15 entry daha
  • yassıada duruşmaları esnasında hakkında iddia olunan suçlamalara karşı savunmasını yapmak amacıyla kaleme aldığı fakat mahkeme huzurunda yaptırılmayan son yazılı savunması şu şekildedir;

    "yüksek adalet divanı'nın saygıdeğer başkanı ve muhterem üyeleri,
    26.7.1961
    75 sahife
    2 ek gazete küpürü

    yüksek huzurunuzda bir kere daha işlemediğim bir suçun hesabını vermek üzere çıkmış bulunuyorum.
    müdafilerim muhtelif cephelerden sayın iddia makamının sevk kararnamesindeki ve esas hakkındaki mütalaasını incelediler ve bunların ne kadar mesnetsiz ve hissi olduğunu, nasıl her türlü hukuki prensiplere ve mantığa aykırı olduğunu ispat ettiler.
    sayın başsavcı, davaların başından beri bir tek gaye gütmektedir, suçlandırmak. o, adaletin bir arayıcısı, bir bulucusu, yardımcısı gibi değil, ona, kendi amaline göre bir istikamet vermek isteyen bir kimse gibi hareket etmektedir. bizim bildiğimize göre sayın başsavcılık makamı müdafaa delilleriyle de, suç delilleriyle olduğu kadar alakadar olmak mecburiyetindedir.
    müdafaanın tam ve kamil olabilmesi için sanıkların ceza muhakemeleri usulü kanunu'nun kendilerine bahşettiği bütün haklardan istifade etmesi şarttır. bu imkanı hazırlamak birinci elden başsavcılık makamına düşen bir vazifedir.
    ceza muhakemeleri usulü kanunu'nun muayyen hükümleri, kanun vazu tarafından sadece sanıkların müdafaa haklarının temin ve tazmini için vaz ve ısdar edilmiş olduğuna göre, iddia makamı, ne yapayım sanık olmasa idiler, gibi bir mülahaza da yürütemez. böyle bir düşünce, hukuk dışıdır. hem de insan haklarının zedelenmesi bakımından anayasa hukuku dışıdır. "anayasa'yı ihlal davası" diye adlandırılan bir dava görülürken, böyle büyük bir iddiayla ortaya çıkılırken, başsavcının bu hususa elbette ki bilhassa itina etmesi lazımdır.
    maalesef çok üzülerek ifade etmek mecburiyetindeyim ki, yüksek huzurunuza her çıkışta bu vaziyet üzerinde durmak mecburiyetini hissediyorum ve bundan elem duyuyorum. çünkü böyle bir amme davasında, çağdaş hukuk kaidelerine göre kendini müdafaa eden her sanık bilhassa, suçsuz olduğu zaman, cemiyetin nizamını temin bakımından da bir vazife ifa etmektedir.
    o da adaletin hizmetindedir. bu vazifesini ifade gereği gibi imkanlara sahip olması gerekir. ben bunları sırf tariz olsun diye söylemiyorum. en ağır ve mesnetsiz ithamlara karşı karşıya bulunuyorum ve sayın iddia makamı karşıma iki sehpa dikmiş bulunuyor ve ben kendi durumumu, davamı ve vaziyeti onlar karşısında, tarih karşısında tespit etmek mecburiyetindeyim. bir kaza müessesesi, müdafaa imkanı tam olmadan kamil olamaz...
    her davada başsavcı, duruşmada bahis mevzuu etmediği vesikaları itinayla esas hakkındaki iddiasına saklamaktadır ve bunları müdafaanın sonuna kadar muhafaza etmektedir. bu sefer de bazı tel yazılarından bahsettiler ama bunlar ıesas hakkındaki mütalaarını okuduktan sonra bile dosyaya koymadılar ve sadece iddialarında tefhim etmekle yetindiler. buna benzer vaziyetler, "6-7 eylül davası"nda da "istanbul, ankara olayları davası"nda da hadis oldu.
    bu itiyadın musamane olmadığı ve usule aykırılığı aşikar, duruşma mevzuu yapılmayan ve yüksek huzurunuzda yapılan soruşturma mevzuunu teşkil etmediği halde bu şekilde ortaya çıkan vesikaların tetkikinde yüksek divan'ın bu vaziyeti nazarı itibara alacağından eminim.
