37 entry daha
  • epikouros nevî şahsına münhasır bir kişilik olarak felsefe tarihinde yerini almış olmanın yanında; aynı felsefe tarihinin çoğu kere yanlış bir şekilde tanıdığı ve tanıttığı kişi olarak da bilinmiştir. epikouros öte-dünyada diğer filozoflarla sohbet ederken, her yüzyıldan çoğu müridinin ahını her an kulağında duyduğunu dile getirecektir. o derece yanlış anlaşılmıştır. (yolun bundan sonrasına katırlarla yani latinceyle devam edip, transliterasyon özürlü epikouros yerine epicurus ismini kullanacağım) epicurus haz üzerinde görüşlerinden ötürü çok fazla yargılanmış ve deyim yerindeyse yerin dibine sokulmuştur. epicurusçu düşüncenin temelini "ye, iç, yat, dostlarınla takıl, hiçbir şeye karışma, keyfini düşün" gibi, örtülü bir hayvanlaştırmaya dönüştürmüşlerdir; oysa epicurus başından itibaren bizzat hayvanları örnek alıp hazzı sadece ve sadece çileden ve gam yükünden uzakta yaşamanın prensibi olarak düşünmüştür. ötesi yoktur. bu yapı keyfe dayalı değildir; sadece çileden uzak olma felsefesi olma niteliğini taşır. bu da epicurusçu düşüncenin mecburî gördüğü bir neticedir. bu kapsamda haz, epicurusçu felsefe için hem bir hareketlenme, hem de bir varış noktasıdır.

    insanın yapılandığı haz onun yaradılışında vardır; ancak bu salt ona özgü değildir. hayvanlarda da böyledir: bu düşünceye göre her canlı, doğduğu andan itibaren acıdan sakınır, yararını gözetir (cicero, de finibus bonorum et malorum 1.30). o halde canlılar için doğuştan itibaren acıya götüren her şey kötü, mutluluğa götüren her şey iyidir. buradan bedensel anlamda bir sınır-tanımaz özgürlük düşüncesi çıkmaz. felsefe tarihçisi r. w. sharpley'in de bildirdiği gibi, epikuros'a göre yaşamın amacı hazdır ve mutlu yaşam en çok haz ve en az acıdan oluşan yaşamdır. ve bundan 'bedensel serbestlik' anlaşılmaz. epikuros'a göre hazzın sınırı hem bedensel acının hem de zihinsel kaygıların ortadan kalktığı yerdir (r. w. sharpley, "epikurosçular: nasıl mutlu olurum?", çev. b. oğuz, felsefelogos, s.19, 2002/3, sf.15). ben burada bu sınırlı haz öğretisinin anlaşılabilmesi için kıyas yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. böylece öğreti daha iyi anlaşılacaktır. epicurusçu düşüncenin gerektirdiği bu haz beklentisi, stoa felsefesinde yoktur. hatta aksine stoa felsefesi, tıpkı hıristiyanlığa da miras bıraktığı gibi çilenin, acının, kedere katlanmanın felsefesi olmuştur. hatta stoacı seneca, naturales quaestiones'inin ii. kitabının meşhur 59. bölümünde kederi durdurmanın imkânsızlığından dem vururken, mümkün olanın ona katlanmayı bilmek olduğunu söyler. o halde insan, stoa felsefesine göre onu mutlu kılan şeyler için yaşamaz, aksine olan biteni (aynı eserde yıldırımlar, depremler, seller gibi doğa felaketlerine katlanmanın erdemi uzun uzun anlatılır) olduğu gibi kabullenmenin erdemiyle yüce bir canlı haline gelir. oysa epicurusçu öğretiye göre insanın kedere ve doğal olarak doğa felaketlerine katlanması söz konusu değildir. bu anlatımdan hareketle birbirine zıt olan bu iki anlayışı karşılaştırırsak, şunu görürüz: epicurus felsefesi bir nevi "kaçış"ın, stoa felsefesi ise "cesaretle göğüs germe"nin felsefesidir.

    insan ne'den kaçar veya ne'ye karşı cesurca direnir? tabi ki yaşama telâşının gerekli kıldığı kendi gam yüküne. insanın doğmuş olması bizzatihi trajedinin kendisidir. yunan düşününde trajedi, uyumsuzluğun ve ışıksızlığın varlığı bile değildir, bizzat idrakidir. insan ışıksız olabilir, ama onun farkında olmadığı anda trajik bir varlık değildir; onu idrak ettiği andan itibaren durumundaki çaresizliğin farkına varır ve sonunda bir nevi tanrıların olympos'taki yemek şöleninde maskaraya dönüşür. bunun çok daha somut karşılığı, insanın ölmek için doğmuş olmasıdır. öleceğini bilerek yaşayan insanın, kendine yaşama sebepleri bulması ve yaşadığı her anı anlamlı kılması gerekir; aksi halde yaşamına son verip ışıksızlığı terk ederek kaynağı ve sonu bilinmeyen bir ölüm ışığına teslim olur (özgürlüğün ölüm olduğu anlatılabilmeli entirimde bunu anlatmaya çalışmıştım). ibrahimî dinlerde neden ışıksızlık yoktur? çünkü yol bellidir; şu yola saparsan şu, bu yola saparsan bu sonucun seni beklediğine inanarak ona göre bir yaşama nedenin olur. oysa euripides'in bacchae'ındaki dionysos ile pentheus'un durumunu düşününüz; hangisi en yalın anlamıyla 'kötü'dür? hangisi en yalın anlamıyla iyinin iyisidir? (#16649149) yine yunan tragedyasında hem annesinin katili hem de babasının öcünü almış olan orestes'i düşününüz; bu talihsiz delikanlı babasının öcünü aldığı için iyi midir, yoksa annesini öldürdüğü için kötü müdür? ya babası agamemnon? kızını tanrılara kurban etmeye yeltendiği için iyi midir, kötü müdür? yoksa karısı ve onun aşığı tarafından katledildiği için talihsiz midir? buradaki ışıksızlığa, çözümsüzlüğe eğilim, yunan zihnine ekseriyetle iki türlü çözüm imkânı sunmuştur: acıdan kaçmanın felsefesi ve acıya cesurca göğüs germenin felsefesi. bunlar size tanıdık geldi mi?

