18 entry daha
  • şato üstüne yazmıyorum. o niyetle gelmedim en azından. yalnızca kafka'yı da kapsamıyor. nereye giderse oraya. ama bu kitabı yeni okuduğumdan herhalde, elim buraya gitti.

    derler ki, şato bir tanrıymış, bir cennetmiş. ya da dur, ucuz eleştirmenler gibi yapayım; şatoda tanrı ya da cennet metaforu var diyesilermiş! kuyruklu yalan! bir bir açıklayacağıma dair iddiam yok, olsa da sönük kalır; fakat inanıyorum ki bunun çok daha ötesinde şeyler var o kitapta. k.'dan tut barnabas'a; klamm'dan tut, muhtara kadar, hepsi apayrı şeyleri çağrıştırıyor nedense.

    genelde bağımsız bir öykü diye bilinir, ki ben de dava'yı okuyana kadar öyle olduğunu sanıyordum ama değilmiş, kapıcı diye bir anlatısı vardır kafka'nın.

    "kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. ama kapıcı, kendisini şimdilik içeri bırakmayacağını söyler."

    daha fazlasını açmaya gerek görmüyorum, meraklıların zorlanacağı bir şey yok, her yerde bulabilirler. yalnızca sonunu hatırlatmam gerekecek. yıllarca bekleyip umudunu yitiren taşralı, elden ayaktan düştüğü ve tamamiyle güçsüz kaldığı bir anda, kapıcıya son bir soru sorar: "benim bildiğim, herkes kanuna varmak için çaba harcar. peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?" kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığının farkına varmıştır. iyice sağırlaşan kulaklarına doğru eğilerek bağırır: "bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. gideyim de kapayayım artık."

    anlatıdan çıkardığımız o kadar çok sonuç var ki, hani oturup sırf girişini bile günlerce tartışıp gene de bir hal yolunu bulamayabiliriz. nitekim kafka da bu anlatıdan sonra kendi kendine birkaç farklı sonuç üstünde tartışmıştır. meselenin özü, varmaya yakınsanan sonuçta. kafka'nın en güçlü iddiası, kapıcının da başkaları tarafından kandırıldığı ve içeri o adamı sokmamasının tembihlendiği, aksi halde başına büyük işler alacağı gibi bir telkinde bulunulduğu yönünde.

    buraya atlamamın sebebine gelirsem; şato'da da aynı meselenin olduğunu düşünüyorum ben. köylülerin şatodan uzakta ve dedikodularla örülen bir hayat yaşadıkları apaçık. k.'nın, ne köylülere, ne şatoya yaranamayışının başlıca sebebi de bu. çünkü k., köylüler gibi işi oluruna bırakmıyor, büyük bir yabancılaşma içinde, her gün ve her gecesini şatoya ulaşabilmek için harcıyor. aslına bakarsan, uğraşının asıl sebebi olan kadastroculuğa kabulü pek de umrunda değil. başlarda bunun için koşturuyorsa da, sonradan öncelikleri tamamiyle değişiveriyor.

    klamm, şatonun temsili. köylülerin ve k.'nın en çok sözünü ettiği, görülmeye en yaklaşan kişi. kitap boyunca şatoya ulaşmanın tek yolu da zaten klamm'a ulaşabilmek; onunla konuştuğu zaman, bütün amacına ulaşacağına inanıyor k. fakat gariptir ki, klamm'ı gördüğünü iddia edenlerin dışında onun varlığı bile şüpheli bir karakter olması, adının almanca'daki anlamını da* aklımıza getiriyor. şatoya gelip giden haberciler, klamm'ın uşakları, frieda, otelcinin karısı; hepsinin ağzında tek bir şey var; şatoya ulaşılamaz, klamm'la görüşülemez!