    şimdi davanın esasına veya iddianın esasına intikal ediyorum. karşımda iki vesika var; biri kararname, öteki esas hakkındaki mütalaa. bu sonuncu vesikayı garnizon kumandanları ve subaylarının lütufkar tavassutları sayesinde kısmen elde edebildim ama elbette ki beni alakadar eden kısmı küllisini ancak dinlemekle iktifa etmek mecburiyetinde kaldım.
    müdafilerimin temas ettikleri ve kendimce tam bulduğum hususlara temas etmeden bu vesikalar ve iddialar karşısında bilhassa bunlarda çizilen maddi olaylar karşısında, bunların bana temas ettiği nispette kendimi, düşüncelerimi, zihniyetimi belirtmeye ve tabii savunmaya çalışacağım.
    iddia makamı daha 1946'dan itibaren demokrat parti'nin bünyesine bir suç tohumu ekiyor ve onu muhayyilesinin menbaından sulaya sulaya bizi asacak bir ağaç haline getiriyor.
    başsavcıya göre bir de muhayyel demokrasi dünyası var ve bu dünyada hükümet-grup, grup-meclis, iktidar-muhalefet münasebetleri mevcut ve bu muhayyel dünyanın başsavcı tarafından icat edilen öyle kesin kaideleri var ki, bunlar bir içtimai münasebet kaidesi gibi değil, fakat tıpkı fizik, kimya gibi müspet ilim kaideleri gibi.
    işte bu sade kendisi tarafından icat edilmiş bu kaideler içinde başsavcı, demokrat parti'yi 1946'dan beri dolaştırıyor ve onu, o şekilde tanzir ve tersim ediyor ki, bu manzararyı görmelerine rağmen 1954'te bu partiye benim gibi girmiş olanlar bu fiilleriyle bile suç işlemiş oluyorlar. sade bir tek teselli var; 1954'te sayın başsavcının da mebus adayı olarak demokrat parti listesine girmeye çalışmış olması.

    muhterem hakimler,
    karşısında kararlanızı bekleyen topluluk, devlet reisinden mebusuna kadar türk devleti'ni on sene idare etmiş bir topluluktur; içlerinde ölmez atatürk'ün mesai arkadaşları, hukukçular, temyiz azaları, hakimler, yüksek mühendisler, profesörler, en ileri demokratik memleketlerde tahsil görmüş olanlar var. fakat bunların en büyük payesi hiç şüphesiz serbest seçimlerle millet tarafından seçilmiş olmalarıdır.
    diğer bir hususiyetleri de imtiyazlı sınıflardan değil, kahir ekseriyetiyle kendi kendini yetiştirmiş muhtelif mütevazı menşelerden gelmiş türkiye'nin, türk cemiyetinin her sınıfından, her bölümünden gelmiş olmaları dolayısıyla da ayrıca temsil edici bir mahiyet ve vasıfları olmasıdır. işte sayın başsavcı böyle bir topluluğu ille suçlandırmaya çalışmaktadır. böyle bir kütle suçlandırıldığında, bunlara çalınan kara, bütün türk cemiyetlerine raci olmaz mı? elbette olur. ama başsavcı bundan tamamıyla tegaful etmektedir.
