106 entry daha
  • birkaç tanıdığımın aklına sorular takılmıştı. oyunu oynayıp beni soru bombardımanına tutmuşlardı. bende bu konuyla ilgili birçok cevap verdim, üstüne entry girdim ama yetmemiş olacak ki hala geliyorlar. bende gözü kararttım. yazı tahminen uzun olacak. hatta çok uzun olacak. hatta aşırı uzun olacak.

    eknot: yazı bitti. yazıyı tam tamına 4 günde yazdım. tabii bütün zamanımı harcamadım ama düşünün yani dört gün. valla çok emek verdim. inşallah beğeneceğiniz bir şeyler ortaya çıkartabilmişimdir. bu yüzden yorumlarınızı, mesajlarınızı, eleştirilerinizi bekliyorum. beğenirseniz emeğe karşılık mukabilinden bir şükunuza talibim. yazı değil, destan yazdım resmen.

    silent hill 2 gizemleri kısmına hoş geldiniz. şak şak

    klasik uyarımı yapayım. bu yazıda spoiler vardır. hem de öyle böyle spoiler yoktur. ana avrat spoiler vardır. öyle bir spoiler vardır ki ekşi şeyler'e başlık olarak girse başlığa spoiler yazdırmaya çalışırım öyle bir spoiler vardır.

    1. silent hill 2 oyunundaki kasabanın kötücül güçleri nereden geliyor?

    - şimdi arkadaşlar bildiğim kadarıyla ikinci oyun duyurulurken bambaşka bir senaryo yapısı varmış. aynı birinci oyunun devamı gibi bir tarikat hikayesi var ve bu tarikatın şehri zaman içerisinde nasıl yozlaştırdığı üzerine bir takım senaryo yapıları oluşturulmuş. sonradan ne olduysa artık bu fikirden komple vazgeçmişler ve tamamen kişisel hikayelere odaklanmışlar. bu yüzden ikinci oyunda the order ya da the cult adıyla bilinen tarikatla ile ilgili neredeyse hiçbir bilgiye rastlayamayız.

    aslında kasabanın nasıl şeytanlaştığını biz ilk oyundan biliyoruz. teee sivil savaş dönemlerinden kalma (bizim amerikan iç savaşı ya da kuzey-güney savaşı olarak bilinen savaş bu.) bir kasaba silent hill. buraya gelen ilk yerleşimciler zaman içerisinde tatlış mı tatlış bir sahil kasabası kuruyorlar. bu yerleşimcilerin çoğu koyu hristiyanlar. yalnız yerleşim bölgesinde daha önceden de kalan yerli amerikalılar var. bu yerlilerin de dini görüşleri var. zaman içerisinde bir inkültürasyon durumu yaşanıyor ve hristiyanlık ile bu yerel din birbirinin içine giriyor. ortaya da sapıkça bir görüş çıkıyor. the order tarikatı dediğimiz silent hill'in belkemiğini oluşturan inanış da bu karışımdan ortaya çıkıyor. bunların görüşleri zaman içerisinde iyice sapkınlaşıyor, değişik ritüeller ve ayinler ortaya çıkıyor. görüş zamanla dünyanın aşırı derecede bozulduğuna ve kurtuluşun ise direkt olarak tanrıyı dünyaya getirmek olduğuna karar veriyorlar. (işte burada bir bam teli nokta var. tanrıyı dünyaya getirme dediğimiz durum bildiğimiz allah değil. hristiyanlık ile bu yerel şaman dininin karışımından ortaya çıkan bir tanrı kavramı. ilk oyunda samael diyorlardı mesela. samael bildiğiniz üzere hristiyanlıktaki luciferin orijinal adı yani bildiğiniz şeytan ama bu tam olarak hristiyanlıktaki şeytan değil. yine karışımdan ortaya çıkmış bir şey bu. adına da samael demişler.)

    - neyse gel zaman git zaman bu tanrıyı dünyaya getirme kavramına o kadar takmışlar ki kafayı, zaman içerisinde bin türlü takla atıp, farklı farklı yollar ve ayinler denemişler. en son çıktıkları sonuç ise ''tanrıyı doğurmak'' üstüne olmuş. bunu da bir insandan yapılması gerektiğine kanaat getirmişler. yalnız bir sıkıntı var, tanrıyı kim doğuracak? bu böyle alelade bir kişi olmaması lazım. burada da bizim alessa gillespie'ın hikayesi başlıyor. alessa hep farklı şekillerde tasvir edilse de, ortak bir nokta var, oyunlarda. bu kız özel biri. kızın aile durumu bir karmaşık, baba durumu ayrı bir karmaşık, kızın özel güçleri olduğuna inanıyorlar. annesi de sapkın derecede tarikata bağlı bir kişilik. kızı küçük yaşlardan itibaren hep ezip büzüyorlar. okulda kıza cadı diyorlar. sıraları falan ayırmışlar, kız tek başına kalmış. annesi (dahlia gillespie) kıza devamlı sapkın öğretiler aşılamaya çalışıyor. kızı, tanrıyı yaratacak kişi olarak görmeye başlamış. kız, bu durumdan şikayetçi, annesinin onu koruyup kollamasını istiyor, annesinin kafa bambaşka bir yerde. annesi devamlı kıza zorbalık yapıyor, telkinlerde bulunuyor. kız paso hayır diyor vs. derken bir gün zorla kızı alıp ayin yapıyorlar, rahminde tanrı var vs. ''tanrıyı dünyaya getirecek'' modunda takılırken yangın çıkıyor. kız cayır cayır yanıyor. olayda ise kamyonuyla şehirden geçen trevor ise durumu fark edip olaya müdahale ediyor ve kızın yanmış bedenini kurtarıyor. (silent hill origins) neyse uzatmayayım kız ölmemiş ve hastaneye kaldırılıyor. bütün vücudu yanmış hemen sargılara vs. alınıyor. kızın vücudunun her yerinden irinler çıkıyor. hemşireler alessaya yetişmeye çalışıyor. (lisa garland) bir yandan da hepsi dehşete düşmüş, kızın bu halde nasıl hayatta kaldığını anlamaya çalışıyorlar vs. derken kızın içindeki kötücül güç, alessanın hayal kırıklığı ve aşırı nefretiyle ortaya çıkıyor ve buuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuum. kasaba işte alternate side dediğimiz bir tarafa geçiyor. alessanın kabuslarına hoş geldiniz partisi eşliğinde, kasabanın ırzına geçiliyor. alessa da bu kötücül tanrı mevzusunu ayıkıp kendinin iyi kalmış son parçasından (ruhundan) bir bebek çıkarıyor ve bu bebeği harry mason ve eşi buluyor. adına cheryl diyorlar vs. (birinci oyunun hikayesine geri dönüyoruz sonra) daha da uzatmayayım buradan başlarım, aglaophotis'e kadar giderim de gerek yok.

    yani şehrin gücü aslında alessanın içindeki kötücül güç ve yine alessanın kabuslarının bir birleşiminden oluşuyor normalde.

    ama silent hill 2 oyununda şöyle bir sıkıntı var. oyunda ne tarikat var ne de alessa var. e zaten samael adlı ne idüğü belirsiz yaratığı bizim harry avladı. ortada alessa diye biri de kalmadı. tekrardan cheryl'ı yarattı, kendi rahmete koştu. (sh3 heather) bu yüzden şehrin gücünün nereden geldiğini açıkçası bilmiyoruz. yani oyunun senaryosunu kişisel bir hikayeye dönüştürmüşler ama bu da şehirdeki güç ile alakalı bir fatal error verdirtmiş oyuna. hoş oyunun yapımcıları da durumun farkında olacak ki makara olması açısından ''dog ending'' diye bir son koymuşlar oyuna. neydi bu son?

    bunun için önceden oyunu bitirmiş olmanız gerekiyor. neyse şehirde jacks inn mekanının orada takılırken bir köpek kulübesi buluyoruz. içinden de dog key çıkıyor. sonra teee oyunun sonlarındaki hotel bölümünde 312 numaralı odaya (her haltın başladığı oda) dog key ile giriş yapıyoruz ve ta taaaaaaaaaaa. bir tane köpek, makinelerin önünde makine kollarını aşağı yukarı doğru çekiyor. james sunderland ise bir anda japoncaya geçerek ''demek her şeyin sebebi sendin'' gibi bir şeyler söylüyor ve hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yere çöküyor. the end.

    yani oyunu yapan kişiler bize demek istiyor ki ''boş verin agacım şehirdeki güç neymiş, ne değilmiş? herhangi bir köpek bile olabilir bu güç. siz bakın keyfinize.''

    hatta sonradan çıkan bazı teorilerde ''aslında ortada güç müç falan yok. bu şehre günahları için gelen üç kişi de ağır psikoz vakalar. (ki aslında doğru) halüsinasyonlar, delüzyonlar falan gırla gidiyor bu tiplerde. herkes kendi günahlarının bedeli olarak psikoz ataklarına girmişler. o yüzden gördükleri hiçbir şey gerçek değil.'' diyorlar.

    yani bu yaklaşımda doğru olabilir ama şöyle bir sıkıntı var bu yaklaşımda. e herkes kendi delüzyonunu yaşıyorsa biz nasıl yeri geldiğinde eddie ve angela'nın delüzyonlarına girdik? psikoz dediğiniz şey, yeri gelince herkesin kabusunun içine girme gibi bir şey değil ki. bir güç bunları yaptırıyor illa ki. tek sıkıntı bu güç ne? bilmiyoruz işte anlayın. (bu oyunda bilmiyoruz. 1,3 ve the room oyunlarında güçlerin ne olduğunu biliyoruz.)

    2. şu karakterleri bir kısaca tanıtır mısın? bizim kafamızda çorba oldu da hehe.

    bütün oyunun geneline bakarak bir portre çizeceğim (tam hikaye olacak, sürprizli son falan yok yani, neyse o.). sonraki romanlarda ya da kaynaklarda ki eklentilere girmeyeceğim. yok james, south ashfield da yaşıyor. bir mağazada satış temsilcisi, eşi mary sunderland aslında homecoming oyunundaki alex shepherd'ın ablası vs. buralar olmadan giriyorum.

    ek not: bu şehre gelen neredeyse herkes (laura hariç) günahları yüzünden bu kasabaya gelmiş durumda. ağır günahlar işleyen bu karakterler hemen ardına psikoza giriyorlar ve yaptıkları günahları bilinçaltlarına gömerek, şehre çekiliyorlar. yani unutuyorlar işte.

    james sunderland: mary sunderland ile evli olan bir karakter kendisi. evlendikleri vakit silent hill'de vakit geçirmişler ve eşi silent hill kasabasına bayılmış. (silent hill kasabasının normal hali tabi. yaratıklı hali değil.) beraber rosewater parkında toluca gölünü izlemişler. sala binmişler. karşı taraftaki lake view hotel'e gitmişler vs. mary mest olmuş resmen. devamlı james'e ''beni buraya bir daha getireceğine söz ver.'' deyip duruyor. neyse işte her şey toz pembe devam ederken, mary ilk kez öksürüğü ciğerden koyuveriyor. artık ne menem bir hastalıksa vücudu çok hızlı bir şekilde çöküşe giriyor. doktora gidiyoruz ve doktor bize acı gerçeği söylüyor. ''mary'nin en fazla üç senesi kaldı.'' james duydukları karşısında şoka giriyor tabi. apar topar hastaneye kaldırılıyor ve bakımına burada devam ediliyor. ilk bölüm sonu. (aslında biz bu hikayeyi te ebesinin hörekesinde öğreniyoruz ama ne yapalım amme hizmeti işte. kronolojik gitmeye çalışıyorum.)

    james ilk başta karısına karşı olabildiğince destekçi bir tavırda davranıyor. her gün hastaneyi ziyaret ediyor, hediyelerle, çiçeklerle karısının yanında soluğu alıyor. her türlü bakımında bizzat kendisi var. fakat mary'nin vücudu o kadar deforme olmuş ki mary, kendinden nefret edecek hale gelmiş. james'in kendisini bu şekilde görmesini kesinlikle istemiyor. ölümle, yaşam arasındaki ince çizgide gidip gelen mary'nin psikolojisi hızla yıkıma doğru sürükleniyor. bir taraftan ölmek, öbür taraftan yaşamak istiyor. bir taraftan james'in kendisini görmemesini, öbür taraftan ise james'in yanından ayrılmamasını istiyor ve bu geçişler o kadar hızlı oluyor ki psikolojisinin bütün ağır yükünü james'e geçiriyor. mary zaman içerisinde james'e kötü davranmaya ve onu yanından kovmaya başlıyor ama hemen sonra pişman olup james'e lütfen gitme yalvarırım diyor. bir yandan devamlı ölmek istiyorum, hastane benim üzerimden para kazanmak istiyor vs. diye tribe girerken, bir yandan da yaşamak istiyorum, ölmek istemiyorum gibi triplere giriyor. (aslında bu süreçler bildiğimiz normal insan süreçleri.) bu işin mary perspektifi.

    james'in tarafından baktığımız zaman ise kendisi, karısına oldukça aşık bir kişilik. her şekilde yanında ve destekleyici, sonuna kadar işi götürmeye çalışan bir insan portresi çiziyor. tabii bunlar mary'nin aşırı ruh hali değişkenliklerine kadar böyle gidiyor. bir zaman sonra mary'nin aşırı tutarsız halleri james'i yormaya başlıyor. mary'nin devamlı kendisine bir iyi bir kötü davranmasını, kendi ölümüyle ilgili sözlerini, ilişkileri için söylediklerini kaldıramamaya başlıyor. bir yandan da tabii gerçek hayat devreye giriyor ve james'in bilinçaltında farklı cinsellik dürtüleri de uyanmaya başlıyor. karısının tutarsız davranışları ve geçen zaman neticesinde james, başka insanlara karşı cinsel dürtüler geliştirmeye başlıyor. özellikle hastanedeki hemşireler, james'e aşırı seksi gelmeye başlıyorlar. tabii bu durum james'in kendisinden de nefret etmesine yol açıyor. nasıl böyle şeyler düşünebilir ki? hem evli, hem de karısı ağır hasta... devamlı gizliden gizliye kendini suçluyor. aslında karısıyla seks yapamamanın verdiği bir tür dürtü bu diye düşünüyor. keşke karım eskisi gibi olsa, daha seksi daha alımlı olsa da onunla seks yapabilsem gibi ekstra bir pencere açıyor kendine james. neyse işte bir zaman sonra karısından iyice bıkıyor ve hastaneye geliş gidişlerini bayağı bir azaltıyor. en sonunda hiç gelmemeye başlıyor. yani james, karısını kendi zihninde öldürüyor.

    mary ise bu durum için kendisini suçlu görüyor. james'e çok kötü davrandığını, bu yüzden james'in gelmediğini ve haklı olduğunu düşünüp, psikolojisini iyicene yerin dibine sokuyor. en sonunda ise doktorlar, mary'e yapacak bir şey kalmadığını son günlerini rahat geçirmesi gerektiğini söyleyip onu eve yolluyorlar. mary'de son bir mektup yazıp, ölümünden sonra hemşire rachel'a mektubun eşine verilmesini rica ediyor. (bütün bokta bu mektup yüzünden çıktı zaten.)

    james istemeye istemeye mary'i eve alıyor ama bu durumdan feci derecede bıkmış halde... kendini artık bu durumdan sıyırmak istiyor ama bir türlü çözüm yolu bulamıyor. düşünüyor, taşınıyor günler günleri kovalıyor ve en sonunda bir çözüm yolu buluyor. bulduğu çözüm yolu ise bir insanın yapabileceği en boktan çözüm yolu. ölüm döşeğindeki karısını yastıkla boğup öldürüyor. aslında james'i rahatlatması gereken bu sonuç, cinayetin hemen ardına kendisinde aşırı travmatik etkiler bırakıyor. ağır pişmanlık sonrası, beyni o kadar çok ağır ve karmaşık sinyaller veriyor ki tam o sırada beyni bir çeşit psikoz durumuna giriyor. yaptığı her şey o kadar ağır gelmiş olacak ki james'e beyni bir anda her şeyi bilinç altına doğru süpürüyor ve james ne yaptığını hatırlamıyor. tabii o sırada gördüğü bir mektupta her şeyi tetiklemiş olabilir. normalde oyunun sonunda tamamını okuduğumuz mary'nin mektubunun sadece bir kısmı artık nasıl olduysa james'in eline geçiyor. mektupta ''seni özel yerimizde, bekliyorum'' yazıyor. (silent hill de yani.)

    şimdi burada james'in psikozunu iyi anlamak lazım. james karısını öldürdükten hemen sonra psikolojik olarak o kadar ağır bir yıkım yaşıyor ki, james'in beyni bütün hikayeyi baştan aşağı değiştiriyor. bu yüzden mary'nin mektubunun bir kısmı onda şok etkisi yaratıyor. e niye şok etkisi yaratıyor? o kısma gelelim.

    çünkü, james'in beyninin yazdığı hikayenin bambaşka bir gidişatı var. o hikayeye göre;

    - james, mary'i ölene kadar sevmiş, korumuş ve kollamış ama işte hastalık ya mary 3 sene önce hastalık yüzünden kendi ecelinden ölmüş. james ise aşırı kahrolmasına rağmen hayata devam etmiş. ta ki bu mektup bir şekilde eline geçene kadar.

    james'in yeni hikayesi tam olarak böyle vuku buluyor. james ise hem durumu anlamak hem de bir ümit karısını görebilmek için cinayetin hemen ardına arabasıyla silent hill kasabasına gidiyor. silent hill kasabasının girişindeki otoyolun kapatıldığını gören james, otoyolun kenarındaki yerde arabayı sağa çekip, tuvalete gidiyor ve tam olarak burada oyun başlıyor.

    ''mary burada olabilir misin?'' soruları eşliğinde başlayan oyunda tuvaletten çıktıktan sonra ara sahne girer ve james silent hill kasabasına bakarken iç sesiyle bir konuşma yapar. (müzik efsanedir tabi. akira yamaoka abi sağ olsun.)

    mary'nin sesiyle;

    - huzursuz rüyalarımda, o kasabayı görürüm. silent hill. beni bir gün oraya tekrardan götüreceğine söz vermiştin ama bunu hiç yapmadın. neyse orada artık yalnızım. bizim özel mekanımızda. (normalde mektup bu değil. bu mektubun çeşitli yerlerinden alıntılanmış minik bir kısmı sadece.)

    şimdi geldik james'in kendiyle konuştuğu iç ses olayına. (efsane müzik tam burada giriyor.)

    - bir mektup aldım.

    - mektubu gönderen kişinin üstünde karımın adı mary yazıyordu.

    - saçmalık. bunun doğru olma ihtimali olamaz.

    - devamlı kendime ölü biri mektup yazamaz diyorum.

    - mary, o içine ettiğim hastalıktan öleli tam tamına üç sene oldu. (yok ya.)

    - e o zaman onu niye arıyorum?

    - ''bizim özel mekanımız'' derken nereyi kastetmeye çalıştı ki?

    - bütün şehir bizim için özel mekandı.

    - acaba gölün oradaki parktan mı bahsediyor? (rosewater park, dibi hemen toluca gölü.)

    - bütün günümüzü, göle bakarak geçirmiştik.

    - mary gerçekten orada olabilir mi acaba?

    - gerçekten canlı bir şekilde beni bekliyor olabilir mi?

    neyse efendim sonra ara sahne biter, oyuna başlarız. arabadan haritayı alıp, gözlem yerinin aradaki patika yoldan şehre doğru gideriz ve ta taaaaaaa yolculuk başlar. gördüğünüz üzere james gerçeği unutmuş ve kendine alternatif bir gerçeklik yazmıştır. 3 yıl önce öldü muhabbeti de doktorun kendisine ''eşiniz en fazla 3 yıl yaşar.'' muhabbetinden geliyor. james aslında karısını ilk hasta olduğunda kafasında öldürmüş. doktorun ''en fazla 3 yıl yaşar.'' muhabbetini o kafasında öldü diye algılamış beyni. böylece bu muhabbeti bile beyni, hafızasında ters çevirmiş.

