bir yönetmenin etrafında toplanmasının da bir sebebi olmalı. çünkü yıldız bir ismi bir kere kandırırsınız belki de philip seymour hoffman gibi bir isimle ilk filmden beri çalışmak, joaquin phoenix, daniel day lewis, julianne moore gibi oyuncuları ikna etmek öyle her yönetmenin yapacağı işler değil. zaten oyunculukların ötesinde de filmlerindeki kalite kendisini belli ediyor ve her izleyene tekrar tekrar iyi ki böyle bir yönetmen var dedirtiyor.
20 entry daha
hesabın var mı? giriş yap