    paris ceza mahkemesi, cezayir'de silahlı bir isyan ve hakiki bir diktaya müteveccih bir harekete teşebbüs edip, pek çok can kaybına sebebiyet veren genç mebus lagarilland'ı sanıok olarak huzuruna çıktığı zaman, duruşmaya onun geçmiş hizmetleri zikredilerek başlanmıştı. otuzunu anca aşan bu genç mebusun hizmetleri ise sulh zamanında yaptığı ihtiyat zabitliğinde aldığı sicilden başka bir fevkaladelik arz etmiyordu. ama suçların şahsiliği prensibini kabul etmiş bir hukuk nizamı içinde elbette ki insanların mazisi, yaptığı hizmetler, ifa ettiği vazifeler, bulunduğu mevkiler ve maruz kaldığı tesirler bakımından isnat olunmak istenen suçun o şahıs tarafından işlenip işlenemeyeceğinin tespiti bakımından nazarı itibara alınması lazımdır.
    sayın başsavcıya göre ise böyle bir şeye lüzum yoktur, o kadar yoktur ki, 1954'te siyasi hayata girmiş olan beni, 1950'den beri çıkarılmış olan anayasa'ya aykırı olduğu iddia ettiği kanunlara oy vermiş gibi göstermektedir.
    insan muayyen bir mevkie geldikten sonra çifte darağacı ortasında veya karşısında bile olsa, kendisinden bahsetmemesi icap ederdi. ama ne yapayım yukarıda arz ettiğim sebepler dolayısıyla bunu yapmaya mecbur oluyoruz.
    yirmi beş seneye yakın bir hariciye hizmetim var. birçok hizmetlerden ve vazifelerden sonra 1946 senesinde iktisadi işler dairesi riyasetine getirildim. 1946 ile 1949 arasında bu dairede muhtelif ticaret anlaşmaları müzakerelerinde bulundum. marshall planı tatbikatı başladıktan sonra da yardım müzakerelerini idare ettim ve bu işler için 1949'da kurulan başbakanlık'a bağlı iktisadi işbirliği teşkilatı genel sekreterliğine getirildim.
    zaten elçiliğe de terfi etmiştim. 1950 senesinde demokrat parti intihabatı kazandığı zaman, ben bu teşkilatın başı olarak washington'da beynelmilel kalkınma bankası'yla ve amerikan yardım idaresi'yle müzakere halinde idim.
    ankara'ya döndüğümde başbakana, bitmiş olan müzakerenin neticelerini anlatmak için gittim. bana iktisadi işbirliğini idare etmek için bir bakana ihtiyaç olup olmadığını, eğer böyle bir lüzum var ise ara seçimlerde beni sokup, devlet bakanı yapmayı düşündüklerini söyledi. ben lüzumu olmadığını, en iyi şeklin bu idareyi de hariciye'ye bağlamak olduğunu söyledim. ve yine genel sekreter olarak kaldım.
    sayın başsavcı, demokrat parti devraldığı idarenin başına kendi taraftarlarını getirdi ve iş bilmeyen bu adamlar laubalilikle devleti idare ettiler, diyor. bu külliyen hakikate aykırıdır. 1950'de müzakere için benimle amerika'ya gitmiş olan nafıa müşteşarı muammer çavuşoğlu, hazine umum müdürü said naci ve şefik inan ve benzeri memurlar muhafaza edildiler, daha ilerlediler, arkalarında bulunanlar yerlerine geldi kimisi benim gibi ve muammer çavuşoğlu gibi vekil olup, sonra yassıada'ya geldiler, bazıları da 1960'da 27 mayıs inkilabından sonra vekil veya kurucu meclis azası oldular şefik inan ve said naci ergin gibi.
    hariciye vekaleti'nde ise umumi katip dahil hiç kimse değişmedi. sefirler aynen muhafaza edildi ve çoğu da eski devlet reisinin imzalı resimlerini, yeni devlet reisinin resimleriyle karşı karşıya muhafaza ettiler. bunlara ben ses çıkarmadığım gibi celal bayar ve adnan menderes de dış memleketlere yaptıkları ziyaretlerde bunları görürler ve hiç ses çıkarmazlardı. zaten bu mevzuda fazla konuşmaya lüzum yok. 1954 seçimlerinde halk partisi'nin sloganlarından biri de, "iktidar onlarda ama, idare bizde" olmuştur.