    2. angela orosco

    - kendisini oyunun başında mezarlıkta buluruz. bize annesinin şehirde bir yerde olduğunu babası ve abisiyle şehre gelip annesini aradıklarını söyler. bize dikkatli olmamızı söyler, şehrin garip ve tehlikeli olduğundan bahseder.

    -ikinci görüşümüz woodside apartment bölümünde olur. elinde bıçakla, duvar boyunda ve eninde bir aynaya bakarken buluruz kendisini. aramızda çok garip bir konuşma yaşanır ve en sonunda bıçağı elinden almak isteriz çünkü angela'nın intihar edeceğini düşünürüz. bıçağı bize geri verirken elimizi uzatırız, o anda angela çığlıklar atmaya başlar, sonra özür diler bıçağı bırakır ve gider. buradan da angelanın normal bir insan olmadığı sonucuna çıkarız. (zaten normal olsa sh kasabasında ne işi var?)

    - üçüncü görüşümüz ise oyunun bayağı ileri bir kısmında yaşanır. hapishane sonrası labirentte dört dönerken yerde bir gazete parçası buluruz. gazete de thomas orosco adlı bir kişinin defalarca bıçaklanarak öldürüldüğünden bahseder. evdeki eşyalara, paraya ve adamdaki eşyalara dokunulmamıştır. bu yüzden polis araştırmayı tanıdıklar üzerine yoğunlaştırır. bu arada thomas orosco'nun geçmişten kalan bazı taciz ve darp suçları bulunmaktadır. bu haberi okuduktan sonra ilerlediğimizde bütün yerler ve bir oda gazete ile kaplanmıştır. üstüne tıkladığımızda gazetenin tarihini öğreniriz. gazete o güne aittir. o anda içerden angelanın çığlığı gelir ve ''baba hayır yapma'' der. biz de içeri atılırız ve içerde baba değil yaratık görür öldürürüz. angela ise bize bok gibi davranır. karımızı aslında sevmediğimizi, onu bizim öldürdüğümüzü, erkeklerin hep aynı olduğunu söyler. bunları söylerken de öğürmeye başlar ve gider.

    - en son görüşümüz ise otelde olur. su basan kattaki odaya girdiğimizde normalde gitmemiz gereken yerden farklı içinde merdivenlerin olduğu bambaşka bir odaya geçeriz. burada alevler vardır ve angela bizi görerek yanımıza gelir ama işin garip tarafı bizi james olarak değil annesi olarak görür. sonra annesi olmadığımızı anlar ve özür diler. neyse vazgeçtim, şöyle yapalım. diyalogları yazayım ben size.

    a- (angela) annecim! ben de seni arıyordum. sadece bir tek sen kaldın. belki artık dinlenebilirim.

    (yavaş yavaş merdivenlerden aşağı inerek angela'dan uzaklaşırız)

    a - anneeeciiim! niye benden uzaklaşıyorsun? (der ve bizi yakalar. o sırada elleriyle suratımızı tutar ve bizim anne olmadığımızı anlar.)

    a- sen benim annecim değilsin. (birkaç adım geri çekilir) sensin. (james'i kasteder)

    a- (kafası karışmış ve biraz da utanmış bir şekilde) özür dilerim.

    j - (james) angela, hayır.

    a - (rahatlamış bir sesle) beni kurtardığın için teşekkür ederim ama bunu yapmamış olmanı dilerdim. annecim bile başıma gelenleri hak ettiğimi söylerdi.

    j - hayır angela bu dediklerin doğru değil.

    a- hayır, bana acıma, buna değmem. (bir anda tavır değiştirir. daha flört eder bir halde) ya da belki beni kurtarabileceğini düşünüyorsundur. beni sevecek misin? bana bakabilecek misin? benim yaralarımı sarabilecek misin? (james'in başı öne eğmiştir. yapamayacağını biliyordur. angela bu durumu anlar ve iç çekerek) tam da tahmin ettiğim gibi!

    a- (daha olgun bir sesle) james, bana bıçağı ver. (apartmanda aldığımız bıçak)

    j - hayır, vermeyeceğim.

    a- kendini kurtarmak için mi saklıyorsun?

    j- ben mi? hayır. kendimi kesinlikle öldürmem ben.

    (angela sessizliğe bürünerek merdivenlerden yukarı doğru çıkar. james'den uzaklaşmaya başlamıştır. o ara ikisinin arasını alevler kaplar. artık birbirlerine ulaşmaları imkansızdır. tam o sırada james)

    j - burası cehennem gibi sıcak

    a - demek sen de görmeye başladın. burası benim için hep böyleydi! (der ve merdivenlerden yukarı doğru çıkarak gözden kaybolur.)

    bu konuşmadan sonra kendisinden bir daha haber almayız. neyse şimdi işin özüne dönelim. angela küçüklük zamanlarından beri babasının ve dahi abisinin tacizine uğramaktadır. anladığımız kadarıyla defalarca babası tarafından tecavüze uğramıştır. annesi ise bu durumu sallamamaktadır. annesi devamlı angelaya, başına gelen durumları hak ettiğini söylemektedir. angela, ne kadar annesine ulaşmaya çalışırsa çalışsın annesi hep angeladan uzak durmuştur. bu arada kendisi devamlı dayak yemektedir. en son bir gün yine babası angelayı taciz edecekken bu duruma dayanamaz ve ekmek bıçağını kapıp, babasını elek gibi deler. (gazete küpüründe bahsedilen cinayet... thomas orosco, angela orosco'nun babası) angela işlediği cinayetten sonra evden kaçar. o sırada da psikoza girer. annesinin silent hill kasabasında kaybolduğunu, babası ve abisiyle birlikte annesini aradıklarını düşünür. kasaba değişik bir şekilde angelayı çağırmıştır.

    eddie dobrowski: kendisiyle ilk kez woodside apartment bölümünde karşılaşırız. odaya girdiğimizde mutfağın orada bir ceset vardır ve tuvaletten öğürtü sesleri gelmektedir. merak edip tuvalete daldığımızda, eddie'yi tuvalette kusarken buluruz. bize yeminler ederek cesedini bulduğumuz adamı kendisinin öldürmediğini, odaya geldiğinde adamın zaten ölü olduğunu söyler. biz de inanırız tabii. bize dikkatli olmamızı, şehrin tehlikeli olduğunu söyler.

    ikinci karşılaşmamız bowling salonunda olur. eddie, laura ile konuşmaktadır. biz onların yanına seğirtince laura mekandan uzaklaşır. eddie ise pizza yemektedir. james, eddie'ye kızın peşinden niye gitmediğini, şehrin tehlikeli olduğundan bahseder. eddie ise umursamaz bir şekilde pizzasını yerken ''kız bana kendine bakabileceğini söyledi.'' gibisinden abuk bir cümleyle karşılık verir. biz ise taşşak geçiyor herhalde bizle diye düşünüp laura'yı aramaya devam ederiz.

    üçüncü görüşümüz ise hapishanede olur. bu sefer birden çok ceset görürüz ve eddie az buçuk delirmiş bir şekilde bize insan öldürmenin aslında ne kadar kolay olduğundan bahseder. tetiği çekiyorsun ve puuuuuh, bitti. biz ise eddie'ye neler olduğunu sorarız? eddie bir suçunun olmadığını, adamın kendisini takip ettiğini ve kendisiyle dalga geçtiğini söyler. bizim ise şaşkınlığımız iki katına çıkar. eddie'ye sadece bunun için mi öldürdün? deriz. eddie ise kendinden gayet emin bir şekilde evet der. biz ise eddie'ye sırf biri seninle dalga geçti diye onu öldüremezsin der. eddie, niye olmasın ki? zaten bugüne kadar insanlar hep benimle dalga geçiyord, aynı o salak köpek gibi der. biz iyiden iyiye kıllanınca eddie hehehe şaka yaptım james. ben geldiğimde zaten adam ölmüştü der ve aceleyle bizden uzaklaşır.

    son görüşümüz ise mezarlığın orada olur. içine kazılı mezarlığa gireriz ve biraz devam ettikten sonra soğuk hava deposu gibi bir yerde eddie ve bir sürü ceset ile karşılaşırız. bundan sonrası diyaloğa kalıyor.

    j - (james) (şaşkın ve tedirgin bir şekilde) eddie, ne yaptığını zannediyorsun sen?

    e - (eddie) (elinde revolverıyla tatmin olmuş bir şekilde cesetlere bakıyordur. biz bu tepkiyi verince bize dönerek) ne yapıyor gibi görünüyorum? o zaten hep toplarımı patlatıyordu. (yakalıyordu demek saçma olurdu neyse.)

    e- seni şişko, bok çuvalı yığını seni. seni gördükçe midem bulanıyor. deri zaiyatı, şişko göt. o kadar çirkinsin ki annen bile seni sevmiyor. (kendisiyle dalga geçenlerden bahsediyor.)

    e - belki de o haklıydı .belki de ben hakikaten şişko bir bok çuvalıyımdır. ama ne var biliyor musun? akıllı, aptal, çirkin ya da şirin olman hiçbir şey değiştirmiyor. öldükten sonra hepsi aynı zaten ve bir ceset asla gülemez.

    e - şu andan itibaren, benimle dalga geçen herhangi bir kişi olursa onu öldüreceğim. (revolverı kafasına götürüp canlandırma yaparak) tam da bu şekilde işte. (eddie tiratını bitirip, arkasını dönüp kapıya doğru gidecekken, bizim aşırı zeki james, eddie'ye doğru şu lafları kurar)

    j - eddie sen kafayı mı yedin? (aferin sana james. adam sanki bir dakika boyunca duvara konuştu. ha sana anlatmış ha duvara anlatmış yani.)

    e- (eddie, james'e dönerek) biliyordum. sen de aynen onlar gibisin.

    j- (yediği boku anlayarak) hey, ben bişi ima etmek istemedim.

    e - hiç dertlenme. ben anlayacağımı anladım. ilk tanıştığımızdan beri aslında bana gülüyordun değil mi james? seni geberteceğim james! daaaaaaaaaan (ateş eder.)

    eddie'yi hırpaladıktan sonra etlerin saklandığı öbür odaya doğru kaçar. odadan içeri dalarız veeeeeeeee.

    eddie bir tirat daha atar. nefret edildiğin zaman sana neler yapıldığını biliyor musun james? sataşırlar, hakaret ederler ve bunu sadece görünüşün için yaparlar, bütün bok gibi hayatın boyunca hem de.

    e - işte bu yüzden köpeği öldürdükten sonra kaçtım. hem de küçük bir kız çocuğu gibi! evet, o köpeği zevk alarak öldürdüm. kendi bağırsaklarını çiğnemeye çalışıyordu. sonunda ebesinin hörekesini gördü. ardından o da beni takip etti. (köpeğin sahibi koç) onu da sağ bacağından vurdum. köpekten daha çok ağladı.

    e- o dizden geriye kalanlarla artık zor futbol oynar. (bizim amerikan futbolu dediğimiz şey tabii.)

    j - bunun için insanları öldürmekte bir problem görmüyorsun demek? senin yardıma ihtiyacın var, eddie.

    e- bana masumu oynama james. bu şehir seni de çağırdı. sen de benim gibisin, biz öbür insanlara benzemiyoruz. bunu hala anlamadın mı? hadi biraz eğlenelim. (ve ikinci çatışma kısmı) (burada eddie'yi bağırta bağırta öldürürüz ve bir insan öldürdüğümüz için üzülürüz filan)

    eddie'nin hikayesini toplarsak şayet şöyle bir sonuca çıkıyoruz. eddie küçüklüğünden beri dombili, çirkin bir tiptir. küçüklüğünden beri akranları tarafından dalga malzemesi olur ve bu büyüyünce de bitmez. eddie ne kadar kendini topluma adapte etmeye çalışırsa çalışsın hep insanlardan ret yer ve kendisiyle alay edilir. buna futbol takımının oyuncuları ve koçu da dahildir. bir zaman sonra iyice dellenen eddie, kendisiyle ağır dalga geçen futbol koçunun köpeğini vahşice öldürür. sonra koç arkasından gelmeye başlar ve onu da ayağından vurur. böyle geleni geçeni vurduktan sonra eddie psikoz geçirmeye başlar ve olayları unutur. şehrin ''hangi sebepten olduğunu anlamadığım bir şekilde'' çağrısına uyarak silent hill kasabasına gelir. tanıştığı laura bile kendisiyle şişko diye dalga geçer ama o sırada eddie olanları hatırlamadığı için laura'yı öldürmez. bunun yanında enteresan bir durum da yaşanır. bu üçlü içerisinde en akıllı olan kişi aslında eddie'dir çünkü şehrin gelen insanlara neler yaptığını ilk o anlar. anlar anlamasına ama şehrin kendisine yaptığı oyunlar, eddie'yi pişmanlığa sürüklemez ya da pişman olmasına sebep olmaz. bilinçaltı kırılıp, gerçekleri fark etmeye başladığı andan itibaren eddie yaptığı eylemlerden ötürü haz almaya başlar. hatta şehirde kendisine görünen ''dalga geçen'' insanları öldürdükçe haz alma ve tatmin olma duygusu daha da artar. resmen açlık duymaya başlar. silent hill kasabası kendisi için pişman olunacak, acı çekilecek ya da korkulacak bir yer değil istediği zaman istediği kişiden rahatça intikam alabileceği bir lunaparka ya da shooter oyununa döner. yani bildiğiniz daha çok kafayı yer. final anında ise james ile girdiği diyaloglar onun son şansıdır. şehir, son kez eddie'ye kurtulma şansını tanır. bunun için sadece james'e anlayış göstermesi, hatasını anlaması ve james'in yardım teklifini kabul etmesi yeterlidir ama eddie kafayı yediği ve öldürme açlığı çektiği için, james'in ''sen delirdin mi?'' sözünü fırsat belleyerek james'e saldırır. şehirde eddie'nin fişini çeker ve james ile kapışmasını sağlar. james, eddie'yi istemeyerek de olsa öldürür ve eddie'nin hikayesi başarısızlıkla biter.

    laura - laura'nın hikayesi enteresan. bir çok üretilen tezde kendisi aslında gerçekten var mı yok mu tam belli değil. benim için kesin var da bazı insanlar, laura karakterinin şehir tarafından uydurulduğunu söylüyor. benim için öyle bir durum yok.

    bu hikayeyi de james usulüyle anlatayım. laura yetim bir kız. hastanede takılırken mary ile tanışıyorlar ve zaman içerisinde çok iyi arkadaş oluyorlar. hatta arkadaşı geç, tam bir ana-kız oluyorlar. öyle bir durum ki bu mary eğer hastaneden sağ salim taburcu olursa laura'yı evlatlık olarak almayı bile planlıyor. hesapta james ile mary, laura'yı evlatlık alıp kendi kızları yapacaklar. neyse bu plan tabii ki epic fail olarak sonlanıyor. mary'nin kısa bir zamanı kalıyor, o zamanda son günlerini iyi geçirsin diye hastaneden taburcu ediyorlar, james'in yanına eve dönüyor ve james finalde mary'i öldürüyor. zaten bu kısmı biliyorsunuz. laura ise mary'i aramak için silent hill'e geri geliyor. laura, mary'nin aslında öldüğünü bilmiyor.

    ilk karşılaşmamız woodside apartment bölümünde oluyor. james, anahtarı almak için demir parmakların ardına kolunu uzatınca, bir anda laura ortaya çıkıp, james'in eline basıyor ve anahtarı tekmeleyerek james'in ulaşmasını engelliyor. sonra da ''ha haa'' diye bir dalga geçen gülücük atıp mekandan kaçıyor. james ise dur, bekle diyor ama nafile.

    öbür karşılaşmamız park'a doğru giderken oluyor. laura duvarda oturuyor, biz de elime basıp oradan kaçan sen miydin? diyoruz. laura da bilmem belki de moduna giriyor. tabii bizim merak ettiğimiz daha da önemli bir husus var burada. o da laura'nın yaratıklar dolu şehirde nasıl rahat bir şekilde gezdiği? biz buraya odaklanırken kızın elinde mektup görüyoruz ve odağımız oraya kayıyor. kız da sinirlenip seni ilgilendirmez. zaten mary'i de hiçbir zaman sevmedin diyor ve koşarak bizden uzaklaşıyor. bizim herifçioğlu mary'nin adını duyduğunda gözleri fal taşı gibi açılıyor ve kıza dur! gitme! mary'i nereden tanıyorsun? vs. diyor ama yine nafile.

    üçüncü karşılaşmamız bowling salonunda oluyor. eddie, pizzayı gömerken laura ile muhabbet ediyorlar. laura, eddie'ye ''peki sen ne yaptın? hırsızlık mı yoksa cinayet mi?'' gibisinden sorular soruyor. eddie, ''yok öyle bir şey değil'' diyor. o sırada laura, eddie'ye ''boşboğaz şişko'' gibisinden bir şey söylüyor. bu arada eddie o kadar pizza yemeye odaklanmış ki laura'nın tam olarak ne söylediğiyle pek ilgilenmiyor. polislerin kendisini kovaladığından ötürü kaçtığını söylüyor ama anladığımız kadarıyla polislerin kendisini niye kovaladığını tam olarak anlamamış. buradan da eddie'nin mevzuyu unuttuğunu anlayabiliyoruz. laura ''bari özür dileseydin, bak bende hep yalnızdım'' gibi bir şeyler söylerken eddie ''onlar dinlemezler, kimse beni affetmeyecek'' gibisinden bir şeyler söylüyor ama burada çok bilinçli olduğu söylenemez. şayet bilinçli olsaydı, laura kendisine şişko dediğinde kılçığını ayıklardı. neyse james o sırada bulundukları yere geliyor ve laura yine kaçıyor. kovalamaca devam ederken hastaneye giriyor. arkasından da james ile maria geliyor. (maria, sonraki konu. o yüzden maria kısmına şu an tam olarak girmiyorum.)

    dördüncü karşılaşmamız hastanede oluyor. james, laura'yı buluyor ve beraber odadan çıkıyorlar. laura en sonunda james'e mary'nin mektubunu unuttuğunu söylüyor ve james'i meraklandırıyor. james'i odaya sokuyor ve onu içeri kitliyor. neyse bu konudan sonra da bahsedeceğim için daha çok uzatmıyorum.

    - beşinci karşılaşmamız otelde oluyor. piyanonun arkasından çıkıyor ve aramızda enteresan bir doğum günü diyaloğu yaşanıyor.

    en son karşılaşmamız ise karımızla eskiden kaldığımız otel odasında oluyor. bütün gerçeği suratımıza çarpan videoyu izledikten sonra laura odaya giriyor ve aramızda şöyle bir diyalog geçiyor.

    l- (laura) demek buradasın james. mary'nin mektubunu buldun mu? mary'i buldun mu? eğer bulamadıysan şimdiden başlayalım tamam mı?

    j - (james) (gerçeği öğrendikten sonraki bitkin sesiyle) laura. mary gitti, o öldü.

    l - yalancı. bu bir yalan!!

    j- hayır, bu doğru değil.

    l - (endişeli ve üzgün bir sesle) peki o, hastalıktan ötürü öldü değil mi?

    j- hayır. onu ben öldürdüm.

    l- (şoka uğramış bir şekilde hafif geri çekilerek) katil!!. bunu niye yaptın? senden nefret ediyorum. onu geri istiyorum. onu bana geri ver. onu önemsemediğini biliyordum. senden nefret ediyorum, james! senden nefret ediyorum! senden nefret ediyorum! (bu arada james'e vurmaya başlamıştır. james hiçbir cevap veremez. koltukta başı aşağı doğru bakar.)

    l- (daha sakin bir şekilde) o hep seni beklemişti. neden? neden?

    j- (yıkılmış bir şekilde) ben, özür dilerim. (yavaşça koltuktan doğrulur) senin tanıdığın mary, burada değil. (the mary kullanılmış. yani herhangi bir mary değil bu. james'in karısı olan mary. tahminen maria da çakma mary olduğu için spesifik bir şekilde karısından bahsediyor.)

    neyse finalde laura odadan çıkar ve spesifik bir oyun sonu hariç bir daha kendisini görmeyiz. evet, laura'nın hikayesi budur sevgili arkadaşlar.