    dönüşüm, dava ya da şato, temel olarak birbirinin aynı altmetinlerden oluşuyor. yirminci yüzyılın eleştiri tarihinde en sık tekrarlanan şeyi ben de tekrarlamadan edemeyeceğim; kafka'nın yapıtları, insanın toplum içindeki yalnızlığını anlatır! böcek fobili bir yazarın, sıkıntılı düşlerden sonra devcileyin bir böceğe dönüşen karakteri ile, bir sabah ne olduğunu bilmediği bir suçlamayla karşı karşıya olduğunu öğrenen karakteri arasında neredeyse hiçbir fark yok. aynı yabancılaşmayı, aynı karşı çıkmayı ve aynı kabullenmeyi her ikisinde de görebiliyoruz. gerçi dönüşüm, gerek yapısal açıdan, gerek altkurgusu itibariyle diğerlerinden ayrılan bir noktadaysa da, orada aileye karşı duyulan utanç ve aşağılama ile, dava'da yargıçlara ve avukatlara duyulan korku ve saygının temeli aynı. toplumun belirgin yargılarıyla başa çıkamazsanız, ona uymak zorundasınızdır! bükemediğin bileği öpmek gibi mi? belki.

    şato'yu en az k. kadar bilmeyen köylülerin, k.'nın tam tersi bir şekilde şato'yu hiç merak etmemesi de buraya dayanıyor. köy, toplumu temsil ediyor. belirgin kurallar eşliğinde çalışabilen bir sistem; gerekmediği kadar saygısızlık yapılabiliyor ancak; dedikodunun sınırı, ertesi gün muhatabını görene kadar; dışlama misyonu herkesin üzerinde en başından beri var! daha barnabasların suçlarının ne olduğunu bilmeden, tamire verilen ayakkabılarını geri alabilirler! hiçbir dayatmaya ve hiçbir zor koşulmaya bırakmaksızın, tam da olması gerektiği gibi, gereken cezayı gerektiği ölçüde, doğaçlama usülle verebilirler! çünkü onlar akşam yemeği ardına, filancalara ne zamandır gitmedik diye düşünüp misafirliğe gitmeye karar verebilirler; bir davete kolunda birileri olmaksızın gittiklerinde çıplak vücutla şömineye atılacaklarının kabusunu görürler; sözlenmeden evlenmezler, evlenmeden sevişmezler; sohbetleri alkol masasında, samimiyetleri çay partisinde ve rejimleri doktor reçetesindedir!

    ne ailesiyle, ne de toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmiş kafka'nın bu kitapta izini sürdüğü metaforu uzaklarda aramamak gerek. hasta olana geçmiş olsun demeyi, hapşıranı çok yaşatmayı, ölenle ölebilmeyi beceremez kafka, k.'dan bir farkı yoktur. ancak canına tak ettiğinde topluma katılmayı ister; fakat kendinden ödün vermediğinden onu da beceremez. ömrü boyunca şato'nun peşinden koşar, toplumun yazılmamış kurallarının gizliden yazıldığı yeri anlamaya çabalar. üst leveldan başlamaması gerektiğini söyleyen olmamıştır, daha ağırdan alması gerektiğini elbette bilmez.

    şatonun köylülere hiçbir kural, hiçbir koşul dayatmadığına dikkat etmek gerek. gerek köylülerin, gerek şatodakilerin her biri, yapılması gerekenin tastamam bilincinde ve bunun dışına zerrece çıkmıyor. yapılması gerekenin ne olduğundan söz açılmıyor, birileri görevini unutmuyor ya da bir gün sabah uyanınca başkaca şeyler yapmayı düşünmüyor. ağız birliği etmişçesine, k.'ya herkes kadastrocu diye sesleniyor, evine almıyor, uzaktan bakıyor. fakat belirgin bir aşağılamanın olduğunu da söyleyemeyiz. tıpkı kafka'nın babasına beslediği hisler gibi, uzaktan bir korku ve gizliden bir alay; hepsi bu. varıyla yoğuyla, k., köylülerin ve şatonun gözünde saygın bir yer edinmek için, elindeki tek kozu kullanmaya çabalıyor; kadastroculuğa kabulünü istiyor. bu payeyi edindiğinde, artık köyden biri gibi görüleceğini, sürülüp uzaklaştırılma tehlikesini savuşturacağını düşünüyor.