    ben 1952'de nato'ya büyükelçi ve daimi delege olarak tayin oluncaya kadar 1949-50 arasında da olduğu gibi devletin en büyük ticari ve mali müzakerelerini idare etmekte devam ettim. 1952 ile 1954 arasında da buna askeri yardım işleri de inzimam etti, yüz milyonlarca doları bulan bu müzakereler ve tevziat işlerinde hakkımda en ufak bir dedikodu çıkmadı ve 1954 mayısında kabinedeki teknik bir eksikliği doldurmam için kabineye girmem husunda yapılan teklifi kabul edip, siyasete girdiğimiz zaman yirmi iki seneyi aşan diplomatik hayattan sade takdirnameleri ihtiva eden tertemiz bir sicille intikal ettim.

    vekil olduktan sonra bana tevdi olunan işler 1952 senesine kadar yaptığım işlerden ve aldığım mesuliyetlerinden pek farklı değildi, hem içerisi bakımından hem de dış alemle olan münasebetleri bakımından. çünkü ben zaten memur iken de 1949 ile 52 arasında vekiller seviyesindeki dış toplantılara hükümeti temsilen iştirak ederdim.
    yalnız kabineye girdikten sonra, bana sempati ve takdirle bakan pek çok kimselerin bu tavırlarının değiştiğini müşahade ettim. bu, muhalefet çevrelerinde böyle olduğu gibi, iktidar çevrelerinde de böyle olmaya başladı. matbuat da tabii bu siyasi istirkabları besleyecek ve onlara malzeme temin edecek sebep ve vakalar icat ediyordu.
    bilhassa bu kabil dedikodulara ve namuslu insanların şereflerine taarruzla sürüm temin etmek, satış yapmak yolunu ihtiyar etmiş olan gazete ve bazı dergiler, benim hakımda da faaliyete başladılar, önce bazı vekil arkadaşlarla aramda rekabet çıkarmak için dedikodular icat ettiler, sonra da paris'te daimi delegeliğe ait ve hala haleflerim tarafından oturulan binanın resmini basarak "zorlu'nun satın aldığı şato" diye ilan ettiler. halbuki bu haberi verenler, o binaya resmi davet vesilesiyle gelmiş insanlardı. yine ağa han'ın oğluna ait otomobillerin, atların resmi basılıp, benim diye gösterildi. ve bu kabil ededikodularda tahkikat komisyonlarının karşısına kadar çıktık. bu muharrir ve gazete sahiplerinden bazıları mesela falih rıfkı atay komisyon huzuruna çağrıldığında ademi malumat beyan etti.
    komisyon, yine yapılan siyasi mahiyetteki bazı iftira komploları karşısında bazı şahitleri tazyik hapsine tabi tuttu ama, o zaman buna kimse itiraz etmedi. hiçbir anayasa profesörü, anayasa ihlal edildi, demedi. hatta sadece muvafakati alakadar eden bu işte o kadar lakayd kaldılar ki, burada kendilerine böyle bir vakadan haberdar olup olmadıkları sorulduğu zaman, bilmediklerini söylediler.
    suçsuz olduğum, tahkikat sonunda tezahür etti. ben bu gazeteleri hiç dava etmedim, çünkü umumi efkarın yalan, doğruyu tefrik edeceğine kani idim. bu düşüncemin doğruluğu, seçimlerde tezahür etti. seçmenlerim, bana reylerini esirgemediler ve ben de gazeteleri dava için muvafakat vermemekte devam ettim. eğer 21 no'lu dosyanın fihristini tetkik ederseniz, esat budakoğlu, kevnioğlu imzasıyla gelen muvafakat taleplerine cevap vermediğimi görürsünüz. ama bir bakıma yanılmış olduğumu şimdi anlıyorum. bu makale ve yalan yazıların bazı mahafilde revaçta olduğunu görmemişim. ve kendilerini yükseltmek istedikleri halde yükseltemeyen bazı insanların, başkalarını alçaltmakla bu hırslarını tatmin arayacaklarını düşünmemiştim. halbuki bu klasik içtimai bir hadisedir.