    3. peki oyundaki her karakter tam olarak silent hill'de ne yaşıyor? nasıl yaratıklarla karşılaşıyor?

    oyunda herkes için yaratık görünmüyor arkadaşlar, kesin bilgidir bu. bunun ispatlarına bakarsak şayet;
    - şehir içinde gezerken yerde notlar buluruz. (cesedin etrafında notlar vardır.) mealen:
    ''bu yazıyı bulduysanız tahminen ölmüşümdür. şehirde gezerken şeytanlar gördüm. (canavar olarak değil şeytan olarak tasvir etmiş. belki gerçekten ona şeytan olarak gözükmüşlerdir.) işin ilginç kısmı ise arkadaşım hiçbir şey görmediğini söylüyor. acaba gördüklerim birer illüzyon muydu? ama olamaz çünkü bir insanı canlı canlı yediklerini de gördüm ve bu tamamen gerçekti...'' (sonrasında şeytanla karşılaştığında neler yapılması gerektiğinden bahsediyor. ümit yitirilmemeli vs. ateş edilmeli, böylece öldürülebiliyorlar. insandan daha güçlü bir yaratık görüldüğü zaman kaçılması gerektiğini söylüyor falan fişman)

    - buradaki bam teli cümle ''ben yaratık görüyorum ama arkadaşım hiçbir şey görmüyordur.'' yani demek ki şehir kendisine farklı, arkadaşına farklı gözüküyor.

    -bir başka durum eddie ve angela'nın yaşadıklarıdır. oyun boyunca bir şekilde onlarla karşılaşırız ama bir türlü oyun içindeki yaratıklar konusu muhabbet dahilinde açılmaz. hatta bambaşka şeylerle karşılaşırız. mesela:

    - angela, ''baba hayır'' diye bağırdığında hemen arkasından odaya fırlarız ve gördüğümüz şey karşısında şok oluruz. angela, yaratığın birine ''baba ne olur yapma, yalvarırım'' gibisinden cümleler kurmaktadır. baba mı? yapma mı? hem de yaratığa... neyse erkeklik yapacağız ya, yaratığın üstüne atılırız ve finalde yaratığı haklarız. yaratık yerde can çekişirken, angela yaratığın üstüne televizyon fırlatır, yetmez bir de üstüne yaratığı yerde tekmeler. sanki yaratıktan intikam alıyor gibidir. sonra aramızdaki diyalog başlar. (yukarıda yazıldı.) yani bizim yaratık olarak gördüğümüz şeyi, angela babası formunda görmektedir. (zaten odanın kendisi sembolizm ile doludur. yuvalarda ileri geri yapan penis gibi çıkıntılar, odanın en alakasız bölgesinde televizyon falan vardır. angela'nın evde yaşadığı kabusların resmen bir izdüşümüdür oda.)

    - otelde ise dananın kuyruğu kopar. angela bölümünde yazıldığı gibi merdivenlerde angela ile karşılaşırız ve aramızda uzun bir diyalog geçer. (aynı bölümde diyalog çevrildi. yukarıdan seyirtebilirsiniz bir daha) en sonunda alevler eşliğinde ''burası cehennem gibi sıcak oldu.'' deriz. angela ise ''demek sen de görüyorsun artık ha? benim için burası hep böyleydi.'' der ve gider.

    olay şu ki biz yaratık görürken angela herhangi bir yaratık görmemektedir. oyunun başından itibaren alevler içindeki silent hill'de annesini bulmaya çalışmaktadır. biz farklı karşılaşmalarımızda hiç ''yahu ben yaratık görüyorum, e bende alev görüyorum'' tadında diyaloglara girmeyiz. bir tek babasıyla kapıştığımız yerde durum ayyuka çıkar. bizim yaratık olarak gördüğümüz şeyi angela babası olarak görmektedir. yani şehir angela'ya bambaşka bir cehennem yaşatmıştır.

    - eddie'de ise ceset problemi vardır. eddie'yi gördüğümüz çoğu yerde yanında yöresinde mutlaka bir insan cesedi vardır. zaten ilk karşılaşmamızda mutfağın orada bir ceset vardı ve eddie tuvalette kusar vaziyetteydi. burada şöyle bir sıkıntı var. biz oyunun neredeyse her alanında yaratık görürken bir iki yer hariç hep eddie'nin yanında insan cesedi görürüz. ya bizde bir sıkıntı var ya da bütün rahmetli insanlar eddie'ye denk geliyor. en sonunda eddie kafayı ekmek peynirle yiyince öldürmek zorunda kalırız. (tabi o yandaki cesetleri öldüren kişi eddie'dir. orası ayrı bir konu.) sonuç itibariyle biz her yerde yaratık görürken eddie yaratık falan görmez. o, sh kasabasında sadece kendisiyle dalga geçen, zorbalık etmeye çalışan insanlar görür. anladığım kadarıyla şehre ilk geldiği zamanlar, tam olarak bu insanlara ne yapacağını bilemez. en sonunda ilk cinayetini apartmanda işler ve ilk defa insan öldürdüğü için midesi bulanır ve tuvalette kusmaya başlar. ikinci kez bowling salonunda gördüğümüz zaman ise sanki az önce kusan o değilmiş gibi pizza yemektedir ama belli ki kafası aşırı derecede dalgındır. bu kısımda da, eddie ilk işlediği insan cinayetinin şokunu atlatmış, az buçuk rahatlamış ama yine de tam olarak ne yapacağını kestirememiş bir haldedir. sonraki karşılaşmamızda ise artık eddie, insan öldürmekten zevk alır bir hale gelmiştir. şehrin kendisine yapmaya çalıştığı şeyi de çakozladığı için bu durum eddie'nin contalarının yanmasına sebebiyet vermiştir. neyse mevzu bu.

    en büyük bomba ise laura'da başlıyor. biliyorsunuz ki laura ile ilk apartmanda karşılaşmıştık. biz anahtarı, parmaklıkların ardından almaya çalışıyorduk. tam da bu sıra laura ortaya çıkıp elimize basıp, ardına anahtarı da tekmelemişti. o sırada bekleeee laaan diye bağırmıştık ama tam olarak laurayı'da umursamamıştık çünkü o sırada aklımız anahtarı alıp buradan gitmek üzerineydi.

    ikinci kez laurayı gördüğümüz zaman ''lan bu kızın burada ne işi var?'' sorusu aklımıza geldi ama onda da laura sağ olsun, konuyu mary'e getirip, bizim kafamızı allak bullak etti.

    üçüncüsünde bowling salonunda bizi görünce kaçmıştı. burada artık ''bu kız burada yalnız gezemez.'' moduna tam olarak girmiştik. (allaha çok şükür. çok hızlı aydınlanan bir karakterimiz var. leb demeden çorum diyoruz yani o derece. öyle değil mi?) * bir de eddie'ye fırça atmıştık. la oğlum kız burada yaratıkların ortasında kalmış, sen oturmuş homidigırtlak pizza gömüyorsun. eddie tabi yaratık falan bilmediği için laura'nın başına bir şey geleceğini düşünmüyor haliyle. biz de amaaan siktir et şimdi eddie'yi moduna girip, laura'nın arkasından kendimizi dışarı atıyoruz. (tabi bunu sadece, küçük bir kızı yaratıkların arasından kurtarmak istediğimiz için yapmıyoruz. en önemli motivasyonumuz ''la bu bücür, mary'i nereden tanıyor?'' şeklinde ilerliyor.)

    dördüncü karşılaşmada laura'yı hastanede sonunda buluyorduk. üstte tam çevirmedim mevzuyu ama burada olay çokomelli bir hal alıyor. şehirde kim ne görüyor, ne görmüyor, kim hangi kafaları falan yaşıyor muhabbetinin adam akıllı ilk defa açıldığı yerdir burası. yukarıda çevirmemiştim, burada çeviriyorum.

    - (odaya girmişizdir. üstümüzdeki flaşı yatakların arasına doğru tutarız ve laura'yı sonunda görürüz.)

    j - (james) laura!

    l- haa? benim adımı biliyor muydun?

    j - eddie söyledi.

    l- allahın çenesi düşük şişko patatesi! (türk usulü çevirme)

    j - mary'i nereden biliyorsun?

    l - bunun önemi ne ki?

    j - neden sadece ne olduğunu söylemiyorsun ki?

    l- eğer söylemezsem bana bağıracak mısıni?

    j- hayır, tabii ki yapmayacağım.

    l - (laura ayağı kalkar) mary ile arkadaştık biz. geçen sene hastanede tanıştık biz. (geçen sene?)

    j - (sinirlenerek) seni yalancı!! (laura korkar haliyle, bu sırada james, laura'yı korkuttuğu için üzülür) laura!, şey ben...

    l - aman iyi be inanmazsan inanma!

    j - ama mary zaten halihazırda geçen sene ... (ölmüştü desene be adam.)

    j - özür dilerim laura. neyse, hadi gidelim buradan.

    j - bunu sonradan konuşuruz. burası çocuklara göre bir yer değil. burada bir ton garip şeylerden var. tek bir çizik bile almadan rahat rahat takılabilmene inanamıyorum. (mealen çeviri bu kısım.)

    l- niye böyle bir şey yaşansın ki zaten? (aha işte burası.) (neyse beraber odadan çıkıp, hastane koridorunda yürümeye başlarlar.)

    l - (yürürken bir anda lauranın aklına bir şey gelir ve james'i çekiştirmeye başlar.) bekleeee!! gidip almam gereken bir şey var!

    j- (bir an önce hastaneden çıkmak istediğimiz için umursamaz bir şekilde) başka bir zaman alırsın, tamam mı?

    l- ama çok önemli

    j- neymiş peki?

    l- mary'den bir mektup.

    j - haaaa? (ya da laaaaaaaaaaaaan olarak da çevirebiliriz burayı. james burada aşırı derecede şaşkındır)

    l- onu gidip almalıyım, olur değil mi?

    j- evet, tabii ki. (james burada heyecanlanır. aşırı derecede isteklidir artık.) (beraber bir odaya kadar yürürler.)

    l- (laura anahtarla bir odanın kilidini açar.) hadi çabuk ol.

    j- içeride mi?

    l- evet, odanın sonunda. (burada james ışıldak ile içeriye girmiştir.)

    j- ne yapıyorsun laura? (laura içeri gelmediği için james bu soruyu sorar)

    l- odanın ilerisinde arkada. masanın içinde işte.

    (bir anda kapı kapanır ve kitlenir.)

    j- laura!! ne yapıyorsun? (kapıya doğru koşarız o sırada ama geç kalmışızdır. bir yandan da odanın içinden değişik bir yaratık sesi gelir.)

    l- ha ha, seni kandırdım

    j- kapıyı aç laura.

    l- niye yapayım ki? sonuçta ben yalancıydım değil mi? (mary olayında yalancı diye bağırdık ya intikam alıyor zilli)

    l- açmamı mı istiyorsun? haaa, haaa istiyor musun? (bide bizle oyun oynuyor.) (bu arada kapıyı yumruklamaya başlarız.) peki sihirli sözcük neydi? (tahminen laura bizden burada kendisine yalvarmamızı istiyor. sihirli kelime de ''lütfen'' ya da ''özür dilerim'' gibi bir şey) (bu arada tavandan hörst diye bir yaratık sallanır baş aşağı.)

    j- laura!

    l- iyi peki, sanırım kapıyı açmayacağım. seni burada mal gibi bırakıp gideceğim.

    j- seni sümüklü küçük velet! aç lan şu kapıyı!

    l- (sinirli bir şekilde) neden ya? sen var ya sen...

    j- laura?

    l- bok suratlı herif!

    sonrasında diyalog biter ve odadaki iki tane tavan yaratığıyla savaşmaya başlarız. neyse buralar önemli değil. önemli olan iki tane yer var.

    1. biz, laura'ya ''la kızım tek başına ne işin var burada? yaratıklar dötünü mü kemirsin istiyorsun? la bide çizik bile almamış yeminlen mucize gibi...'' tribinde takılırken, laura'nın bize dönüp ''niye öyle bir şey olsun ki?'' diye karşılık vermesi. laura burada mevzuyu hakikaten anlamıyor. james mevzuya inanamazken, laura da james'in mevzuya inanamamasına inanamıyor. niye peki? çünkü james yaratık görürken, laura hiçbir bok görmüyor da ondan işte. yoksa neyden olacak?

    2. laura, james'in kendisine ''yalancı'' demesine içerlemiş olacak ki, mary'den mektup var diye bizi uyutup, bir odanın içine sokuyor ve odayı üstümüze kilitliyordu. tavandan yaratıklar inmeye başlayınca biz de kapıya asılıyorduk. ''laura aç la kapıyı'' falan diyorduk. şimdi burada da aslında laura bizle oyun oynuyor. bizi odaya kilitleyerek korkutacak ve özür dilettirecek asıl amacı bu ama o sırada james, canının peşine düştüğü için ''lütfen'' diyecek ya da özür dileyecek takati yok, laura'ya basıyor fırçayı. laura da dellenip çekip gidiyor. aslında laura, içeride yaratık falan olduğunu bilmiyor. sadece james'in sözleri onu kırmış. bu yüzden çocukça hislerle james'e özür diletmeye çalışıyor. james ise onu yaratıkların kucağına attığını zannettiği için, laura'ya çemkiriyor ama tekrardan söylüyorum, laura yaratık falan bilmiyor. onun için silent hill şehrinde yaratık diye bir şey yok.

    laura ile ilgili bu konudaki son mevzu ise hastane çıkışı yaşanıyor. hastane odasında anahtarı alıyoruz ve çıkacağız. tam o sırada gözümüz dışarı takılıyor. laura, hastanenin çoktan dışına çıkmış. silent hill'in alternate tarafında (evet yanlış duymadınız, bildiğiniz alternate tarafında.) elini kolunu sallaya sallaya geziyor. biz iyice şaşırıyoruz bu duruma. dediğimiz gibi laura için şehirde yaratık yok, sis yok, alternate taraf yok. onun için silent hill, normal bir pazar gezmesinden ibaret.

    4. bizim gördüğümüz yaratıklar ya da hayali yaratıklar neler?

    biz oyunda imgeleme yaratıklar görüyoruz. geçmişimizden kalan anıları, bilinçaltımızın diplerine doğru bastırdığımız hikayeleri, fantezileri, kötü hislerimizi vs. görüyoruz. (buradan sonraki bütün yaratık tasvirleri teori üstünedir. silent hill 2 evreninde ''şu yaratık tam anlamıyla bunu temsil eder.'' gibi bir canon açıklama yoktur.)

    lying figure: ilk gördüğümüz yaratık. şehirde sürüne sürüne gezerken buluyoruz kendisini ve hemen ardına takip ediyoruz. en son çıkmaz bir yolda barikatların arkasında kendisine rastlıyoruz ve barikatın odununu çekip kendimize haydar yapıp yaratığa allah ne verdiyse dalıyoruz. sonrasında kırık bir radyo buluyoruz ve kesik kesik mary'nin seslerini duyuyoruz. sesler tam anlaşılmıyor ama ''james seni bekliyorum, neredesin?'' gibisinden konuşmalar geliyor. neyse devam...

    bu yaratık hem mary'nin hastalığında james'in çektiği ıstırabı hem de mary'nin çektiği ıstırabı temsil eder. mary'nin hastalığında vücudunda bir ton ağır yara çıkmıştır. bu yüzden kendini yaratığa benzetmeye başlar. aynı zamanda lying figure yaratığının elleri kolları bağlıdır, içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışıyormuş gibi bir hali ve yürüyüşü vardır. (biraz da akıl hastası gömleğine benzer bu durum.) burada da james'in, mary'e dokunmak istemesi, onu ellemek istemesi ama hastalık sebebiyle bunu bir türlü yapamaması durumunu söyleyebiliriz. burada james bir ikilem içine düşer. bir yandan karısının eski sağlıklı günlerine dönmesini ister. onu öpüp koklamak, ona şehvetle dokunmak, onu ellemek ister ama bunu hastalık nedeniyle yapamaz. hem de mary'nin hastalığı sebebiyle inceden ondan soğur ve gözü dışarıları kaymaya başlar. böylece bir dilemma durumu yaşar. içindeki kabuğu kırmak ister ama bir türlü kıramaz. inceden inceye james kafayı çizmeye başlamıştır. bu yüzden de elleri kolları bağlıdır.

    yaratık aynı zamanda ağzından asit püskürtür james'e. yani burada iki yola çıkıyoruz, hem benim hem de milletin teorilerine uyuyor bu durum.

    1. mary, hastalığından ötürü devamlı istifra ediyor. james bu duruma çok üzülüyor.