    işte tam da bu noktada, dava'daki anlatıya dönmek istiyorum. kapıcının kandırılmış olabileceğini, aslında o kapının ardında daha başka bir çok kapının bulunmadığını, hatta o kapıdan taşralının geçmesinin hiçbir önem ya da tehlike arz etmediğini düşünmemiz gerektiğini söylüyor kafka.

    köylülerin şatoyu fazlaca büyütmüş olabileceklerini düşünebilir miyiz? kitabın en başında, takip ettiği yol şatoya çıkmayınca geçici olarak bu isteğinden vazgeçen ve sonraları anlatılanlara kulak verip şatoyu görmeye gitmeyi bile düşünmeyen k.'nın ya da ona bu dedikoduları fısıldayan köylülerin, aslında şatonun içerisinde ne olup bittiğini bilmediklerini iddia etsek çok mu ileri gitmiş oluruz? kuşkusuz ki şatonun yokluğunu iddia edemeyiz, çünkü neticede görünen bir yapı ve oradan gelen ve oraya giden memurlar elbette var; fakat gerçekten de bu denli karamsar bir tabloyla karşı karşıya kalmış mıdır k.?

    köyün toplumu temsil ettiğini düşündüğümü söylemiştim. belirgin kuralları olan, bunların dışına asla çıkmayan, fakat bu kuralları zamanla değiştirebilen, capcanlı bir organizmadır toplum. yaşlılara yer verilir, bayramda büyüklerin elleri öpülür, çocuklar harçlık koparmakla yükümlüdürler... fakat bu kurallar hiçbir yerde ve hiçbir zamanda yazılı bir dayanağa sahip olmamıştır. kuralların dışına çıkanlar yalnızca toplumun dışına itilirler ve bu büyük bir özgüvenle, hiç aksamadan ve şaşılacak yer bırakmadan, büyük bir uyumla yapılır. barnabas'ın ailesinin toplumdan dışlanmasından sonra, baba'nın şato'daki memurlara derdini anlatması, fakat karşılık olarak suçsuz olduğunu duyması, köylülerin gözünde ailenin mevkiini değiştirmiş midir? bu konuda şatodan köylülere bir dayatma var mıdır?

    toparlayayım; şato, köylüler üzerinde mutlak hakimiyet kuran bir otoriteden daha çok, köylülerin kendince kabullendiği ve özünü araştırmaya gerek görmediği soyut bir kavramı temsil etmektedir. buna genel ahlak da diyebiliriz, görgü de, gelenek de, töre de... köylüler yapacaklarını doğuştan kazandıkları bilgilermiş gibi, düşünmeden ve tartışmadan, öylece bilirler. şatoya gidemezler, şatodan birilerini kolay kolay göremezler, herhangi bir şeye tek başlarına müdahale edemezler. ancak ve ancak, bir arada olduklarında bir güce sahip olabilirler. bu güç bile somut bir güç olmanın dışındadır. iki yardımcısını ikiz zanneden k.'nın, onları ayrı ayrı gördüğünde aslında birbirlerine hiç benzemediklerini fark etmesinin sebebi de budur. k.'nın karşısında sayısı belirgin olan bir köylü topluluğu değil, tamamiyle bir bütün olmuş ve k.'nın bir hüviyet kazanması gerektiğini bilen ve bu gerçekleşmeden onu aralarına almayacaklarının bilincinde olan bir yığın vardır. pink floyd'a ille de gönderme yapılacaksa ben yapayım, evet, duvardaki tuğlalardır onlar!

    ernst fischer'ın, şato'yu devlet kavramına benzetmesinden çok da farklı değil bu. yalnızca biraz daha soyut. fakat, her ne kadar en yakın dostu da olsa ve hatta kafka ile çokça tartışmış ve bir şeyler öğrenmiş de olsa, max brod'un iddiasına katılmadığımı belirtmeliyim. tavşan dağa küsebilir, dağın umrunda olmayabilir, fakat tavşan bu saatten sonra neyi neden umursasın ki?

    şato, bir tanrı, bir inayet değildir. şato, toplumun öğrenilmiş kurallarının gizlice üretildiği soyut bir kavramdan ibarettir.

    devlet demekte ısrarcı olana lafım yok tabii.
57 entry daha
hesabın var mı? giriş yap