    işte böyle iftira ve dedikodularla yapılan hizmetleri ve kazanılan muvaffakiyetleri setretme siyaseti devam ederek, kah bunlar bizim radyoyu kah bizim radyo bunları karşılıklı besledi durdu ve işte yüksek huzurunuza bütün bu dedikodularla çıktık.
    iş bankası'nda 1 milyar liralık mevduat, düzinelerce gemiler, şatolar vesaire bütün bunlar için araştırma vesikaları ve vekaletnameler verdik. ama hiçbirisi çıkmadı. bunun için bir bakıma çektiğim bütün azap ve cefaya rağmen, yüksek huzurunuza çıkmış olmaktan memnunum. çünkü hiç olmazsa bu dedikodular inşallah yüksek ve adil mahkemenizin kararlarıyla duracak. veya ben öyle ümit ediyorum.
    şimdi başsavcının esas hakkındaki mütalaanamesinde mucip sebep olarak ileri sürülen bazı vakıalare temas edeceğim.
    bunlardan biri, yüksek huzurunuzda duruşması yapılan "ipar transport davası"dır. başsavcı bu davadan bahsetmeseydiler, ben bahsedecektim. yüksek divanınıza, bu davada beni döviz kaçakçılığı suçundan beraat ettirdiği için şifahen teşekkürlerimi arz etmiştim. bu şükran hislerimi tahsisen de teyit etmek isterim. ancak şunu bilhassa tebarüz ettirmek isterim ki, bizim 240'ıncı madde hükümleri dairesinde de böyle bir suçu işlememe imkan yoktur. çünkü ilk evvela ali ipar'a veya onun şirketine ait olarak ortaya çıkan vesikalar ne benim, ne de bu işle asıl ilgili olan ve azasından bir kısmı tanık olarak dinlenen gemi seçme heyetince malum idi.
    saniyen, benim görevimi kötüye kullanabilmiş olmam için böyle bir suçun mevcudiyetini veya hiç olmazsa işlenebileceğini bilmiş olmam lazım. halbuki böyle bir suçun o günkü şartlar içinde işlenmiş olmasına imkan yoktur. çünkü, haziran 1959'dan itibaren bir gemi kotası konmuş ve 5 milyon doları bulan bu kotadan gemi mubayaa etmek isteyenlere 9 liradan dolar temin olunduğu gibi, ayrıca bu dolarları satın almak için sıkıntı çekenlere de 30 milyon liraya yakın bir iç istikraz imkanı sağlanmıştı.
    bunun yanında da ithal kotasına alınmamış veya kotada kafi miktarda döviz ayrılmamış motor, kamyon vs. gibi pek çok mallar için de serbest ithal rejimi kabul edilmişti. bu serbest ithal rejiminden mal getiren tüccar ise, dolarlarını 15 lira üzerinden hesap ediyor ve ona göre satıyor idi. bu şerait altında 5 milyon dolarlık gemi kotası karşısında ipar transport 9 liraya gemileri için istediği kadar dolar alabilecek ve hatta bunu satın alacak türk parasını da temin edebilecek durumda iken, 30 milyonluk kredi imkanını kullanmak suretiyle, eğer var ise 15 lira eden dolarını kullanmak şıkkını nasıl ve niçin tercih eder de, sonradan bunları 9 liralık dolarla iki senede dolduracağım diye herkese yüzsuyu döker.