    2. mary, hastayken james'e kötü davranıyor demiştik ya, heh işte. bunlar mary'nin, james'e karşı kullandığı hakaretler. mary devamlı surette james'in suratına hakaret edip duruyor, hastalığı boyunca. yani mary'nin kötü sözleri = lying figure yaratığının bize asit atması. bence daha sağlam olan teori bu çünkü devamlı james'in üstüne asit atmaya çalışıyor yaratık.

    mannequin: ilk defa woodside apartmanında görürüz bu yaratığı. odada bir manken üzerinde ışıldak vardır. ışıldak dışında her yer karanlıktır zaten bir bok görmeyiz. bu oyun boyunca taşıdığımız flashlight itemidir. onu mankenden aldıktan sonra hemen mankenin arkasından bir yaratık aniden kalkar. (altımıza sıçırtan bir andır.) heh işte bu mannequin yani manken yaratığıdır. altıda üstüde bacaktan oluşur bu yaratığın. kafa yerinde olan bacaklarla bize saldırır.

    bu yaratık bildiğiniz en ilkel erkek dürtüsüdür aslında. çevrenizdeki birçok erkek duygusallığı geçersek çoğu zaman kadınları iki bacak arası bir vajinadan ibaret görür. hele ki bu kişi james sunderland ise. bu yaratık james'in cinsel dürtülerinin hayal kırıklığı yaşamasından doğmuştur. dedik ya mary hastaydı diye. işte zaman içerisinde james, karısıyla seks yapamamaktan ötürü rahatsız olmaya başlamıştı. bu durum zaman içerisinde james'in cinsel dürtülerini aşırı derecede arttırdı. yani herif bildiğiniz kudurdu anasını satayım işte anlayın. bırakın mary'i, etrafında ne kadar kadın varsa hepsine karşı cinsel dürtüler beslemeye başladı. artık kadınları bir kişilik olarak görememeye başladı. onları ayaklı bir seks oyuncağı gibi görmeye başladı. işte bilinçaltında oluşan bu imgelemeler mannequin yaratığını yarattı. ph kısmında bu konuya değineceğim tekrardan.

    bubble head nurse: brookhaven hastanesinde karşılaşırız bu yaratıkla. bildiğimiz hastanedeki hemşirelerin yaratık versiyonudur. ellerinde demirden yapılmış su borusu gibi bir silah vardır. bir mekanda birden fazla hemşeri olabiliyor ve saldırıya geçtiler mi bayağı hilal taktiği gibi sağdan soldan bizi kuşatabiliyorlar. bir de çok yakından saldırmayın. handgun ya da pompalı kullanmak daha iyi çünkü o boruyu gömçürürlerse çok güzel hissettiriyorlar ona göre.

    e hemşireyi anladık da bubble ne la derseniz şayet söyleyeyim. suratlarının bir kısmında içi su dolu kesecik gibi bir nane var, bir nevi maske diyelim hadi. bu yüzden hemşireler devamlı boğuluyormuş gibi sesler çıkarır ve sallanırlar. bir de işin garibi bu hemşireler inceden seksidir. kıyafetleri oldukça dardır. diz üstü tek parça elbise gibi bir şey giyerler. gömlek kısmının düğmeleri neredeyse göğüs ucuna kadar açıktır. göğüsler de büyüktür. hayvan gibi dekolte verirler. bacaklar diz üstüne kadar açıktır ve topuklu ayakkabıları vardır.

    tabii ki bu yaratık james'in seksüel bilinçaltından ileri gelmektedir. james sık sık hastane ziyaretleri yaptığı sırada hemşirelerle muhabbet kurar. bir zaman sonra cinsellik dürtüleri uçmaya başlayınca james, yaratıkları amaaan hemşireleri oldukça alımlı ve seksi bulmaya başlar. yani birazda bu hollywood filmlerindeki/dizilerindeki hafif meşrep hemşire tiplemesi de vardır işin içinde.

    mandarin: ilk defa saul street'teki geçitte görürüz bu yaratığı. ilk defa woodside apartment'a giderken eğer yolun sonuna doğru devam edersek bizi etrafı kapatılmış bir alan karşılıyordu. kapıya doğru gittiğimizde kapının arkadan kilitli olduğunu söylüyordu. yanında da kanla yazılmış bir yazı vardı. mealen ''gün ışıyınca yok olurum ama karanlık çöktüğü zaman ortaya çıkarım'' gibi bir yazı vardı. neyse hastaneden çıktıktan sonra rosewater park'a geldiğimiz yoldan geri dönmek isteriz ama yol yok olmuştur. tee en güneydeki saul street'e doğru yararız ve etrafı kapatılmış bir yer buluruz. yalnız bu sefer durum farklıdır çünkü kapı açılır ve geçit gibi bir yere geliriz. heh işte mandarin yaratığıyla ilk defa burada karşılaşırız.

    kendisi sh3 oyunundaki the closer yaratığına ana avrat benzemektedir. iki tane uzun kol ve bu kolların ucunda vajinaya benzeyen vantuzlu eller vardır. yalnız bu yaratık bizim ayak bastığımız metal kafesin altındadır. elleriyle metal kafese tutunur ve bizim aşağımızdan hareket eder. metal kafesin altı ise kapkaranlıktır. mandarin tutunmayı bıraksa, sanki sonsuzluğa gidecekmiş gibi bir izlenim bırakır.

    bu yaratık james'in kafasındaki kaosu temsil eder. metal bir kafesin içerisinde öncelikle biz hareket ederiz. altında ise mandarin yaratıkları ızgaraya tutunmuş bir şekilde bizi takip eder. aslında yapabileceği hiçbir şey yoktur, en fazla kafeste altlı üstlü denk gelirsek küçük bir zarar verebilir ama yine de bizi takip eder. etraf kapkaranlıktır ama sanki güneşi önümüze almışız da yaratık bizim gölgemizmiş gibi bir izlenim oluşturur oynayan kişiye. (tabi dikkatlice incelerseniz, yoksa düz koşu çıkışa ilerlersiniz.) james'in yaşadıkları bu yaratığın oluşumunda ve olduğu yer konusunda kilit teşkil eder. mary'nin hastalığının james üstünde oluşturduğu ağır depresyon belirtileri bu yaratığı oluşturur. james, şu koskoca dünya içerisinde sadece bir hastane odasında kendisine bir iyi bir kötü davranan karısıyla tıkılı kalmıştır. james'in ruhuyla beyni, duygularıyla mantığı birbirinin içerisine girip, çorba olmuştur artık. isterseniz şu sahneyi tamamen mabadımdan uydurduğum bir şekilde canlandıralım. (bazı tabirler direkt james'in ruh halini birebir anlatır.)

    - karımı çok seviyorum ama karım hasta, çok hasta hatta öldü ölecek. olsun yine de çok seviyorum, onun bu zor zamanlarında hatta son zamanlarında hep yanında olmalıyım, sonu nereye bağlanırsa bağlansın ama bir yandan da çok sıkıldım. karımın eski sağlıklı günlerine dönmesini istiyorum. biliyorum dönmeyecek ama ben yine de istiyorum çünkü onu çok seviyorum. eskiden ne kadar güzeldi ama şimdi öyle mi? ehm... neler diyorum ben? karım ister güzel olsun ister ucube gibi yine de benim ruh eşim ve çok hasta, onun yanında olmalıyım ama ne bileyim be! eskisi gibi alımlı olsa, beraber çılgınlar gibi sevişsek, hasta olmasaydı ne erotizm dolu geceler geçirirdik be! ama artık böyle bir ihtimal kalmadı. hayır, hemşireler de güzel dünya ahret bacım olsunlar! ama ne bileyim o halleri, tavırları hatta kıyafetleri, yürürken o şuh bakışları da beni etkiliyor, yüzleri çok güzel, kokuları çok güzel, kim bilir vücutları nasıldır? neyse karım hasta bunları düşünmemeliyim. onu çok seviyorum ama bir yandan da artık ölmesi gerektiğini düşünüyorum. çok acı çekti sonuçta ama yine de onu çok seviyorum keşke kurtulabilse ama kurtulamayacak bunu biliyorum o zaman ölmeli. bana kötü davranıyor. olsun davransın, o benim canım kanım ama niye bu kadar kötü davranıyor? sonuçta bu hasta haliyle onun yanından hiç ayrılmadım. hep yanında oldum, hep hediyeler getirdim ama bir yandan da anlıyorum onu. çok ağır hastalandı, bütün vücudu ve yüzü yara bere içerisinde çürüdü gitti. o yüzden bu kadar sinirli olmasına hak veriyorum, vermeliyim ama bir yandan da bunları hak etmediğimi de düşünüyorum. keşke şu sarmaldan kurtulabilsem. keşke karım sağlığına kavuşsa ama bir yandan da ölse!

    yani gördüğünüz üzere james hem gerçekte hem de zihninde belli duvarların arasına sıkışmış kalmış. ne kadar bu duvarları yıkmaya çalışırsa çalışsın çıkamıyor. karısı iyileşsin istiyor, olmuyor. karısı ölsün istiyor, olmuyor. karısıyla ilişkiye girmek istiyor, olmuyor. karısını seksi bulmak, beğenmek istiyor, olmuyor. karısından tiksinmemek, onun anısını yaşatmak istiyor, olmuyor. başkalarını seksi bulmaya başlıyor, olmuyor. karısının anılarına saygısızlık etmemek, sadece gözünün onu görmesini başka da kimseyi görmemesini istiyor, olmuyor. adam ne yaparsa yapsın, olmuyor. çıkamıyor duvarlardan dışarı. aynı mandarin gibi.

    mazgalın altından bir çıkabilse yaratık kurtulacaktır aynı james gibi ama yaratık mazgalın yukarısına bir türlü çıkamaz. mazgalı bir bıraksa, sonsuzluğa düşüp yok olacaktır aynı james gibi ama bunu da bir türlü yapamaz. bir kafesin içerisinde ikisi de tıkılı kalır. yaratık oyunda fiziki olarak tıkılı kalır. james ise zihinsel olarak tıkılı kalır. ikisi de aynı şeyi yaparlar. kafesten bir türlü çıkamazlar. işte mandarin yaratığı bu yüzden james'in gölgesi gibi durur.

    flesh lip: laura bizi hastanedeki bir odaya kilitlediği zaman ortaya çıkan yaratıktır. yukarıdan aşağı doğru sarkar. köşeleri çevrili bir kafese tıkılı gibidir. vücudunun bir kısmında ağız ya da vajinaya benzer dudaklar vardır ve sanki konuşuyormuş gibi devamlı oynar. bizi yakalarsa kendine çekmeye çalışır. sanki bizi boğmaya çalışıyordur.

    yani kafes aslında mary'nin yatağını sembolize ediyor. mary hastalandıktan belli bir müddet sonra yatalak olmuştur. hareketleri sınırlıdır, o yatağa yapışık bir hayat sürer. o dudaklar da mary'nin son zamanlarında devamlı james'e kötü şeyler söylemesini temsil eder. ikincil bir teori ise yine james'in bastırılmış cinsellik duyularını anlatır.

    prisoners: hapishanedeki psikopat yaratıklardır. bir şekilleri yoktur, görünüşleri de yoktur. mamafih orada varlar mı yoklar mı falan hiçbir halt belli değildir. bizim radyoyu cızırdatıp dururlar, bir de ''rituel'' deyip dururlar.

    neyi temsil ettikleri tamamen uydurmasyondur. valtiel mezhebine bağlı kişiler tarafından kurban mı edildiler? yoksa işledikleri suçlardan dolayı tıkılı mı kaldılar? falan artık allaha emanet gideceğiz burada.

    bir diğer teori ise james'in rebirth ending'ine nazire yapması. crimson'udur, yağıdır, bokudur pisürüdür toplayıp, mary'i yanımıza alıp, göldeki adaya çıkıyorduk. amacımız mary'i diriltmekti. neyse hapishanedeki yaratıklarda paso ''ritüel'' deyip duruyorlar. böyle bir gönderme olabilir. zaten yaratıkların söylediği ritüel sözcüğünün reverse yani tersten çevrilmiş halinde ''are you sure?'' yani ''emin misin?'' diyorlar. james'in, mary'i diriltme fikrine bir gönderme olabilir ama olmayadabilir.

    bir diğer teori ise james'in, mary'i öldürmesi sonucu suçluluk duygusuna kapılmasıdır. hoş oyunda biz mary'i öldürdüğümüzü ta sona kadar hatırlamıyoruz ama bilinçaltımızda sonuç olarak bu bilgi hep var. o yüzden kendimizi hiçbir şekilde kapısı açılmayacak olan bir hücreye kitlemiş ve suçluluğumuzu orada yaşamak istiyor olabiliriz ama dediğim gibi olmayadabiliriz. bunlar hep tevatür.

    abstract dady: angela'nın baba dediği yaratık. angela'nın çığlıklarını duyup odaya daldığımızda acayip bir tasarımla karşılaşırız. bölge hem normal bir oda gibidir hem de sanki bir et yığınının içi gibidir. ünite, üstünde televizyon olan bir yerdir burası, bu yüzden sanki salonmuş izlenimi oluşturur ama bir yandan da duvarlar ve zemin sanki sıvadan yapılmamış da etten kemikten var olmuş izlenimi uyandırır. buradan da sanki bir insanın içindeymişiz gibi olur. odanın üst taraflarında birçok oyuk vardır ve bu oyunklardan dairesel parçalar devamlı çıkar, girer. bir penisin, vajinaya girişi gibidir bu sahne ama o kadar da sıkıcıdır ki izlemesi. hep aynı hızla aynı şiddette aynı açıyla aynı mesafede aynı giriş, çıkış döngüsü. çok mekaniksel bir durum var orada. angela'nın seksten aldığı haz, ailesi sağ olsun tamamen tecavüzsel bir mekanik giriş çıkışa indirgenmiş halde.

    yaratık tasarım olarak bir enteresan. iki tane figür bir yatakta sanki üstlerine yorgan çekip, ilişkiye giriyorlarmış izlenimi veriyor. tabi yorgan resmen et olmuş. yani etten kastım, iki figür sanki birbirine kaynakla ya da japon uhusuyla birleştirilmiş, tutturulmuş gibi, resmen birbirlerine kaynamışlar, yapışmışlar. alttaki figür yatağın ucunda bir ağız şeklinde resmen acı çekiyor. tahminen bu angela, üstteki de babası. tabii bu bizim babayı görme şeklimiz. angela, bizim ''yaratık'' dediğimiz bu oluşumu allah bilir nasıl görüyor? burası tamamen bir muamma ama tahmin etmesi zor değil. angela bizim yaratık dediğimiz bu oluşumu yüksek ihtimalle canlı kanlı babası olarak görüyor. yoksa niye baba desin? biz de yolda gördüğümüz eciş bücüş yaratıklara mary diyor muyuz? hayır tabii ki. e o zaman yüksek ihtimalle angela, bizim maria'yı görme şeklimiz gibi, bu yaratığı babasının kopyası bir tasvir olarak görüyor.

    peki biz niye angela'nın babasını böyle garip bir yaratık şekliyle görüyoruz? o da muamma ama tahmin etmesi zor değil. james'in bilinçaltı cinsellik dürtüleri yine, başka ne olacaktı? yatak: mary'nin hasta yatağı. alttaki: mary'nin acı çığlıkları. üstteki: mary ile cima etmek isteyen biz. yani muamma ama bir kez james'in kafasına girdikten sonra bir şeyleri tahmin etmek zor olmuyor. çok belirli bir örüntü var. ne oyun, ne biz, ne de james bu örüntünün dışına çıkmıyoruz, çıkamıyoruz.

    maria(yeri gelince de yer yer mary.hehe): bu kişiyi yukarıdaki karakterler bölümünde vermek istemedim, birazdan sebebine de geleceğim.

    bu karakterle rosewater park bölümünde karşılaşıyoruz. oyunun başında james ''la bizim özel yer neresiydi ki? bütün şehir bizim için özeldi. acaba mary, parkın oradaki gölden mi bahsediyor? bütün gün göle bakmıştık vs.'' diyordu. o yüzden ''özel yer'' diye aklımıza ilk gelen yer rosewater park'ın bitişiğindeki toluca gölü olmuştu. apartmandan çıkıp yardıra yardıra park'a gittiğimizde, bir kadının aynı yukarıda bahsettiğim ''bütün gün göle bakmıştık' diyaloğunda yaşanan ana benzer şekilde göle baktığını görürüz. deriz ki ''aha da mary''.

    yanına gittiğimizde, mary olmadığını anlarız. aslında mary'nin kopyası gibidir ama bir şekilde james, onun mary olmadığını anlar. daha ziyade christina aguilera kıyafeti giymiş cameron diaz'a benzemektedir bu kişi. (ahahaha esinlendikleri kişi ve kıyafet kombini gerçekten bu.) neyse makarayı geçersek, maria bize ''kız arkadaşına mı benzettin?'' der. biz ise ''yok, ölmüş karıma'' der. ölmüş karım mı? lan oğlum kadını bulacağız diye bir o kadar yol tepip, ilk gördüğün kadına ''yok ya benim karım öldü.'' demenin ne anlamı var? lan madem diyecektin, biz niye o kadar yol teptik? mary'den mektup diye aldığın şeye ''biri bizi işletiyor herhalde'' derdin, evinde otururdun o vakit. neyse, girdiğimiz şoka veriyor ve devam ediyorum.

    james hala bir türlü duruma inanamaz. karşısındaki kadın mary'nin birebir kopyasıdır. sadece kıyafetleri ve saçı farklıdır. onun dışında aynıdır. tabii bunlar fiziksel farklar... bir de bunların yanında zihinsel farklar var. mary hastalık öncesi anladığımız kadarıyla sakin, huzur arayan, zıpçıktı, devamlı kur yapan hafif meşrep bir kadın değil ama kopyası olan maria'nın devamlı kıçı başı ayrı oynuyor. ses tonu, konuşmaları falan farklı. devamlı bir şeyi arzuluyormuş gibi sesi erotik ve istekli geliyor bize. hareketleri de farklı, devamlı yanımızda kıvırtıyor kadın. ha keza kurduğu cümleler de öyle. tanıştığımız gibi ''dokunsana bana ben gerçeğim.'' elimizi tutar ve kendi göğsüne doğru çeker. ''bak gördüğün gibi nasıl da sıcağım'' der. yani ''ver'' desek verecek yani, öyle erotizm soslu bir karakter maria.

    james'in kafa allak bullak olur ve bütün hikayeyi anlatmaya başlar. (tabi kendi bilinç altındaki hikayeyi.)

    - karım üç sene önce hastalıktan öldü ama ondan bir mektup aldım. özel yerimizde bekliyormuş beni. e börösödö özöl bör yördö bözöm öçön hede hödö..'' falan derken iyice saçmalamaya başlar james. karısının kopyası gibi olan bir kadına hem karım 3 sene önce hastalıktan öldü diyorsun. hem de ondan bir mektup aldım, beni özel yerimizde bekliyormuş. o yüzden de buraya geldim diyorsun. ne diyorsun oğlum sen? neyse maria bize ''ee eşin burada yok. buranın tek özel yeriniz olduğuna emin misin?'' diyor. bizim james ise düşünürken mary ile otelde olan bir anısı aklına geliyor ve maria'ya ''bir de otel vardı sanırım'' diyor. maria bizle bir iki daşşak geçiyor ve ''sinirlenme hemen, sadece şaka yaptım.'' diyor ve yol gösteriyor.

    karı bizim aklımızla oynuyor resmen. neyse biz dediği yöne doğru giderken arkamızdan gelmeye başlıyor ve james şaşırıyor. ''sen de mi geliyorsun?'' diyor ve maria ''beni burada bu kadar yaratıkla yalnız mı bırakacaksın diyor?'' (yaratık mı? hmm.) biz lafı eveleyip gevelerken maria sazı yine eline alıyor. '' zaten karına da benziyormuşum değil mi? belki de ondan hep nefret ettin.'' gibi hikmet-i sebebini anlamadığımız bir cümle kuruyor. biz bir anda ''saçmalama lan'' diyoruz ve kadın daha da garip bir şekilde ''o zaman bir sıkıntı yok değil mi? geliyorum senle'' diyor. biz de ''iyi gel bakalım'' moduna giriyoruz. ne garip sahne lan bu. adamı sinirlendir, adam sana fırça atsın, sonra o zaman geliyorum seninle değil mi? diye adama soru sor. totalde iki buçuk dakikalık bir sahnede kadın bize bin bir türlü duygu değişimi yaşatmayı başardı.

    kadının yaratık var demesi de ayrı bir enteresan. çünkü normalde bizden başka kimse yaratık görmüyordu. herkes başka türlü günahlarının bedelini ödüyordu. bu kadın ise biz ne görüyorsak tamamen aynısını görüyor. hatta yaratıklar bize saldırdığı gibi maria'yada saldırıyor. kadınla hesapta çalıştığı striptiz kulübüne doğru yol alıyoruz. maria içeri girmiyor, sadece biz giriyoruz derken eddie ve laura sahnesi başlıyor. laura bizden kaçtıktan sonra maria'yı görüyoruz, bize doğru geliyor yorulmuş bir şekilde. kızı yakalamaya çalıştığını ama hızlı olduğunu bu yüzden yakalayamadığını söylüyor. hatta yetmiyor kızı bulmamız gerektiğini, dışarda bir ton yaratık olduğunu ortamın böyle bir kız için çok tehlikeli olduğunu söylüyor. (lan 2 dakika önce bize kur yapıp duruyordun. ne oldu saniyesinde anaç bir kadına dönüşüverdin.) biz de gazı ayarı alıp, maria ile kızın peşine takılıyoruz. en son laura hastaneye giriyor, biz de ardından giriyoruz. maria ile birlikte hastane odalarını gezerken bir anda bize durmamızı söylüyor ve öksürük krizine giriyor. (aha zıçtık) dinlenmesi gerektiğini söylüyoruz ve yatağa uzanmasına yardım ediyoruz. bize kendisinin iyi olacağını, öncelik olarak kızı bulması gerektiğini söylüyor. az önceki bize kur yapan kadın saniyesinde ağır hastalık geçiren bir vakaya dönüşüyor. biz, laura'yı aramaya devam etmek için dışarı çıkıyoruz ama istersek maria'yı farklı bir zamanda ziyaret edebilir ve halini hatırını sorabiliriz.

    neyse hastane boka sarmaya başlayınca geri dönüyoruz odaya ve bir de ne görelim? aa, maria yok. kalkıp, gitmiş. sonra biz hastanede zeminlerde takılırken tekrar ortaya çıkıyor ve bir de bize ''beni bırakıp gittin. nereye gittin? çok korktum. başıma bir şeyler gelebilirdi. bu kadar mı duygusuzsun?'' minvalinde fırçalar atıyor. sonra bir anda sarılıp ''sakın bir daha beni bırakma'' falan diyor. kadın yine bizi mal ediyor.

    en sonunda hastaneden çıkacakken arkamızdan pyramid head adındaki ikonik yaratık çıkıyor. bizi labirent gibi bir alanda kovalıyor, biz asansöre doğru kaçıyoruz. en sonunda asansörden içeri girdikten sonra maria'yı da almaya çalışıyoruz ama maria ne hikmetse bir anda aşırı ağır kalıyor ve asansörün kapısı kapanırken tam olarak içeri giremiyor, sadece tek kolu giriyor. biz kapıyı açmak için cebelleşirken, piramit kafa 2.5 metre büyüklüğündeki dev bıçağı maria'ya doğru saplıyor ve maria hakkın rahmetine kavuşuyor. asansör hareket ediyor ve bizde yıkılmış bir şekilde yere çöküyoruz. ''mary'i kurtaramadım. maria'yı da kurtaramadım. kimseyi kurtaramıyorum.'' tribine giriyoruz.

    sonra labirentte gezerken bir odaya giriyoruz ve aha karşımızda maria var. hem de kanlı canlı bir şekilde, parmaklıkların ardında iskemlede oturuyor. haliyle kafayı yiyoruz veee uzun diyaloglar başlar.

    j - (james) sen yaşıyorsun! maria, o şeyin seni öldürdüğünü düşünmüştüm. kötü yaralandın mı bari?

    m- (maria) hiçte bile seni şapşal.

    j- maria! o şey seni bıçakladı. her yede kan vardı.

    m - beni mi bıçakladı? ne demek istiyorsun?

    j- bizi asansöre kadar kovaladı ve... (sözü maria tarafından kesilir.)

    m-james? sen neyden bahsediyorsun?

    j- la az önce oldu ya. hatırlamıyor musun?

