33 entry daha
  • mortifera'nın beş para etmez, uyduruk analojisini bir kenara koyarsak (büyük ihtimalle haftanın beğenilenlerinden biri olur bu entirisi; git kendini sevdirmeden, savur o güzel saçlarını) paganizm bir insanlık problemi olarak karşımıza dikildiği için sonraki bütün dinsel tutumların içerdiği güdüklükleri içerir. herkesin bir yoğurt yiyişi var dinler tarihine bakışında, benimkisi de insanlardaki ortak güdüklüklerin ön plana alınması yönünde oluyor. pagan dünyasına ve haliyle paganizm tasarısına düşen pay da ihtiyaçların giderilmesi noktasında, o dönem insanların başka bir şanslarının olmayışıdır. peki, diyeceksiniz ki "nasıl oluyor da aynı dönemde doğuda ibrahim'in dini doğabiliyorken, bu tarafta ısrarlı bir doğa dini söz konusu; böyle bir farklılık varken nasıl olur da ihtiyaçların müşterek olduğunu düşünebiliriz?" cevabım hazır: "görüntüye bakma, içerdiği anlama bak; anlamı oluşturan insani güdüklükler; dinin görüntüsünü oluşturan ise insanın kendisi yanında kültürel, sosyal, doğal çevresidir."

    bunu açımlamak istiyorum. #16389457 no'lu entiride hıristiyanların kimi dayanaklarının stoacıların dayanaklarına benzediğini söylemiştim; aslında ihtiyaç her iki yaklaşımda da ortak olduğundan, birinin dayanağı diğerinin de dayanağı olabiliyor - olabilmiştir (bundan sonra olamayabilir, bunu bilmiyorum). epikurosçu sistemde tanrılar intermundia'da yer aldığından, ne insanların yaşamına karışırlar, ne de tümden varlıkları-yoklukları birdir. ama aynı dönem disiplinlerinden stoa'da tanrılar doğadaki sürekli akışın bir parçası olup, koruyucu ve kollayıcı niteliktedirler. peki, o halde soralım: epikuros'un disiplini neden başta roma olmak üzere stoa kadar rağbet görmedi? neden atomlara ve materyale dayanan bir sistem; ruhani boyutları fazlasıyla gelişmiş bir başka sistem karşısında adeta renaissance'ın sonuna kadar çürümeye bırakıldı? neden marx'a kadar demokritos'un ve hocası leukippos'un atomları hor görüldü? bakın i.ö. 1. yy.'da durum neydi: cicero, de natura deorum ii.xxiii.60'da şöyle diyor: "insan soyuna çok yararlı ne varsa, insanlar onun tanrısal iyilik olmadan gerçekleşmediğini düşünürlerdi. bunun için tanrı verdiği ürünün adıyla anılırdı; örneğin tahıla ceres, şaraba liber deriz." aynı eserin ii.xxiii.61. bölümünde ise soyut kavramlara geçer: "fides (bağlılık) gibi, mens (akıl) gibi içinde daha büyük bir gücü barındıran kavramlar da tanrı sayılır, geçenlerde m. aemilius scaurus bunlara capitolium'da birer tapınak yaptırdı, daha önce de a. atilius calatinus, fides'i tanrılaştırmıştı. bak, şurada virtus'un (erdem) tapınağını görüyorsun; yıllar önce, liguria savaşı'nda q. maximus'un yaptırdığı, m. marcellus'un onarttığı honor'un (onur) tapınağını da görüyorsun."