    epicurus'un ölümü ve tanrılarla ilgili anlatılan hikâyeleri küçümsemesinin nedeni de zihnî kaygılardan kaçınmanın birer neticesidir. ışıksız ve çözümsüz kalmış yunan zihni önünde bir filozof epicurus: ve bu filozof, ataraxia'yı ön plâna alma gereğini duymuştur. onun çözümsüzlüğü giderme yolu buradan geçer. "dingin olmaya bak" dedirtir. bir kere doğmuşsan, ölmeyi de sakin bir şekilde karşılayabilmelisin. geçmişte bir zaman var olmadığımız düşüncesi bizi kaygılandırmıyorsa, neden bu gerçeğin gelecekteki dengi bizi kaygılandırsın? bizden önce kaygı diye bir şey yoktu, bizimle birlikte kaygı doğduğuna göre bu bizim zihnî rahatsızlığımızın bir neticesi olabilir mi? o halde kaygılarımızı gidermeye bakalım; kaygılarımız bizim zayıf noktalarımızdır; olayların iç-yüzünü (örneğin zeus'un yıldırımları ok şeklinde fırlatmadığını) bilirsek, korkularımızın da üstesinden geliriz. yaşarken ne kadar az kaygılı biri olursak, ölüm anı gelip çattığında o an bunu ciddiye almadığımızdan, yaşamımızı olması gerektiği gibi dinginlik içinde geçirmiş oluruz. işte epicurusçu düşüncede hazzın sınırı budur.

    ancak zorunluluk ile özgürlüğün ortak niteliğinde kabaca incelemeye çalıştığım gibi, epicurus'un ve ondan evvelki democritus ile hocası leucippus'un atomların tesadüfî çarpışmalarına dayanan rastgele bir evren düşüncesinin zarurî neticesidir bu haz öğretisi. nasıl öyle olmasın ki, rakip disiplin olan stoa felsefesi mens universi'nin (evrenin zihni) bir şemsiye gibi kuşattığı bir insan yaşamı öngörüyordu; bunda tesadüfîliğe yer yoktu. her şey yerli yerindeydi ve anlamlıydı. her şey "gerek"tiği gibiydi; bu yüzden yaklaşım deterministti. buna karşılık epicurus her şeyi rastgeleliğe bağladığından her şeyin "gerek"tiği gibi olmasını gerekli görmedi. o halde bu "gerekli" olmayan "ışıksız" yaşamı en iyi şekilde yaşamak; yeni doğmuş bir hayvan yavrusunun tutumunda da olduğu gibi, acı veren her şeyden kaçınmayı "gerekli" kılmıştı. evren zorunlu olarak rastgeleliğe dayanmış bir evrendi; evrendeki her şey clinamen denilen sapmanın eseriydi; yani benim şu an bu satırları yazarken sarf ettiğim enerji de bir rastgeleliğin ürünü olmalıydı, ki ancak böyle "gerekirci"liğin önüne geçilebilirdi.

    insan acıyı ortadan kaldıramadığına göre, rakip disiplin onunla cesurca yüzleşmeyi kabullenmişti. tanrı varsa niye bu kadar acı var söyleminde de geçtiği gibi, o halde iyi insanların başına kötü şeylerin gelmesi de başlı başına kötü değildi stoa felsefesine göre. oysa buna karşılık epicurus tanrıları insanların işlerine karışmayan güçler olarak algıladığından, insanların başına gelen her acı da ya onların kaçınmayı bilmemesinden ya da tesadüfîliğin neticesi olmasından kaynaklanıyordu. o halde insan yaşamının böylesine ışıksız ortamında ulvî amaçlar yüklenmektense, elden geldiğince acıdan sakınmak en yüce erdem olmalıydı. zaten epicurusçu düşünce, taraftarlarının politik ve sosyal yaşamdan da soyutlanmasını gerektirdi. epicurus'un bahçe yaşamı, bu soyutlanışın sembolüydü. yine stoacıların "evreni yöneten, eninde sonunda bizim de kendisine döneceğimiz tanrısal akıl" diye bir şey de yoktu. epicurus'un anladığına göre, doğanın gösterdiği tek gerçek vardı: olabildiğince dinginlik, yedikçe acıkırcasına dinginlik.

    bu da bir nevi isa gibi çarmıhı yüklenmektense, yaşamı en sorunsuz bir şekilde tüketmek anlamını taşıyordu. filozofa göre insan bir nevi bu tercihe savrulmuş olmalıdır. doğmayı bizzat kendisi istememiş olan bir insanın, cesurca anlamlar yükleyebilme yükünü üstlenmesi tümüyle saçmalıktı, tümüyle. cesurcaymış, en cesurları bile ölüyor. stoacı seneca, naturales quaestiones 2.59'da ne güzel diyor oysa:

    "vives, si fulmen effugeris? petet te gladius, petet lapis, petet febris"
    "yıldırımdan kaçınca, yaşayabileceksin ha? kılıca yakalanırsın, taşa yakalanırsın, hummaya yakalanırsın."
111 entry daha
hesabın var mı? giriş yap