    (bundan sonra biraz çarşı karışıyor. maria az önceki konuşmalarında tam olarak maria olarak davranmıyordu. farklı biri gibiydi. şimdi geçecek diyaloglarla beraber tamamen maria olmaktan çıkıyor ve bildiğin eşimiz olan mary'e dönüyor.)

    m- james, aşkım. sana bir şey mi oldu? o uzun holden geçtikten sonra seninle yollarımız ayrıldı. beni başka birisiyle mi karıştırıyorsun yoksa? (bir anda gülümseyerek) sen zaten hep çok unutkandın. oteldeki o zamanı hatırladın mı?

    j - (iyice mala bağlamış bir şekilde) maria?

    m- (maria ismini duymanın verdiği memnuniyetle) her şeyi yanına aldığını söylemiştin ama çektiğimiz video kaseti unutmuştun. umarım ki hala oradadır.

    j- bunu nasıl bilebilirsin? sen maria mısın?

    m- (bu soru biraz sinirlendiriyor.) ben senin mary'in değilim.

    j- o zaman sen mariasın.

    m- (rahatlamış bir şekilde) evet benim. tabii ki eğer öyle olmamı istiyorsan.

    j-(hafiften sinirli bir şekilde ayağa kalkarak)senden tek isteğim bana cevap vermen.

    m- (o da ayağa kalkar) kim olduğumun bir önemi yok. ben senin için buradayım. (der ve james'in suratına eliyle dokunur.) gördün mü? ben gerçeğim. bana dokunmak istemez misin? (aha yine maria'ya döndü.)

    j- ben, ben bilmiyorum.

    m- gel beni buradan al. bu parmaklıkların ardından hiçbir şey yapamam. (ne yapacaksın kiiiii? hihihihi.)

    j- tamam, birazdan orada olurum.

    neyse biz çıkarız dışarı ve bir tur daha labirentte dört döneriz. yok angelasıdır, masum olarak idam edilen adamı rahata kavuşturmasıdır derken en sonunda labirenti bitirir ve sondaki odaya dalarız. dalarız dalmasına ama bir bakarız kiii!

    maria'nın bulunduğu odaya gelmişizdir. yalnız tek sıkıntı, maria yatakta ölmüştür. odaya girdiğimiz an ''maria? hayır olamaz. ne oldu sana?'' gibisinden şoka giren bir insanın da verebileceği normal tepkileri veririz. maria ise yatakta kanlar içerisindedir. suratına doğru geldiğimizde, yüzünden kan geldiğini görürüz. ağzı ise nefes almak ister gibi açıktır. belli ki acılı bir ölüm olmuştur. belki de boğularak öldürülmüştür!

    otel'in sonlarına doğru geldiğimizde maria'yı yukarıda baş aşağı ters çevrilmiş bir şekilde buluruz. yaşıyordur ve adımızı yalvarırcasına haykırır. yanında iki tane de piramit kafa vardır. biz haaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaayır diye böğürürüz. la rahat bırakın kızı derken, maria bize yalvarmaya devam eder ve piramit kafa mızrağı maria'ya doğru geçirir ve maria yine ölür. yeter lan!

    en sonunda da oyunun durumuna göre mary ya da maria'yı çatı katında buluruz. yatağın olduğu bölgeden kalkmış, dışarı bakar bir haldedir. her şekilde de bizi suçlar ve yaratığa dönüşüp bizi öldürmeye çalışır ve fişini çekeriz.

    neyse dediğimiz gibi arkadaşlar maria diye biri aslında yok. şehrin bizim için uydurduğu bir karakter maria. mary'nin fiziksel olarak kopyası, farkı ise daha seksi giyinmesi ve tavırlarıdır. maria, james'in bir hayalidir. mary hastayken james karısının eski haline dönmesini ister. daha seksi olmasını, daha alımlı olmasını, daha erotik kıyafetler giymesini, kendisine kötü davranmamasını, kendisine kur yapmasını ister hayallerinde ama tabii ki bu gerçekleşmez. işte james'in bu istekleri bilinçaltında maria karakterini yaratmıştır. şehir burada james'i bir tercihe zorlar. gerçek mary mi? yoksa bilinçaltındaki sahte maria mı? tercihlerimize göre birini seçeriz. mesela burada şehir bize son bir şans verir, aynı eddie'ye verdiği gibi. eğer biz mary'i tercih edersek, şehir bize leave, water ending ve rebirth gibi mary'i ilgilendiren sonlar verir ve son boss savaşını maria ile yaparız. eğer maria'yı seçersek, son boss savaşını mary ile yaparız ve finalde maria sonunu görürüz.

    aslında kimle kapışırsak kapışalım ya da final cutscene'inde kimi görürsek görelim, gerçeklikle alakası olmayacaktır. maria sahte olduğu kadar finalde gördüğümüz mary'de sahtedir. zaten gerçek olamaz ki biz mary'i silent hill'e gelmeden hemen önce öldürdük zaten ama finalde kanlı canlı halini görüyoruz. sadece yaptığımız seçim bizim, kendimizi ve şehrin bize yaşattıklarını ne kadar anladık/anlamadık ya da ne kadar hazmettik/hazmedemedik noktasında vuku buluyor.

    mesela finalde mary seçersek sonlara kısaca bakalım.

    leave: mary bizi affediyor, bizden hayatımıza devam etmemiz konusunda ricada bulunuyor ve mutlu ve huzurlu bir şekilde ölüyor. biz ise mary'i mezarlığa gömüyoruz ve silent hill kasabasından laura ile ayrılıyoruz. yani kendimizi affediyoruz.

    in water: mary bize kendisini öldürdüğünü ve bu durum yüzünden acı çektiğini söylüyor. (bizimle ilgili durum tespiti yapıyor.) biz tam affedilmeyi beklerken elimize mektubu sıkıştırıyor ve ağır öksürük krizleri eşliğinde adımızı sayıkladıktan sonra, acılar çekerek ruhunu teslim ediyor. biz sessiz bir şekilde doğrulup, mary'i kucaklıyoruz ve evden çıkıyoruz. sahne karanlıklaşıyor ama sesler devam ediyor. kapı sesi geliyor, sonra marş sesi geliyor ve araba çalışıyor. mary mevzusunu çözdüğümüzden bahsediyoruz ve onsuz yaşayamayacağımızı söylüyoruz. en sonunda ise kurtuluşun yolunu bulduğumuzu söylüyoruz. dip gaz yapıp son sürat toluca gölüne uçuyoruz arabayla. ''sonunda beraber olabileceğiz'' diyoruz. ekran ondan sonra geliyor ve bir bakıyoruz ki gölün dibindeyiz. mektup okunuyor o sırada ve yavaş yavaş ekran kararıyor. mektup biraz daha devam ediyor ve sonra tamamen sonsuz bir karanlık başlıyor bizim için. yani bildiğiniz bu sonda intihar ederek, yaşamımıza son veriyoruz. bu sonda kendimizi affedip, hayatımıza devam etmek yerine kendimizle barışmayıp intihar etmeyi seçiyoruz ama üst sondaki gibi mevzunun ne olduğunu, şehrin bizden ne istediğini çok iyi anlamışız. onda bir sıkıntı yok.

    rebirth: mary'i ayin düzenleyip diriltmeye çalıştığımız son. gölün bir kısmında olan adacığa doğru salla yola çıkıyoruz. mary'i ne kadar çok sevdiğimizden, onsuz yaşayamayacağımızdan falan bahsediyoruz. bu yüzden biz intihar etmeyeceğiz üstteki son gibi. bunun yerine onu diriltmeyi seçiyoruz. bu sonda da kendimizle barışmıyoruz, onun yerine mary'i şehrin antik ayinleriyle diriltmeye çalışıyoruz. buradaki sıkıntı ise aslında yenilmemizden kaynaklanıyor. şehrin gücü bizi yeniyor. biz aslında şehrin bizden ne istediğini hiç anlamamışız. aynı eddie gibi kaybediyoruz.
    hatalarımızdan ders çıkarmak yerine daha büyük hatalar ekliyoruz hayatımıza.

    eğer ki maria'yı seçersek, son bossda mary'i öldürüyoruz ve maria sonu çıkıyor.

    maria: mary'i öldürdükten sonra park'a gidip gölü izliyoruz. o sıra maria yanımıza geliyor. bize neler yaptığımızı soruyor? bizde mary'nin öldüğünü söylüyoruz. maria ''ee hani mary'i arıyordun?'' diyor. biz ise buna gerek kalmadığını zaten sana yani maria'ya sahip olduğumuzu söylüyoruz. maria emin misin? diye soruyor. biz gayet kendimizden emin bir şekilde cevap verip, bizim yanımızda gelip gelmeyeceğini soruyoruz. maria tabii ki deyip kabul ediyor ve yola çıkıyorlar. maria bize mary'den bu kadar hızlı bir şekilde nasıl vazgeçebildiğimizi soruyor. oyuna başladığımız yerden arabaya geri dönüp, şehirden gitmeye hazırlanırken maria, aynı mary gibi öksürmeye başlıyor. james maria'ya ''bu öksürüğü halletmen lazım'' diyor ve oyun bitiyor. burada james tamamen şehre yenilmiş durumda oluyor. hatalarından ders çıkarmayan james, bir de üstüne hatalarını suratına vurması için oluşturulan yaratığın cazibesine kapılıyor ve şehir onu tamamen ele geçiriyor. hayali bir karakter olan maria'nın şehirden sağlıklı bir şekilde çıkmasına izin vermeyen şehir, james'in mutlu son yaşamasını istemiyor ve maria'yı da aynı mary gibi hasta ediyor öksürük sahnesiyle. james bu sonda tamamen bir epic fail yaşıyor.

    şimdi maria karakterini toparlamak gerekirse şayet, kendisi james'in kafasında kurguladığı bir karakterdir. aynı angela'nın babasını silent hill'de görmesi gibi. o da gerçek değildi, bu da. o yüzden kendisine yaratık diyebiliriz. tek fark ise biz maria yaratığını, canavarımsı şekilde görmüyoruz. bilakis rahmetli karımız mary gibi görüyoruz.

    bizim bilinçaltımız çöplük gibi zaten biliyorsunuz. o yüzden maria'yı tahlil etmek daha önceden de dediğim gibi zor olmayacak. mary hastayken, james içten içe ''keşke karım eskisi kadar güzel olsa'', ''keşke karım daha alımlı olsa'', ''keşke karım daha seksapel olsa'', ''keşke karım daha işveli cilveli olsa'' diye düşünür. bu yüzden maria, mary'nin overdose seksapel versiyonudur. şehir bu konuda bizim hep kafamızın kurcalanmasını ister. bunun için de james ile kat ettiğimiz maceramızın için küçük trickler atar. örneğin;

    - neden biz maria'yı rosewater park'ın oradaki gölde buluyoruz? niye başka bir yer değil de orası? çünkü james'in karısını bulabileceğini düşündüğü ilk ve tek yer orası olduğu için. aslında james burada hatalı bir düşünceye kapılıyor. oyunun devamında da net bir şekilde öğreniyoruz ki, mary ve james'in sh kasabasındaki en sevdiği nokta park'ın oradaki göl değil otelmiş. ne hikmetse james'in aklına otel hiç gelmiyor. bunun sebebi de belli çünkü bilinçaltı, james'in otel bölgesine gitmesini istemiyor. beyni zaten james'in karısını öldürdüğünü unutturmuş. niye bütün anıların aşırı derecede yoğun olduğu otel bölgesine gitmesini istesin ki? eğer ki james oraya giderse zaten bir şekilde her şeyi hatırlayacak. o zaman psikoza girip bilinçaltına anıları atmanın bir manası kalmıyor. bu yüzden bilinçaltı, james'i gölün otel kısmına değil, öbür kısmına yani park kısmına doğru yönlendiriyor. tabii şehrin de bir planı var burada. james'in bilinçaltının ne boklar çevirdiğini gayet iyi bilen şehir, james'in parka doğru gidip hiçbir şey bulamayıp vazgeçmesini istemiyor ve oraya mary'nin seksi ikizi maria'yı yerleştiriyor. böylece james aramaktan vazgeçmeyecek, bilakis üstüne daha çok gidecek. burada şehrin maria karakterinin geçişlerini de ayarlaması muazzam. james'i sadece mary'i araması için teşvik etmiyor, aynı zamanda james'in maria karşısında ne tarz bir hareket belirleyeceğini de merak ediyor. bu sebeple maria karakteri aşırı ikircikli ve tutarsız davranışlar sergiliyor. maria tutarsızlaştıkça acaba james, karısını aramaktan vazgeçip maria'ya aşık olabilir mi senaryosunu da kovalıyor. eğer ki maria ile birlikte gerçekleri öğrenip, mary'nin travmasından kurtulabilirse, james kazanacak ama maria ile birlikte gerçekleri öğrenip, mary'nin travmasından kurtulamayıp, bu travmanın meyvesi olarak maria'ya aşık olursa, james kaybedecek. anlayacağınız silent hill şehri ağzımıza sıçmaya ant içmiş. her koldan bizi vuruyor.

    eveeet geldik son yaratığımıza. aslında boss karakter kendisi. hazır mıyız? 3,2,1...

    pyramid head: benim için korku oyun ve dahi film tarihinin en muazzam boss'udur piramit kafa. (ya da red pyramid thing) bu boss'un yaptığı her hareket bizim için aşırı anlamlıdır. resmen altın gibidir. eğer ki bu oyunda piramit kafa olmasaydı tahminen james hiçbir boku anlamlandıramayacaktı.

    öbür oyunlardaki ve filmlerdeki piramit kafa olayına girmeyeceğim çünkü onlar gerçek piramit kafa değiller. onlar piramit kafanın şöhretinden faydalanmak isteyen kan emici yapılar. o yüzden sallayın gitsin, gerçek ve tek diyebileceğimiz piramit kafa sadece bu oyunda var.

    öncelikle nasıl göründüğüne bakalım. piramit kafa oldukça uzun boylu, ince yapılı buna mukabil aşırı derecede güçlü ve öldürülmesi imkansız bir karakterdir. yani piramit kafa ölümsüzdür. elinde tuttuğu ''the great knife'' adlı öküz gibi büyük bir bıçağı vardır. bu bıçak o kadar büyüktür ki, piramit kafa bıçağı yerde sürüyerek hareket eder. bu sürüme de metalik bir ses yaratır. zaten buradan da piramit kafanın geldiğini ya da gittiğini anlayabiliriz.

    karakterin tasvirine devam etmeden önce piramit kafanın ne olmadığına bakalım. (öbür oyun ve filmlerdeki gibi.)

    - piramit kafa alelade bir cezalandırıcı değildir.

    - piramit kafa kasap değildir.

    - piramit kafa öcü değildir.

    - piramit kafa valtiel mezhebinin koruyucusu değildir.

    - piramit kafa alessanın sağ kolu değildir. hatta alessa piramit kafanın ne ya da kim olduğunu bile bilmiyordur tahminen.

    - piramit kafa kötülerin cezalandırıcısı iyilerin koruyucusu değildir.

    e anasını satayım piramit kafa nedir lan o zaman? (kulağımda çınlıyor şu an söylediğiniz şeyler. hehehe.)

    - piramit kafa, james sunderland'in ta kendisidir. james'in bilinçaltıdır hatta bilinçaltından çıkmak için kendisini yırtan bir çığlıktır. yani james sunderland ile ilgili her şeydir, piramit kafa. bu yüzden piramit kafa ölümsüzdür. piramit kafa etten kemikten bir yaratık ya da bir mürit değil james'in leş anıları, yaptıkları ve fikirleridir. klişe olacak ama fikirleri silahla öldüremezsiniz. ancak fikirler, başka fikirlerle değişirse ölürler. zaten piramit kafaların ölümü de o zaman gerçekleşiyor.

    şimdi silent hill oyunlarındaki yaratıkların tümü imgeleme yaratıklardan oluşur demiştik. ana karakterin kabuslarından fırlamadır yaratıklar. bilinçaltına süpürdükleri anılar, fikirler, görseller, sembollerden oluşur yaratıklar. peki buradan ne gibi bir sonuca çıkabiliriz? hemen anlatayım. silent hill tarihinin en karanlık karakterini, oyunlardaki yaratıklara bakarak çözebiliriz aslında. sadece şu yaratığın yüzü suyu hürmetine, bu konudaki ödülü düşünmeden james'e vermemiz lazım. silent hill tarihinde hiçbir karakter (ki buna seriyi yaratan alessa da dahil. düşünün artık durumun vahametini) james sunderland kadar karanlık bir yapıya sahip olmamıştır. piramit kafa yaratığı da bunun delilli ispatıdır. yuh.

    piramit kafa'nın tasvirini nereden aldığı birazcık muallak ama ek kaynaklara baktığımızda (bu sefer katacağım işin içine) piramit kafa tasviri james ile mary'nin daha önceki sh ziyaretinde vuku buluyor. oyunda society museum binasına gidiyorduk biliyorsunuz. biz buraya daha önceden mary ile gelmiştik. buradaki tablolardan biri valtiel mezhebindeki iki tane infazcıya aittir. zaten linke tıkladığınız zaman, benim de çok bir şey anlatmama gerek kalmayacak. bildiğiniz piramit kafa tasviri bu. beyazlar içerisinde tören kıyafeti olan iki tane adam, kafalarında ise ku klux klandan bozma kukuletalı koni biçiminde çuval veya maske veya şapka takmışlar. (artık yorum size kalmış) piramit kafanın tasviri buradan kalma.

    - peki piramit kafadan, görünüşünden, silahlarından ve hareketlerinden ne anlamalıyız? piramit kafa niye var?