    bu ifadelere binaen hem somut hem soyut değerleri insan yaşamından çıkardığınız vakit ne kalır? hiçbir şey. tahılsız, şarapsız, bağlılıksız, akılsız, onursuz, erdemsiz insan hayvandan farksızdır; adeta yaşayan bir ölüdür. insanları insan kılan tanrısal değerlerle anlamlanmış olmalarıdır. hangi tanrı insanı daha anlamlı kılıyorsa, o diğerlerinden daha büyüktür. cicero aynı eserin ii.xxiii.61-62. bölümünde şöyle diyor: "ops (varsıllık), salus (esenlik), concordia (uyum), libertas (özgürlük), victoria (zafer) tapınaklarına ne dersin? bunların tümü tanrısallık olmadan yönetilemeyecek denli büyük güçleri yüzünden tanrı adını aldılar (burada zorunluluğa dikkat edin). benzer biçimde cupido (tutku), voluptas (arzu), lubentina (şehvet), venus (aşk) sözcükleri de tanrılaştırıldı, bunlar ise doğal olmayıp aşırı duygulardır, bunlar doğal olandan daha etkili olurlar. tanrıların büyüklüğü yararlı olmalarıyla doğru orantılıdır. herbir tanrıda hangi gücün bulunduğu az önce saydığım adlarından anlaşılır." bu ifadeler i.ö. 1. yy.'da kaleme alındı ve bir tanrı-tanımaz olmadığını düşündüğüm cicero'nun (bu konuda yakınlarda yapılan bir çalışmayı da aktarayım; çiğdem menzilcioğlu'nun "cicero tanrı-tanımaz mı?: de natura deorum'dan bir çözümleme" başlıklı makalesi, kutadgubilig'in 15. sayısında [mart 2009] yayınlandı; ilgisi olanlara tavsiye ederim, oldukça yetkin bir çalışma.) tanrıları insan yaşamından dışarı çıkarmadığını düşünürsek, beri yandan aynı eserin ii.xiv.39. bölümünde stoacı anlayışa göre hiçbir şeyin dünyadan daha kusursuz olmadığının söylenmiş olması bize şunu düşündürtür: o halde kusursuzluk tanrıdan gelmekle birlikte; bu düzen bütünüyle tanrı pronoia'sının hükmü altındadır. bu pronoia düşüncesi, materyalistlerin, atomcuların ve haliyle epikurosçuların söylediği tesadüfi karşılaşmalara ve tesadüfi oluşumlara dayanan bütün yaklaşımlara üstün gelmiştir. isa ve onun nezdinde regnum dei yani tanrı'nın krallığı düşüncesi başlı başına bu galibiyetin tescilidir. dahasını da söyleyeyim mi, ister misiniz? islamiyet de insanın güdüklüğüne dayanan zorunlu kutsallığın taç giyme törenidir. bundan ötesi boştur, anlamsızdır. kimin tanrı'sının galip geleceği, konuşulması bile gereksiz bir sorundur. galip gelen bellidir: zorunlu kutsallık düşüncesi.

    lenin felsefe defterlerinin bir yerinde yine epikuros'un önemini vurgularken, onun greklerin ve romalıların batıl inançlarıyla olduğu kadar günümüzün papazlarının inançlarıyla da mücadelede kullanılabileceğini söylüyor. dahası lenin "epikuros'un felsefesinden özellikle duyular-üstü varlığı kökten reddeden kavramlar oluştu" diyor; bu kavramlar yoluyla "batıl inançlar yıkıldı, ama onlarla beraber kendinde temellenen bağlantı ve idealin dünyası da yıkıldı" diye de ekliyor. peki, diyelim ki lenin haklı. lenin, feuerbach'tan hareketle yine epikurosçu sistemin sunduğu "tanrılar mükemmel insan şekilleridir... ama sadece o kadardır" çıkarıma güveniyor diyelim, sonuçta nereye vardık? milyarlarca dinli veya dindar, yani kutsallara inancı olan insanlarla dolu bir dünya. çağın batıl inançları çöküyor; kilise doluyordu, şimdi dolmuyor. ama camiler doluyor, bir gün camiler de dolmamaya başlarsa; başka bir şey dolmaya başlar. burada kutsallık sürekli maske değiştiriyor; "idealin dünyası"nın da yıkılmasının bir önemi yok; lenin burada yanılıyor, idealin dünyası değil doğu kaynaklı, ruhani stoa'yı yunanî epikuros'a üstün kılan. insanın kendi güdüklüğü karşısında, tasarladığı kutsallığın bizzat kendisi onu bu yoldan alıkoymuyor. peki insanın güdüklüğü son bulur mu? bunu bilemeyiz; ay'a ayak basan adama "tanrı'yla karşılaştın mı?" ya da "ezan sesi duymuşsun, doğru mu?" diye soran da insan. hiçbir kutsalı olmayan için de hiçbir kutsalı olmama kutsallığını koruyor; ben tanrı-tanımazın diye ortalıkta dolaşanın hangi tanrı'yı tanımadığını açıklaması gerekir. "tanrı-tanımazım" diyene "zeus'u tanır mısın?" diye sormak lazım; tanrı'nın hangi şeklini tanımıyorsun?

    platon'un mağarasındaki insanın durumuna benziyor bu da, bırakın gölgelerin esasına, kaynağına ermeyi; insanoğlu ölmeden mağaradan dışarı çıkabileceğini bile tasarlayamıyor. bunu tasarlayabilse bile, mağara dışında başka bir tasarımı kutsallaştırıp kutsallaştırmayacağı da meçhul. buradan sonsuz kere sonsuz karamsarlık da çıkar, umut da. ikisini de izah edebilecek retorik bol; ama her izah edilebilen şey de anlamlı olacak diye bir şey yok. o da meçhul. son kertede karamsarlık hakimmiş gibi görünüyor; wittgenstein-berkeleycilik oynayalım: dilimin uzanamadığı ciğer yoktur.
101 entry daha
hesabın var mı? giriş yap