    - piramit kafanın görünüşünü anlamak için sadece yukarıdaki resme değil aynı zamanda james'in bilinçaltına da bakmamız gerekiyor. çünkü görsellik ile hareketler james'in bilinçaltından çıkma. mesela bizim gördüğümüz piramit kafa, order cellatları gibi tören kıyafeti giymiyor. daha ziyade giydiği kıyafet neredeyse bütün kasaplarda bulunan kasap kıyafeti ya da piramit kafanın, kafasındaki o koni şekilli metal kalkan sadece the order mezhebindeki cellatları temsil etmiyor. aynı zamanda james'in bilinçaltındaki bariyerleri de temsil ediyor. james'in gerçekleri bilinçaltına süpürmesi ve yaşananları hiçbir şekilde hatırlamaması hadi hatırlamamasını da geçtim bir de üstüne gerçekliği olmayan bir hikayelerle kendine alternatif bir gerçeklik yaratması piramit kafanın konisini oluşturur. ne kadar gerçeği öğrenmek istesek de hep o koni şeklindeki bariyerlere takılır gerçeklik. kendimize yarattığımız yalan dünyadan bir türlü çıkamayız, bariyerleri aşamayız, kendimizi yırtamayız. hep bir yerlerde takılıp dururuz.

    1. mary bizim için üç sene önce hastalıktan ölmüştür.

    2. biz eşimizi hep sevmişizdir.

    3. gözümüz sağlıklı da olsa hasta da olsa hatta rahmetli de olsa eşimizden başka hiçbir şey görmez.

    4. son ana kadar hep eşimizin yanında olmuşuzdur.

    5. eşimize asla zarar vermemişizdir.

    6. eşimizin ölümünü bir türlü atlatamamışızdır.

    bizim için gerçeklik tamamen bundan ibarettir ama işin kısmı yukarıda yazılan maddelerin hiçbiri gerçek değildir. beynimizin bizim için yarattığı bir psikozdan ibaret bunların hepsi. peki gerçek neydi?

    1. mary, üç sene önce hastalıktan ölmemiştir. hatta mary biz silent hill'e gelmeden hemen önceye kadar yaşıyordur.

    2. biz eşimizi hep sevmedik. hiç sevmedik demiyorum ama hep sevmedik diyorum. yani bir yere kadar çok seviyorduk ama belli bir eşiği aştıktan sonraki dönem sevip sevmeme durumu tamamen kaosa düşüyor. net bir yorum yapmak imkansız.

    3. eşimizin hasta olduğu zamanlarda gözümüz eşimizi değil, eşimiz dışındaki bütün varlıkları görmüştür. gördüğü kadınlardaki seksapaliteyi geç, james için kadınlar yada kadınlık kavramı artık yürüyen ayaklı cinsellikten ibaret bir hale gelmiştir. (mannequin)

    4. son ana kadar eşimizin yanında olmadık biz. hastalığın bir evresine kadar yanındaydık, aradaki sürede eşimizden koptuk. bir de en son eşimiz taburcu edilip eve yollanınca beraber. yani eşimizin son anında yanında biz vardık ama bütün bir zaman dilimi içerisinde biz yokuz.

    5. yani zarar vermeden ne anladığınıza bağlı. eğer ki öldürmeyi, zarar verme hususundan saymıyorsanız, evet biz eşimize zarar vermedik. lan daha ne zarar vereceğiz? kadını ölümcül bir hastalıkla hastanenin ortasında göt gibi bırakıp gittik. kadını cehennemden kurtaracağız düsturuyla yola çıkıp, kadını cehennemin dibine doğru fırlattık ve sonra kaçtık. yetmedi bir de son zamanlarını rahat geçirmesi gereken yerde, eşimizi yastıkla boğarak öldürdük. daha ne yapacaktık?

    6. evet, eşimizin ölümünü atlatamadık çünkü onu biz öldürdük. buradaki mevzu eşimizin ölümünü atlatamamadan ziyade eşimizi biz öldürdüğümüz için durumu atlatamadık. nereden biliyoruz?

    - eddie'yi öldürdükten sonra james yere doğru yıkılır. korku dolu bir sesle ''eddie, eddie'' diye eddie'nin ölüp ölmediğini kontrol eden james, eddie'nin öldüğünü anlayınca duruma aşırı derecede üzülür ve şöyle der.

    - (üzgün bir sesle) ben bir insanı öldürdüm. (hani burada şey var. bunu nasıl yaparım gibisinden bir durum var. sonuçta ilk defa öldürüyor james.)

    - ... bir insanı. (öldürdüğünü tekrar ediyor.) ( ikinci tekrardaki ses üzüntü dolu değil. daha çok kafası karışmış bir ses tonuyla söylüyor bunu james. hatta ardına da şu alakasız cümleyi ekliyor)

    - mary gerçekten üç sene önce mi öldün sen? (burada james bir durumdan ötürü kıllanmış vaziyette.)

    niye? çünkü bize göre eddie bizim ilk öldürdüğümüz insandı ama bunu dile getirdikten sonra içimiz bir garip oldu. sanki bir his bunun doğru olmadığını söylüyor gibiydi. o yüzden bir kararsızlık durumu kapladı beynimizi.

    neyse piramit kafa tam olarak burada işlevselliğe başlıyor. bana göre piramit kafa bizi cezalandırmak için orada bulunan bir yaratık değil. bilakis bize gerçeği göstermeye çalışan ve bizi (yani kendini) bu durumdan çıkarmak isteyen tek kişi. mesela oyunun analizini yapanlar genel olarak piramit kafa için, ''james'in içten içe çektiği suçluluk duygusunun bir yansıması'' der. bence bu tabir aşırı yetersiz. zaten yaratıkların hepsi james'in çektiği farklı aşamalardaki hissiyatın bir tezahürü. bazısı bastırılmış cinsellik anlayışını, bazısı suçluluğunu, bazısı sıkışmışlığını, bazısı da pişmanlığını yansıtıyor ama hiçbiri hepsini yansıtmıyor. bütün bilinçaltını yansıtan tek yaratık, piramit kafa... işte bu yüzden öbür yaratıklar james'den parça parça huylar taşırken, piramit kafa james'in tamamını kaplıyor ve bu yüzden de james'i gerçeğe götürmeye çalışıyor. peki neler yaparak bize gerçeği göstermek istiyor piramit kafa? hadi gelin bakalım.

    - ilk karşılaşmamız woodside apartment bölümünde gerçekleşiyor. koridorun sonuna doğru gitmeye başladığımızda radyomuzdaki cızırtı git gide artıyor. koridorun sonuna geldiğimizde ise parmaklıkların karşısında piramit kafayı görüyoruz. bize doğru bakıyor ve hiçbir şey yapmıyor. biz de hiçbir şey yapmıyoruz. öyle birbirimizle bakışıp duruyoruz. ilk mesaj!! karşındaki kişiye iyi bak. parmaklıkların ardındaki kişi senin bir yansıman olabilir. oyunda zaten ayna metaforu var. tuvalette aynaya bir garip bakıyoruz. angela odadaki hayvan gibi aynaya bir garip bakıyor. eddie bazen aynaya bakar gibi enteresan bakışlar atıyor. oyundaki parmaklıklarda ha keza ayna görevi görüyor. bunlar sadece aynı mekanı ikiye bölen parmaklıklar sadece. parmaklığın iki tarafı da aynı zaten. sadece parmaklıkların arkasındaki kişiler farklı. ayna metaforu da zaten şuradan ileri geliyor. aynada gördüğün kişi acaba gerçek mi? yani fiziksel olarak aynadaki yansımana bakıyorsun ve kendini tahlil ediyorsun ama aynanın karşısındaki kişi acaba bilişsel olarak aynı kişi mi? yoksa bölünmüş bir ruh ve gerçeklik halinin tezahürü mü? aynada kendini gördüğün kişiyle, gerçekteki kişi aynı kişi değil mesajı veriyor bize bu metafor.

    ikinci karşılaşma yine apartmanda gerçekleşiyor. odaya daldığımız zaman, karşımıza tak diye piramit kafa çıkıyor ama tabii meşgul olduğu için bizi fark etmiyor. (aslında hep farkında da sahne gereği diyelim.) biz hemen bir kabinin arkasına saklanıp, kapıyı kapatıyoruz. kapının deliğinden olan biteni izlemeye başlıyoruz. olansa şu; piramit kafa iki tane mannequin yaratığını mutfak bankosuna dayamış, allah ne verdiyse altlı üstlü dalıyor. yani dalıyor derken abuse etmek manasında kullandım. yani taciz ama ne taciz, bildiğin hardcore tecavüz ediyor. işi bitince de bize doğru dönüyor ve az önce tecavüz ettiği mannequinle bize doğru yaklaşmaya başlıyor. sonra bir tur daha orada cayırtıyı kopartıp, mannequin'i hakkın rahmetine kavuşturuyor. sonrasında kabinin önüne kadar gelip, bize bakıyor. bize bakarken de elleriyle koni biçimindeki kafayı kurcalamaya başlıyor, aslında bildiğin koniyi çıkarmaya çalışıyor ama beceremiyor. biz ise o anki heyecanla kabin'in içinde şarjör bulup, silaha mermiyi sürüyoruz ve kapının ardından yaradana sığınıp bir şarjör mermiyi piramit kafaya yağdırmaya başlıyoruz. piramit kafa sendeliyor ilk başta, sonra çıkıp gidiyor.

    şimdi biz az önce ne yaşadık arkadaşlar? şunu yaşadık, bizim az önce yaşadığımız bütün sahne metaforlar üzerine kuruluydu. piramit kafanın, mannequin yaratığına tecavüz etmesi, james'in zaman içerisinde kadınları ne kadar cinsel meta haline getirdiğini gösteriyor. hem eşinin kendisine çok kötü davranması, hem bu zaman içerisinde aşırı derecede oluşan cinsel dürtü, james'in kadınlara ayaklı seks objesi olarak bakmasına sebebiyet vermişti. (ben bunu üstte kaç kere yazdım acaba sayısını unuttum. affedin artık, yeri geldiğince yapıştırıyorum aynı bilgiyi.) işte piramit kafa, james'in yapamadığını yapıyor ve kadınları yani mannequin yaratığını istismar ediyor. erkeklik duygusunu tatmin, kadını cinsel meta olarak görme, kadın üzerindeki erkeğin tahakkümü ve zorbalığı... maşallah ne ararsan var sahnede. (hem de sene 2001. daha önce kaç tane oyunda ve filmde şöyle bir konu işlendi allah aşkına?) dediğimiz gibi james'in bilinçaltı komple bir çöplük. bu yüzden silent hill tarihinin en karanlık karakteri james sunderland'den başkası değildir, olamaz, olması teklif dahi bile edilemez. alessa gillespie, james'in getir götürünü yapar. onun manyak anası hatta anasını geç bütün order tarikatı birleşse james'in karanlık tarafının çeyreğine yaklaşamazlar. öyle bir manyak james sunderland. neyse, işini hallettikten sonra da james'in karşısına geçiyor piramit kafa. bu sefer arada parmaklık yok sadece tahta bir kabin kapısı var. fark ettiyseniz aradaki geçirgenlik artık azaldı. nerede o ilk öküz gibi aşılamaz duran demir parmaklıklar, nerede şimdiki üflesen yıkılacak, kabin kapıları, peh. oyun burada bile bize mesaj veriyor. james yol kat ettikçe piramit kafayla arasında olan bariyerler git gide zayıflayacak, bunu göreceksiniz. yine karşı karşıya kalan piramit kafa ile james birbirleriyle bakışırken, piramit kafa koni biçimindeki kafasını çekiştirerek, james'e ''yık şu kafandaki bariyerleri'' mesajını da veriyor. tabi bizim james, ''peki abi hemen bariyerleri yıkıyorum.'' demek yerine piramit kafayı mermi manyağı yapıyor.

    - üçüncü karşılaşmamız ise yangın merdivenlerinde oluyor. kapıdan bir geçiyoruz, yine karşımızda piramit kafa ve yine maceralarına devam ediyor. bu sefer almış lying figure yaratığını, haz dolu sesler çıkartarak tecavüz ediyor. şimdi bu tacizin pozisyonlarını tartışmayacağız tabi. neyse işi bitince lying figure ölüyor haliyle ve bize doğru yönelmeye başlıyor piramit kafa. (tabi geldiğimiz kapı bir anda kilitleniyor. kader işte ne yaparsın?) böylece ilk boss fight başlıyor. bu sefer aramızda perde kalmamış bir haldeyiz. yani yok parmaklıklardır, yok kapıdır vs. hiçbir şey yok aramızda. ilkinde biz saldırmıştık, şimdi o bize saldırıyor. merdivenlerden de aşağı kaçamıyoruz çünkü ne hikmetse su baskını olmuş orada. yani bildiğiniz kapana kısılmış bir haldeyiz. neyse biraz kapıştıktan sonra (daha doğrusu boş mermi yaktıktan sonra diyeyim.) sirenler çalmaya başlar ve piramit kafa bize olan ilgisini kaybederek, su dolu merdivenlerden aşağı doğru iner. biz de öyle mal gibi kalırız tek başımıza.

    bu sahnede lying figure kadın metasının yanında mary'i de temsil etmektedir. lying figure daha önce yazdığımız üzere mary'nin hasta halini de bir şekilde temsil ediyordu. piramit kafanın, lying figure ile olan münasebeti, james'in aklından geçen ''eşiyle seks yapabilme'' dürtüsüdür. yoksa piramit kafa manyak değil herhalde durduk yere şehirde yaratık götü kovalasın. zaten içinde bulunduğumuz o mekan bile komple metafor. biz aslında kaçış merdivenlerinin bulunduğu odaya girmiyoruz. biz, bilinçaltımıza doğru giriyoruz. daha önce bilinçaltımızda değildik, o yüzden piramit kafayla münasebete giremiyorduk, aramızda bariyerler vardı. aynı şekilde piramit kafanın bize verdiği imgelemeler de (mannequin tacizi gibi) şok edici ama yüzeyseldi. erkeklerin cinsel olarak kadın üzerindeki tahakkümünü anlatıyordu bize. (bu zaten çoğu erkeğin dürtüsüdür.) ama merdivenlerin olduğu odaya yani bilinçaltımızın olduğu yere gelince işler değişti. piramit kafayla aramızda olan bariyerler bir anda yok oldu. piramit kafanın yaptığı harekette değişti. direkt olarak mary ile ilgili fantezisini devreye soktu bu sefer. demek ki bilinçaltımızın girişinde direkt olarak mary ile ilgili dürtülerimiz varmış. (yani beynimizde kadınlara tahakküm kurmaya çalışıyoruz ama bilinçaltı düzeyine indiğimizde aslında fantezi kurduğumuz kişi direkt mary çıkıyor. diğerleri değil.)

    merdivenleri su basması da metafor. bilinçaltımızın derinliklerine giden yol, o merdivenler. aslında oyunda aşağı doğru indiğimiz ya da boşluğa doğru atladığımız bütün mekanlar bizim bilinçaltı düzeyimizi temsil ediyor. biz ne kadar oyunda fiziksel olarak aşağı doğru gidersek, o kadar da zihinsel olarak derine gidiyoruz. her aşağı indiğimizde, bilinçaltımızdaki bir bariyer daha ortadan kalkmış oluyor ve dikkat edin ne kadar derine gidersek, oyun o minvalde sapıtmaya başlıyor. (buraya geri döneceğim)

    neyse merdiven kısmına geri dönelim. bilinçaltımız şu anlık bize kapalı. öncelikle piramit kafayla yüzleşmemiz lazım. piramit kafayla olan kapışmamız aslında bir deneme yanılma yöntemini işaret ediyor. yani piramit kafa bizim, bilinçaltımıza doğru yapacağımız yolculuğa hazır olup olmadığımızı test ediyor. testi geçtiğimiz vakit, piramit kafa su dolu merdivenlerden aşağı doğru inip bir nevi bize gideceğimiz rotayı gösteriyor ama yine de siz, siz olun piramit kafa merdivenlerden inmeden çok yaklaşmayın. eğer çok acele ederseniz, piramit kafa inerken size doğru bıçağı sallayabilir. o yüzden sakin olun, yolumuz daha çok uzun, acele giden ecele gider. neyse piramit kafa indikten sonra, sular çekiliyor ve bize apartmandan çıkış yolu açılmış oluyor. bu ne kadar çıkış gibi olsa da aynı zamanda bir girişi temsil ediyor. belki biz woodside apartmanından çıkıyoruz ama aynı vakit bilinçaltımızın derinliklerine doğru da ilk girişimizi yapıyoruz. vatana millete hayırlı uğurlu olsun.

    dördüncü karşılaşmamız hastanede yaşanıyor. maria'yı hasta yatağına bırakıp, çatı katına doğru yol alıyoruz. hastanenin çatı katını araştırdığımız zaman yerde bir günlük buluyoruz. (okuyup okumamak opsiyonel, eğer okursanız oyun sonuna ufak da olsa bir katkıda bulunuyorsunuz haberiniz olsun.) okuduğumuzda ise bir hastanın depresif ruh halini günlüğüne geçirdiğimizi fark ediyoruz. (şimdi bu günlük kimin tam olarak belli değil. mary diyenler var, angela diyenler var, alakasız bir kişi diyenler var. mary, brookhaven hastanesinde kalmamıştı zaten diyenler var (ki doğru). ama bence lamı cimi yok. bu günlük mary'e ait.) hasta günlükte 9 mayıstan itibaren başlıyor, 13 mayısa kadar hissiyatını yazıyor. hissiyatını tarif etmek gerekirse aşırı intihar eğilimli diyebilirim. yani günlük diyorum ben buna ama bu bildiğin ayaklı depresyon kitabı. ''yağmur yağıyor mutsuzum, ilaç alıyorum mutsuzum, oturuyorum mutsuzum, hiçbir şey yapmıyorum mutsuzum, bir şeyler yapıyorum mutsuzum, bakmam gereken bir ailem var mutsuzum, eziğim, zayıfım, mutsuzum, ha bu arada daha önce söylemiş miydim? mutsuzum, mutsuuuuuuuuuz öeh.'' günlüğün bir tek sonunda ''bugün doktorla konuştum. artık taburcu olabileceğimi ve eve gidebileceğimi söyledi. ben...'' günlükte ''ben'' kısmından sonrası nanay olmuş vaziyette.

    neyse çatıda günlüğü okuyup, finalde mekanda hiçbir halt bulamayınca ''e bari geri dönelim.'' kafası yaşıyoruz ve az önce çatıya girmek için açtığımız kapıya geri dönüyoruz ama o da ne? ''the lock is broken'' yazıyor. lock mu is broken olmuş? lan nasıl olabilir böyle bir şey? daha az önce bu kapıdan çatıya girdik biz diye düşünürken sağa sola tekrardan bakıyoruz. o sırada da çatı korkuluklarına doğru gidiyoruz. giderken de arkamızdan bir metalik sürüme sesi geliyor. ohhhh ne güzel! piramit kafa bir anda arkamıza doğru ışınlanıp bize bıçağıyla bir koyuyor, bir koyuyor ki aman allahım. amele sümüğü gibi bizi fırlatıyor resmen. vurmanın şiddetiyle korkuluklara doğru fırlıyoruz ve korkulukları kırıp hastaneden aşağı doğru serbest süzülüşe geçiyoruz. ahahahah.

    buradaki tasarımda şöyle bir gariplik var. eğer o günlüğü okumadan kapıya gidersek de arkamızdan piramit kafa çıkıyor ve bizi aşağı fırlatıyor, okusakta aynı şey oluyor ama günlüğü okumayınca pek bir manası kalmıyor olayın. şayet günlüğü okuyarak geri dönersek her şey daha manalı oluyor çünkü (bence) mary'nin hastane anıları bizde farklı bir pencere daha açıyor. gerçekte inandığımız hatıraların yalan olduğu bunun yerini farklı bir gerçekliğe bıraktığı durumunu gözümüze sokuyor ve o anda da piramit kafa ortaya çıkıp, bize yapıştırıyor ve düşüyoruz. biz burada iki şekilde de düşüyoruz.

    1. fiziki olarak hastane'nin ağır depresif hastalar için yaptığı tedavi odası denilen aslında hücre olan yere doğru düşüyoruz.

    2. hem de günlüğü okuduktan sonra bilinçaltımızdaki bir bariyer daha ortadan kalktığı için düşüyoruz.(mary 3 yıl önce hastanede, hastalığından ötürü öldü yanılsaması.) yani zihnimizde daha derinlere doğru bir iniş gerçekleştiriyoruz.

    beşinci karşılaşmamızda ise maria ile beraberiz. birlikte hastanenin bodrumuna doğru iniyoruz. bayağı bir indikten sonra (bilinçaltımızda derinlere doğru indikten sonra desek de olur.) bir labirente doğru geliyoruz. (labirentler önemlidir. hehe.) köşeyi döndüğümüz an arkamızdan mızraklı piramit kafa geliyor. (bıçaklı ile mızraklı arasında şöyle değişik bir fark var. bıçaklı piramit kafa bilinçaltımızdaki düşüncelerimizde ya da fantezilerimizde bir karşılık bulurken, mızraklı piramit kafa bizim daha önceden direkt olarak yaptığımız eylemlerde karşılık buluyor.) bizi labirentin sonuna kadar kovalıyor. asansöre biniyoruz ama maria binemiyor. tam bir hengamenin ortasına doğru düşüyoruz. maria'yı kolundan çekip kurtarmaya çalışırken arkadan piramit kafa mızrağını haaaaaaaaaaaaarst diye maria'ya saplıyor. tribe giriyoruz filan. (zaten maria kısmında detaylıca yazdım. şimdi bu sahnedeki piramit kafa örneğine bakacağız.)

    dediğimiz gibi mary, hastalığında bize kötü davranmaya başlamıştı. biz devamlı hastaneye onu ziyarete elimizde türlü türlü hediyelerle gelirken, o bize anlamlandıramadığımız bir şekilde kötü davranıyordu. bir zaman sonra bu durum bizi aşırı derecede yormaya başlamıştı. hastaneye geliş, gidiş sıklığımız git gide azalıyordu ve bu durum mary'i ayrı kahrediyordu. işte bu labirent, yaşanan kovalamaca, asansöre binişimiz ve maria'nın piramit kafa tarafından öldürülmesi bizim geçmiş anılarımıza işaret ediyor. mary'den ilk defa hastanede kurtulmak istemiştik. bize kötü davranıyordu ve artık bu durumdan bıkmıştık. hayatımızı geri kazanmak istiyorduk belki de bunların hiçbirini hak etmemiştik. ama yine de ne olursa olsun eşimizdi işte ve onu bir şekilde seviyorduk. bu karmaşada kafamızda bir çıkış yolu arıyorduk. ya mary'nin yanında kalacaktık ya da bir şekilde bu cehennemden gidecektik. hastanedeki labirentte bir sağa bir sola yalpalamamız gibi beynimizde de bir sağa sola yalpalıyorduk. en sonunda bir gün kararımızı aldık. mary'i terk edecektik. o kadar bıkmıştık ki artık mary diye biri bizim için yoktu. son kez ziyaretine gittik, konuşma yaptık. (otelin sonundaki uzun koridor konuşması, bizim hastaneye mary için son kez gidişimizi anlatır.) mary yine bize aynı ikircikli bir kötü bir iyi tavrını yaptı, kararımız o an kesinleşti ve odadan dışarı çıktık. hastanenin holünde son kez yürüdük, asansöre doğru yol aldık, asansöre son kez bindik ve bir daha dönmemek üzere mekandan ayrıldık. artık mary bizim için kafamızda ölmüştü.

    oyundaki hastane labirentinde de aynı şey temsili olarak yaşandı. labirentlerde bir sağa bir sola yalpalandık. bu sırada piramit kafa (yani geçmişteki james) maria'yı şişlemeye çalışıyordu. bu kaçısın en sonunda yol düzleşti (mary'i terk etme kararı almamız gibi düşünün. artık beynimizde labirent yok, ne yapacağımızı biliyoruz) ve sonu bir asansöre açıldı.(terk ediş anı) asansöre bindik ama maria (o andaki geçmişteki mary) binemedi.(çünkü mary'i terk etmiştik çoktan. maria istese de binemezdi asansöre.) maria'yı içeri çekmeye çalıştık ama piramit kafa elindeki mızrağı maria'ya sapladı ve onu öldürdü.(biz eskiden kafamızda öldürmüştük, şimdi piramit kafa maria'yı hesapta gerçekten öldürdü.) yani piramit kafa bize geçmişimizde yediğimiz bir haltı, tekrardan sembolik bir canlandırma yaparak hatırlatmış oldu. asansörün hareket etmesi, bilinçaltımızdaki bir bariyerin daha kırılması anlamına geliyor. artık iyice diplere doğru yol alıyoruz.)

    altıncı karşılaşmamız bir tablo. teee yukarıda bahsettiğim mezhep tablosundaki karakterlerin olduğu yer yani müzenin orası. tabi burada mezhep üyeleri yok, direkt olarak piramit kafa var ve elinde bıçak değil mızrak tutuyor. arkada da cezalandırılmış ve kafese tıkılmış kişiler var. kafes, yatak döngüsünü biliyorsunuz artık. bu konuyu yukarıda da tartıştığım için artık çok girmiyorum.

    yedinci karşılaşmamız ise hapishane sonrası labirentte oluyor ama öncesine de bir bakalım isterseniz. james sunderland historical society müzesine girip tabloları inceledikten sonra bir yerde duvarın kırık olduğunu görürüz. aşağı doğru giden bir yol vardır. o yolun sonuna doğru bayağı bir gideriz ve en sonunda bir kapıdan geçeriz. hemen önümüze bir iki belge çıkar. belgede hapis yatan kişinin numarası falan yazıyordur. la biz nereye geldik? falan derken en sonunda kocaman, dibi görünmeyen bir delik görürüz ve oradan bir hışımla atlarız. kuyu gibi bir yere düşeriz, her yer tuğlalarla örülüdür. bildiğiniz orada sıkışmışızdır. en sonunda hava alan bir duvar görür ve o duvarı kırarız, ardına kapı çıkar. yine ilerleriz, bir kapı ardımızdan kilitlenir ve fenerimiz söner. fenere bataryayı takarız, fener bir açılır ve karşımızda yüzlerce böcek vardır. kapının şifresini girer, oradan çıkarız. en sonunda yine deliğin olduğu bir yere geliriz. spiral bir anahtarla deliğin oradaki kapıyı açarız. buradaki yapı bir enteresandır, yukarıda boşluğa açılan kapılar vardır ve bizim açtığımız kapı, dipsizliğe doğru gider. endişelensek de buradan da atlarız ve toluca gölü hapishanesine düşeriz. eddie ile konuşma yaparız. (yukarıda çevirisi var) hapishanede tur tur döneriz ve çeşitli bulmacaları çözdükten sonra sığınak kapısı gibi olan zemine sabitlenmiş bir kapıyı açarız ve ta taaa. yine dipsiz bir boşluk vardır, oradan da atlarız. bu sefer de asansör gibi bir yere geliriz ve asansörle te anasının nikahına kadar ineriz. sonunda labirente ulaşırız. burada da piramit kafa ile karşılaştığımız bir yer vardır. şimdi historical society'den, labirentli bölüme kadar o kadar derinlere doğru ineriz ki neredeyse arzın merkezine ulaşmamız lazım ama iş öyle değil yine.

    - bizim derinlere doğru inmemiz, aynı önceki inişlerimiz gibi bilinçaltımızla bağlantılıdır. her aşağı inişimizde bilinçaltımızın bir katman daha derinine inmiş oluruz. burada artık beynimiz, bilinçaltımızı kontrol edemez hale gelir. hızlı bir çözülme yaşarız. bu çözülmeler öyle etkiler bırakır ki mesela aynı çözülmeleri eddie ve angela'da buralarda yaşar ama onlar durumu kaldıramaz ama bizim piramit kafamız vardır, onların yoktur. bu bölümlerde beynimizin dipsiz kuyularından, kendine ait yarattığı hapishanelerden, pişmanlıklardan, suçluluk duygularından ve labirentlerinden geçeriz.

    dediğim gibi beynimiz artık bilinçaltımızı kontrol edemez hale gelmiştir. yanılsamalar ile gerçeklik beynimizde karışmış hale gelir. artık neyin gerçek, neyin yanılsama olduğunu bir türlü anlayamayacak bir noktaya geliriz. her delikten atladığımızda, beynimiz bize bir engel koymaya çalışır ama hepsini kolayca kırar geçeriz.

    mesela bir delikten atladığımızda etrafı duvarlarla çevrili bir kuyuya düştük demiştim. aslında o kuyu beynimizin bize ördüğü bir bariyer. bilincimiz bize diyor ki ''james dur artık. daha fazla olayı eşeleme''. biz ise duvarı kırıp geçiyoruz.

    - başka bir yerde de deliğin olduğu yere kapı koyup, kilitliyor bilincimiz. biz ise spiral anahtar buluyoruz ama bilincimiz pes etmiyor. anahtarı bulduğumuz odayı üstümüze kilitliyor, yetmiyor fenerin pilini bitiriyor. fenere pil takıyoruz, ışıklar geri geliyor ama bilincimiz yine pes etmiyor. kapının şifresini giremeyelim diye her yere böcek salıyor ama biz zibilyar böcek arasından yine şifreyi kırıp, kapıyı açıyoruz. sonsuz gibi görünen delikten aşağı atlıyoruz. bilincimiz resmen bize yalvarır hale geliyor. '' bak agacım bunun sonu çok kötü bir yere çıkacak. dur artık allahını seversen'' moduna giriyor ama biz artık resmen dava adamı olmuşuz. ya istiklal ya ölüm! mottosuyla hareket ediyoruz. bilinçaltımız, bilincimize galip gelmeye başlıyor.

    hapishane bölümünde ise hem fiziki anlamda hapishanede varız hem de bilişsel anlamda hapishanedeyiz. bilinçaltımızdaki bariyerler bir bir kırılıp giderken en sonunda geldiğimiz yer, bizim aşırı derecede suçluluk ve pişmanlık yaşadığımız bir yer. kendimize ördüğümüz duvarların ana merkezi burası. biz bir şeyden ötürü suçluluk duyuyoruz ama neyden ötürü duyduğumuzu bilmiyoruz ama artık bir konuda pişmanlığımızın farkındayız. en son yine bir delikten atlayıp labirente geliyoruz. şimdi dönelim yedinci karşılaşmaya. burası da maria ile bağlantılı.

    labirentte bir odaya girdiğimizde, the great knife silahını buluyoruz. bu piramit kafanın kullandığı o hayvani bıçak işte. yalnız bir garip durum var, piramit kafa bu silahı bırakıp gitmiş ve silahı alabiliyoruz, resmen piramit kafanın bıçağı bizim elimize geçiyor. geçmekle de kalmıyor, bu silahı kullanabiliyoruz. tabi bu silahı kullanmak aşırı zor. ağır, yavaş ve hantal bir silahı elimizde tutuyoruz, yürümek çok zorlaşıyor aynı piramit kafa gibi yerde sürüyoruz bıçağı. yetmiyor, düşmana saldırırken yaptığımız hareketler piramit kafanın yaptığı saldırılardaki hareketlerin aynısı. artık bilinçaltımız bize diyor ki ''james buraya kadar anlamadın belki ama ben senin gözüne sokayım gerçeği. piramit kafa sensin oğlum sensin, seeeeeeeeeeeeeeen.'' kapıdan çıkıp, merdivenlere doğru gittiğimizde karşımıza piramit kafa çıkıyor. elindeki mızrağıyla bize saldırmaya çalışıyor ve biz yukarı kaçmayı başarıyoruz bir şekilde.

    peki maria ile bağlantılı yer ne? odaların yerlerini değiştirdiğimiz bir puzzle var. orayı çözdükten sonra odaya giriyoruz ve o da ne? maria canlı kanlı bir şekilde sandalyede oturuyor. tabi aramızda demir parmaklıklar var. maria'nın olduğu sandalyenin arkasında da bir yatak var. maria ile ilgili labirent konuşmasını yukarıda çevirdim zaten, oradan bakabilirsiniz. neyse konuşma sonrası maria'ya ulaşmamız lazım ama bunun için başka bir kapı bulmalıyız. yine labirentte dört dönmeye başlıyoruz, arada angela'nın babasını falan götürüyoruz derken labirentin sonunu bir şekil buluyoruz ve odaya girdiğimizde maria'yı buluyoruz. tabi dirisini değil cesedini buluyoruz. maria yatakta uzanmış, yatak kan içerisinde ve yüzü nefes almaya çalışır gibi bir durumda kalmış. yani resmen maria yine öldürülmüş. öldüreni görmedik tabii ama kimin öldürdüğünü tahmin etmek o kadar zor mu? tabii ki piramit kafa öldürdü. o da labirentteydi sonuçta.

    şimdi piramit kafanın bize canlandırmak istediği anı ne? mary hastaneden taburcu edilip, son günlerini geçirmesi için eve yollanmıştı. james bu duruma içerlese de pek bir şey diyemedi tabii ama daha önceden dediğimiz gibi mary'i kafamızda çoktan öldürmüştük. yine hayatının elinden alındığını düşünen james, bir çıkış yolu aramaya başlar. kafasında olayı düşünüp durur, bir şekilde mary'nin acılarına son vermeli ve kendi hayatını geri kazanmalıdır ama ne yapacağını bir türlü kestirememektedir.

    1. oyundaki labirette maria'yı ilk gördüğümüz yerde iki karakter parmaklıklar arasında ayrıdır. maria, mary'nin hasta yatağının olduğu yerde sandalyede oturmaktadır ama biz ona ulaşamayız. işte bu durum james'in mary ile ilgili girdiği ikinci labirent yoludur. mary sorunundan bir şekilde kurtulmalıdır james ama ne yapacağını bir türlü kestiremez, bir ton düşüncenin esiri olur. parmaklıkları kırmalı ve ne yapacağına karar vermelidir. mary'e öyle yada böyle bir şekilde ulaşmalıdır. ikinci tur labirenti döndüğümüz yer, james'in plan yaptığı yerlerdir. james, mary'e ne yapacağının kararını burada verecektir. en sonunda bir karar verir james. verdiği kararı hepimiz biliyoruz değil mi? mary'i yastıkla boğarak öldürür. işte bu yüzden labirentin sonundaki odaya girdiğimizde maria'ya ulaşmız oluruz ama dirisine değil ölüsüne ulaşmış oluruz. piramit kafa bu sefer maria'yı ikinci kez öldürerek bize eski yaptığımız cinayeti anlatmış olur ama bu sefer hastanedeki gibi kafamızda öldürmedik mary'i, gerçekten öldürdük.

    şöyle de enteresan bir durum var. bilinçaltımızla ilgili bir ton bariyer ardı ardına kırılırken biz hala bir yerde umudumuzu taze tutarız. artık mary'nin üç yıl önce ölmediğini içten içe biliriz ama bunu bir türlü kendimize itiraf edemeyiz. hani eddie'yi öldürdükten sonra soruyorduk ya ''mary, gerçekten üç sene önce öldün mü?'' diye. artık eşimizin üç sene önce öldüğü hikayesi bize inandırıcı gelmemektedir. dedik ya yalanla, gerçek yani bilinç ile bilinçaltı birbirine karışmıştır diye. artık neyin yalan olduğu neyin gerçek olduğu birbirine karışmıştır. insan olarak acayip varlıklarız, bizim için her şey ya siyah ya da beyaz. hiç gri alanların varlığı konusunu düşünmüyoruz. james'de bizim gibi düşünmüyor. o zannediyordu ki yalanlar gidince geriye sadece gerçekler kalacak ama fark ediyor ki yalanlar birer birer çöktükçe geriye gerçekler kalmıyor, sadece içimizdeki kaos daha çok büyüyor. yalanla gerçek birbirine karışıyor. olayın çözülmesi için de otele gitmemiz gerekiyor. biz de öyle yapıyoruz.

    piramit kafayla son karşılaştığımız yer otel ama oraya gelmeden önce oteli çözmemiz lazım, bütün düğüm burada çözülüyor çünkü. öncelikle sal ile gidiyoruz otele. sağ sol yaptıktan sonra ışığı görüyoruz ve ışığa doğru gidiyoruz yani bilgiye kurtuluşa doğru yol alıyoruz. otele çıktığımız gibi ''burası üç yıldır neredeyse hiç değişmemiş'' diyoruz. (he üç yıl) otele girdiğimizde harita buluyoruz. 312 numaralı odanın bulunduğu yerde ''seni bekliyorum'' yazıyor. burası mary ile daha önceden kaldığımız oda. oteli araştırırken restoran kısmına denk geliyoruz ve burada laura ile karşılaşıyoruz. aramızdaki diyalog çok önemli. yine gerçek ile yalanlar birbirine giriyor burada.

    (piyano sesi duyulur, james irkilir ve piyanonun arkasına saklanmış olan laura ortaya çıkar.)

    l- (laura) seni korkuttum mu?

    j- (james) evet.

    l- mary'i burada bulmak için geldin değil mi james? peki yapabildin mi?

    j- hayır. sen de bu yüzden buradasın değil mi?

    l- o burada, sence de öyle değil mi? eğer nerede olduğunu biliyorsan, bana söyle tamam mı? yürümekten ötürü çok yoruldum.

    j- keşke, bilseydim.

    l- ama o mektubunda yazmıştı.

    j- ne mektubu?

    l- (mektubu çıkarır) okumak ister misin? ama rachel'a söyleme tamam mı?

    j- rachel da kim?

    l- bizim hemşiremizdi. onun kabininden çaldım.

    james mektubu okur. mealen: sevgili laura, bu mektubu ben gittikten sonra sana vermesi için rachel'a bırakıyorum. artık çok uzaktayım, güzel ve sessiz bir yerdeyim. lütfen sana elveda demeden gittiğim için beni affet. kendine iyi bak laura. ha bir de james hakkında... bana iyi davranmadığı için ondan nefret ettiğini biliyorum ama lütfen ona bir şans tanı. evet kendisi biraz somurtkan ve pek gülmeyen bir tip olabilir ama aslında çok tatlı biridir. laura... seni kendi kızımmış gibi seviyorum. 8. yaş günün kutlu olsun laura. sonsuza kadar arkadaşın, mary.

    j- (işkillenerek) laura... kaç yaşındasın sen?

    l- geçen hafta sekiz yaşına bastım.

    j- o zaman mary 3 sene önce ölmüş olamaz. (çok şükür anladı) (kafası karışmış bir şekilde) a... acaba o burada olabilir mi? acaba güzel ve sessiz bir yerdeyim dediği şey burası mıydı?

    l- ben ve mary, silent hill hakkında çok konuştuk. hatta oradaki bütün resimlerini bana gösterdi. gerçekten oraya dönmek istiyordu. işte bu yüzden buraya geldim.
    belki öbür mektubu da görürsen... mary'nin verdiği... huh? (araştırır ama mektubu bulamaz) hay allah düşürmüş olmalıyım.

    j- lauraa?

    l- onu bulmam lazım. (koşmaya başlar.)

    j- laura?! (laura çıkıp gitmiştir.)

    şimdi burada bir şey açığa kesin olarak çıkar. james'in okuduğu mektuba göre mary, laura'nın 8. yaş gününü kutlamaktadır. james ise laura'nın ancak 8-9 yaşında olduğunu tahmin ederek, laura'ya kaç yaşında olduğunu sorar. laura ise geçen hafta 8 oldum der. böylece james'in 3 sene önce karım öldü hikayesi delilli ispatlı çöker çünkü 3 sene önce ölen karısı bir hafta önce sekiz yaşına girmiş bir kızın doğum gününü kutlayamaz.

    yalnız yukarıda dedim ya yalanla gerçekler birbirine karıştı diye. o da şuradan ileri geliyor. evet james karısının 3 sene önce ölmediğini öğrenmiş oldu ama bu bilgiyle tam olarak ne yapacağını bilmiyor. eşi daha bir hafta önce yaşıyorsa, şimdi nerede ki? acaba gerçekten yaşıyor mu? mektupta bahsedilen ''güzel ve sessiz yer'' acaba burası mı? mary şu an otelde 312 numaralı odada mı kalıyor? james o kadar piramit kafadan ipucu almasına rağmen eşini silent hill'e gelmeden hemen önce öldürdüğünü anlayamıyor.

    aslında bunun emareleri vardı. biz karımızı çok seviyoruz diye piyasada gezinirken bazı yerlerde şehir bize, aslında karımızı çok sevmediğimizi göstermeye çalışıyordu. mesela;

    laura bir yerde bize ''sen aslında mary'i hiç sevmedin'' deyip kaçıyordu.

    maria bize ''ondan nefret ediyor olabilir misin?'' deyip sevgimizi sorgulamıştı.

    angela bize ''bütün erkekler aynısınız. onu hiç sevmedin, belki de onu sen öldürdün.'' deyip bize aslında yalan söylediğimizi gösteriyordu.

    eddie bize ''iyiyi oynama. bu şehir benim gibi seni de çağırdı. biz aslında birbirimize çok benziyoruz james'' diyerek bizim de onun gibi bir katil olduğunuzu ima etti.

    e piramit kafa'nın yaptıklarını yukarıda yazdım değil mi? adam daha ne yapsın bize gerçeği göstermek için?

    şimdi bu kadar şey üstüne ne kadar herkese durumu inkar etsek de içten içe kıllanmaya başlamıştık. ulan acaba...? soruları kafamızda dönüp duruyordu ama bu mektubu okuyunca, yalanla gerçek yine iç içe girdi ve bize farklı bir umut kapısı açılmış oldu. mary 1 hafta önce bu mektubu yazdığına göre üç sene önce ölmemiş ve sessiz ve tatlış bir yerdeyim diyerek burayı kastetmiş. demek ki mary tam olarak 312 numaralı odada beni bekliyor kafasına çıktı james.

    bir yandan da laura ile mary'nin hikayesi ortaya çıktı. laura ile mary birbirlerini hastaneden tanıyorlarmış. zaman içerisinde süper kanka olmuşlar filan bu kısımları zaten daha önceden yazdım. şimdi geldik işin bam kısmına. madem bu kadar sıkı fıkılardı e peki biz niye laura'yı tanımıyoruz? bunun da cevabı belli. james, laura'yı tanımıyor çünkü laura ile mary'nin tanışması, james'in hastaneye gelmeyi kestiği zamandan sonra başlıyor. bu yüzden james, laura'yı tanımıyor ama laura bizi tanıyor çünkü mary, laura'ya eşinden bahsediyor. aynı sebepten ötürü de laura bizden nefret ediyor çünkü james'in, hasta eşini terk edip gittiğini bilmek, ondan nefret etmesini sağlıyor zaman içerisinde. yine de mary, laura'ya ''ona şans tanı. aslında iyi biri'' diyor.

    işte tam olarak burada james'in ikinci kez kıllanması lazım çünkü james'in bildiği, mary ölene kadar onun yanında olduğuydu ama onun tanımadığı bir kız var ortamda ve bu kızla eşi birbirlerini çok iyi tanıyorlar. demek ki james ile mary'nin bağı bir yerde kopmuş ama james böyle bir şey hatırlamıyor. işte burada kendi ilişkileri hakkındaki bazı yerlerden kıllanması lazımdı james'in ama beyni o kadar karışık sinyaller verdi ki buna odaklanmak yerine 312 numaralı odada mary'i bulma fikrine odaklandı. hatta öyle bir odaklandı ki aklına ''sessiz ve güzel bir mekan'' denilen yerin başka bir yer olabileceği fikri bile gelmedi. neresi orası? kadının evi, başka neresi olacak?

    ama acı gerçekler 312 numaralı odada ortaya çıkıyor. maria labirentte bize ''hep unutkandın, giderken her şeyi toparladım dedin ama beraber çektiğimiz video kaydını unuttun. inşallah hala oteldedir.'' demişti. (yukarıda çevrisi var.) işte otelde o video kaseti buluyoruz ve 312 numaralı odaya gidip, izlemeye başlıyoruz. mary 312 numaralı odada camdan dışarı bakıp:

    m- hadi canım yine mi video çekiyorsun? neden bilmiyorum ama burayı çok seviyorum, çok huzurlu bir yer. ne duydum biliyor musun? buradaki alanların tamamı kutsal mekanmış. neden böyle olduğunu anlayabiliyorum. gidecek olmamız ne kadar da kötü. lütfen beni buraya bir kere daha getireceğine söz ver james? (öksürmeye başlar, hastalığının ilk belirtisi ortaya çıkar.)

    sonra videoda fps bozulmaları yaşanır, bazı kareler birbirinin içine geçer ve atlar. sonra bir anda kendi evimizde video devam eder. mary, hasta yatağında yatıyordur. eşimizin yanına gideriz, bir şeyler söyler (duymuyoruz) ve alnına bir öpücük kondururuz. finalde de eşimizi yastıkla boğarak, öldürürüz. yine kareler de sıkıntılar başlar, fps droplar olur, bazı kareler birbirinin içine girmiş ve yanmıştır. neyse ama ne yaptığımızı ayan beyan gördük zaten. sonra laura ile olan ''senden nefret ediyorum'' diyaloğu başlar. (laura kısmında çevirdim.) ama devamını anlatmamıştım hehe.

    laura ile geçen konuşmadan sonra, lauradan son kez özür dileriz ve koltuğa tekrardan otururuz. biz bu oturma açısını daha önce görmüştük. woodside apartment bölümünde dairelerin tamamını gezip bir şey bulamadıktan sonra ne yapacağımızı şaşırırız ve tekrar ikinci kata döneriz. bu sırada bir çığlık sesi gelir. çığlık sesinin geldiği yere doğru koştuğumuzda parmaklıkların ardında piramit kafa vardır. (ilk karşılaşma) ve bu piramit kafa kıpkırmızıdır. o sırada yandaki odaya girince, daha önce orada olmayan bir sahneyle karşılaşırız.

    koltukta oturan bir adam vardır. adam kanlar içerisindedir ve ölüdür. karşısındaki televizyonda açılmıştır ama sadece cızırtılar vardır. adamın kanı ta televizyona kadar sıçramıştır. biz adama bakıp ''aman allahım, kim böyle bir şey yapar?'' deriz.

    e ne alaka şimdi dediğinizi duyar gibiyim. hemen anlatıyorum. televizyon karşısında kanlar içerisinde ölmüş birini görmüştük ya heh o adamla, 312 numaralı odada televizyon karşısında oturan adam aynı. ikisi de james sunderland. ispatla derseniz, hemen ispatlıyorum.

    kanlar içerisinde tv karşısında ölen adam.

    televizyon karşısındaki james.

    iki resmi de yan yana getirin. ne gördünüz? aynı değil mi? bize ileride olabilecek bir sahneyi gösterdi oyun. bilincimizin bize söylediği şey, ''eğer gerçeği öğrenirsen intihar edersin'' aynı zamanda piramit kafa da bizim gibi kıpkırmızıydı orada değil mi? (normalde piramit kafa kıpkırmızı değildir.) e o da ayrı bir mesaj. ''orada gördüğün adamla, piramit kafa aynı kişi.'' yani biz, piramit kafayız işte.

    neyse otel sahnesinin devamında televizyona karşı çökmüştük işte. o anda radyomuzdan cızırtılar gelir. mary'nin sesidir bu ama ilk defa lying figure gördüğümüz alandaki sese göre inanılmaz berraktır.

    m- james? neredesin? seni bekliyorum. sadece seni bekliyorum, lütfen bana gel. benden nefret mi ediyorsun? bu yüzden mi gelmiyorsun? james! james! lütfen, acele et. kayıp mı oldun? ben yanındayım. yanı başındayım james. lütfen, seni görmek istiyorum james...

    j- bu ses?

    bu sesle beraber irkilir ve yolumuza devam ederiz. odadan çıktığımız andan itibaren alternate tarafa geçmişizdir ama ne geçmek? bilinçaltımızda gidecek hiçbir yer kalmamıştır. yalanlarla gerçeklerin birbirine karışma dönemi bitmiştir. bu iyi bir şey değil mi? her şey çözüldü, her şey öğrenildi sonuçta. sadece bu şehirden çıkacağız ve defolup gideceğiz değil mi?

    değil.

    arkadaşlar bu yaşananlardan sonra bütün gerçeklik bilinçaltımızdan sökülüp bize doğru şelale gibi akınca beynimiz error vermeye başlar. sonuçta gizli saklı bir şey kalmamıştır. ortada aranacak bir şey de kalmamıştır. bilinçaltımıza yapılacak bir yolculuk, efendim ne bileyim diplere doğru inme, hollerden geçme, duvar kırma, deliklerden aşağı atlama gibi bir durumda kalmamıştır. içimizde saf hayal kırıklığı ve öfke vardır. şehrin bize ne yaptığını anlarız ama esas olarak merak ettiğimiz durum biz acaba şehre neler yapacağız? bu zamana kadar eşimizi ararken, bir anda gerçeğin eşimiz olmadığını aslında gerçeğin hep biz olduğumuzu, bizim burada olma sebebimizin aslında ne kadar karanlık ve bir o kadar yıkıcı bir güce sahip olduğumuzu anlamak... james sunderland'in son yıkımına hoş geldiniz arkadaşlar. bu saniyeden itibaren oyunda inanılmaz bir şekilde yamulur. sanki bütün şehri bug'a sokup çökertiyoruzdur. otel zaman ve mekandan bağımsız hareket etmeye başlar. fizik kuralları gözümüzün önünde yıkılır. 3. kattaki bir odaya girip, kendimizi 2. katta buluruz. tekrardan aynı odaya dönersek, bu sefer 1. katta bambaşka bir odadan çıkarız. resmen odalar arası ışınlanmaya başlarız. o yüzden diyorum ya bütün zaman, mekan ve gerçeklik algımız yıkılmaya başladı diye. bilinçaltımız ile bilincimiz artık yekpare olmuşlar ama bu yekparelik aynı zamanda beynimizdeki contaları yakmış, kül etmiş. resmen beynimiz s.o.s veriyor.

    e peki üç sene önce öldü geyiği nereden geliyor?

    onu da alt kata indiğimizdeki bir kayıt cihazından anlıyoruz. kaydı çalıştırmaya başlarız, bu arada pencerenin dışında havada asılı duran bir yatak vardır. bu yatak bildiğiniz mary'nin hasta yatağıdır. neyse bu kayıtta biz ve bir doktor vardır.:

    j-(james) mary ölecek mi? sen... sen benimle dalga mı geçiyorsun?

    d-(doktor) çok üzgünüm.

    j- ama sen doktorsun. sen insanları iyileştirirsin. senin işin bu.! nasıl hemen öleceğini söyleyebilirsin ki? (ölüme terk etmek manasında)

    d- lütfen sakin olun. eşinizin doktoru olaraktan, elimden gelen her şeyi yapacağıma dair söz veriyorum ama eşinizin durumu açısından hastalığını iyileştirecek etkili bir tedavi yok.

    j- peki, ne kadar zamanı var?

    d- korkarım ki emin değilim. belki 6 ay..., en fazla 3 yıl... bu durumda süre vermek imkansız.

    şimdi anladınız mı üç senenin nereden geldiğini? james, mary'i öldürdükten sonra öyle ağır bir pişmanlık yaşar ki beyni neredeyse iflas edecek gibi olur. o an hızlı bir şekilde psikoza girer ve beyni durumu bilinçaltına doğru hızlıca süpürür. o sırada yeni bir hikaye yazması gerekir beynin, james'in anılarındaki parçaları hızlıca tarar ve olası en mantıklı hikayeler için parçalar toplar. topladıktan sonra james'in anılarını hızlıca değiştirir. nedir bu parçalar?

    - silent hill'de eşi hastalanır. (bu zaten doğru)

    - hastanede bakımı sürer. (bu da doğru)

    - james, eşinin hep yanındadır. ( eşinin yanında olduğu kısmı doğru ama hep yanında olduğu kısmı yanlış) (aradaki kısımları beyni tamamen siler.)

    - mary, james'in yanında hastalıktan vefat etmiştir. (bu da bir yere kadar doğru. evet mary, james'in yanında vefat etmiştir ama hastalıktan değil. james bildiğin mary'i boğarak öldürmüştür.)

    - bu olay üç sene önce yaşanmıştır. (bu kısım komple sallamasyon. ortada bir üç sene lafı var orası doğru. doktorla konuşmalarında geçiyor bu üç sene mevzusu. tabii işin sıkıntılı kısmı mary üç sene önce değil belki 10 saat önce ölmüştür. üç sene kısmı doktorun, james'e verdiği maksimum süre ama james'in beyni hızlıca psikoza girdiği için doktorun verdiği üç seneyi, eşinin üç sene önce öldüğü kısmıyla yer değiştirmiştir.) (burada şöyle enteresan bir durum var. mary'nin ne kadar hasta kaldığını tam olarak bilmiyoruz belki üç sene hasta kalmış olabilir. james ise bu durumu hayatından çalınan üç sene olarak algılamışta olabilir. belki de bu yüzden doktorun verdiği süre, yaşadıklarıyla birleşince eşim üç sene önce vefat etti diyordur. yani mary fiziksel olarak üç sene önce ölmediyse bile, james'in zihninde üç sene önce ölmüştür. kim bilir?)

    - neyse piramit kafayla son kez otelde karşılaştık demiştim. burada iki tane piramit kafa var, ortada bir kafes (yatak) var ve kafese bağlanmış bir maria var. james, yardım et lafları havada uçuşurken, james hala içinde bir kırıntı kalmış olacak ki piramit kafalara ''haaaaaaaaayır, rahat bırakın onuuuuuuu'' falan gibi cümleler kurar. neyse piramit kafalar, maria'yı üçüncü kez öldürür ve james artık gerçeklerden kaçamayacağını tam olarak anlar. piramit kafalar burada james'e son kez bir mesaj verirler. evet, gerçekleri öğrendin ama sakın bunlardan kaçmaya çalışma. belki gerçekleri öğrendin, şimdi bu gerçeklerle yüzleşme zamanı... zaten james burada konuşmaya başlıyor ve durumu tam yazdığım gibi özetliyor.

    j- (yere doğru çöker. başı aşağı bakıyordur.) zayıftım. bu yüzden size ihtiyacım vardı. (piramit kafa, maria, yaratıklar, şehir vs.) günahlarımdan ötürü beni cezalandıracak birilerine ihtiyacım vardı ama şimdi bunların hepsi bitti. (arkasında iki piramit kafa belirir.) (james yavaşca ayağa doğru kalkar) gerçeğin ne olduğunu tam olarak biliyorum. (piramit kafalara doğru döner.) şimdi bu işi tam olarak bitirmenin zamanı geldi... (taşşağa bak be) (bu arada bu laftan sonra piramit kafalar bir iki adım geri çekilmeye başlarlar. bildiğin tırsarlar yani.)

    iki tane piramit kafayla boss fight yaparız. buradaki durum piramit kafalar artık bu işin bittiğinden kesin olarak emin olmak ister. james'in geri adım atıp atmayacağını bilmek isterler. belli bir zaman sonra anlarlar ki james geri adım atmıyor. bırak geri adım atmayı, allah ne verdiyse saldırıyor. piramit kafalar görevlerinin sona erdiğini anlarlar ve mızrakları kafalarına saplayıp intihar ederler. tabi bu işin tasvir kısmı.

    gerçek kısmında ise james'in artık öğreneceği bir şey kalmaz. gerçeklerden de kaçmamaya karar verir. bir psikoz daha yaşamayacaktır çünkü eskisi gibi zayıf değildir. gerçeklerle yaşamayı tercih eder. bilinçaltı, bilinci olmuştur artık. bu yüzden başka bir bilinçaltına ihtiyacı kalmamıştır. e piramit kafalar zaten james'in bilinçaltı oldukları için, aslında james'in piramit kafaları yani bilinçaltını tamamen yok etmesi gerekiyordur. o da öyle yapar. bütün bilinçaltını yok eder.

    bu odayı geçtikten sonra uzun bir hol çıkar karşımıza. burada mary ile olan bir anımız depreşir. uzun ve içli bir diyalogdur.

    j- mary

    m- ne istiyorsun james?

    j- ben... ııım... sana çiçek getirmiştim.

    m- çiçek mi? çiçek miçek istemiyorum ben. evine gitsene sen!

    j- mary, ne diyorsun sen?

    m- bana baksana!! iğrenç gözüküyorum!! çiçek falan hak etmiyorum ben. bu hastalıkla birlikte bana verdikleri ilaçlar... yaratık gibi gözüküyorum.

    m- (bizim ona baktığımızı görerek) sen neye baktığını zannediyorsun? siktir git lan buradan. beni rahat bırak! kimsenin işine yaramam, zaten yakında geberip gideceğim. belki bugün,belki de yarın.

    m- aslında beni öldürseler ne kadar kolay olurdu ama sanırım hastane üzerimden daha çok kar edebilmek için beni hayatta tutmak istiyorlar.

    m- hala burada mısın sen?! sana gitmeni söylemiştim! sağır mısın be adam!? bir daha sakın buraya gelme!

    m- (pişman olmuş, üzgün ve ağlamaklı bir sesle yalvararak) james... bekle... lütfen gitme... yanımda kal. beni yalnız bırakma. söylediklerimde ciddi değildim. (ağlar) lütfen james... bana iyi olacağımı söyle. ölmeyeceğimi söyle. yardım et bana...

    (ne kadar üzücü ve zor bir durum değil mi? sırf şu konuşmalar yüzünden bir protogonist yani başkahraman, antagonist'e yani baş kötü adama dönüştü. ben bu oyunu zibilyar kez bitirdim. hala şu monolog'u duyunca ve uzun holde yürüyünce boğazım düğümleniyor. böyle bi kötü oluyorum açıkçası. gerçekten kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir an. yazık.)

    en sonda da otelin yangın merdiveni kısmına çıkarız. (woodside apartment bölümündeki yangın merdivenleri kısmının otel versiyonu.) burada yine enteresan bir durum var. ilk apartman merdivenleri kısmında da buradaki merdiven kısmında da aşağıya inen merdivenleri su basmıştır. apartman bölümünde aşağı yani bilinçaltına inmesi gerekiyordur james'in ama otel'in merdiven bölümünde aşağı inemez çünkü gidebileceği bir bilinçaltı kalmamıştır. o yüzden james'in yukarı çıkması gerekir, yani tam bilinç noktasına geri dönmelidir james. zaten aşağı giden merdivene gitmeye çalışırsak, merdiven kendini yukarı çekip kapatıyor. yani james istese de aşağı gidemez. merdivenlerden en yukarı çıktığımız zaman, bütün merdivenler kendini kapatıyor. demek ki artık bilinçaltı noktasında değiliz, tam bilinç noktasındayız ve bilin bakalım karşımıza kim çıkıyor?

    oyun sonlarına göre mary ya da maria karakteri çıkıyor. bize nefret kusuyor ve tepeden sarkan bir yaratığa dönüşüyor. yaratık mary'nin hasta yatağı tasviri üzerine kurgulanmış. mary yataktan çıkamıyor, kafes gibi olmuş. bizi dokunacıyla yakalarsa boğmaya çalışıyor. (1 lira farkla boğma intikamı istemez miydiniz?) neyse vura vura yere yıkıyoruz en sonunda. bir süre daha oyun devam ediyor, cutscene girmiyor. bu sırada yerdeki mary yada maria ''james, james'' diye inliyor ve oyun bitiyor.

    ben de bittim arkadaşlar. daha önceden de bu konuyla ilgili yazdığım entry'ler var, isterseniz onlara da bakıp, farklı teorileri öğrenebilirsiniz. hepsini yazmadım çünkü eski entrylerle çok çakışırdılar. zaten yazı o kadar uzun ki, bazı yerleri düzelteyim derken site kasılıyor. düşünün artık. buraya kadar gelen arkadaşlara sesleniyorum. siz gerçekten mükemmel insanlarsınız, sabrınıza sağlık.
19 entry daha
hesabın var mı? giriş yap