    bu şirket, gemilerini mubayaa ettiği zaman kafi miktarda kotanın mevcut olduğu ve aldığı gemilerin eşi gemilerin başka kimseler tarafından da mubayaa ve kabul edilmiş olduğu malumdur. bu vaziyette iddia olunan şekilde bir mubayaaya girişilmesi ve sonradan sarf olunan doların doldurulmasına çalışılması bir insanın kendine ait bir malı satıp, tekrar daha pahalıya satın almaya çalışmasına benzer.
    bilhassa ticari bir muamelede her türlü akıl ve mantık harici böyle bir muamelenin düşünebilmesi veya nazarı itibare alınabilmesine elbette ki imkan yoktur. eğer ali ipar böyle bir muameleye tevessül etmiş ise bu kendi zararına tecelli eden bir harekettir ve bundan kazanmış olan, döviz tediyesine geç başlamış oılan hazine'dir. benim bilemeyeceğim böyle bir vaziyet karşısında herhangi bir kasıtla hareket etmeme elbetteki imkan yoktur. navlunlarla hiçbir alakam olmadığı da gerek et balık kurumu memurlarının, gerek dışişleri bakanlığı iktisadi işler genel sekreterinin ifadelerinden anlaşılmıştır.
    filhakika hasan ışık navlun işinin hiçbir zaman benim seviyeme çıkmamış olduğunu ifade etmiştir. kemal siber'in ifadelerinin de ne kadar hakikat dışı olduğu, benim için münakaşa etti, dediği tarihlerde benim yurtdışında bulunduğumun dışişleri bakanlığı'nın yazılarıyla sabit olmasıyla teeyyüd etmiştir. hakikaten münakaşa mevzuu olan bayrak çekme hadisesinde ise haklı olduğum yine londra başkonsolosunun ve konsolosluk dairesi müdürünün ifadeleriyle meydana çıkmıştır.
    işlenmesine maddeten imkan olmayan bu görevi kötüye kullanma suçundan da beni beraat ettireceğinize emin olarak bu satırları yazıyorum. çünkü sadece o zamanın vekilleri arasında geçen ve davanın esasıyla hiçbir alakası olmayan bir münakaşanın akislerinden ibaret olan dedikodulara istinat eden bu vakada hiçbir suçum ve suiistimalim yoktur. beraatimi ve yüksek soruşturma kurulunca mallar üzerine konulan haciz kararının kaldırılmasını rica ederim.

    yüksek iddia makamı tarafından ileri sürülen "radyo davası"na gelince, benim, devlet vekili olarak radyo işlerine bakmam üç ay kadar sürmüştür. bu müddet zarfında basın-yayın vekaleti diye bir bakanlık mevcut değildi. ve umum müdürlük, başbakanlık'a bağlı idi. 1957 ağustos-kasım ayları arasına tesadüf eden bu müeddet zarfında vatan cephesi ve mümasili neşriyat bahis mevzuu değildi. sade seçim meselesi ve seçimden sonra, seçim neticelerinin yüksek seçim kurulu kararlarına uygun olduğu şeklinde azami bir hafta süren bir neşriyat oldu. bunlarda suç mahiyetinde bir şey yoktur. sadece seçimlerin dürüst cereyan ettiği ve ekseriyet esasına istinat eden seçimlerin her yerde, bizde olduğu gibi neticeler verdiği yazılıp neşredilmiştir. ben bunların hiçbirini yazmadım, sadece esasları hakkında ve de azami üç tanesi için talimat vermişimdir. diğerlerini doğrudan doğruya başbakan yazdırmıştır. şahit ifadeleri bunu teyit etmektedir.
    seçim günü vaki radyo neşriyatına gelince, bunda herhangi bir suç bahis mevzuu olamaz. yüksek seçim kurulu'ndan evvel cumhuriyet halk partisi'ninm üracaat ettiği ankara seçim kurulu, neşriyatın yapılmaması hususundaki talbeti reddetmiştir. bu kurulun içinde halk partili ve millet partili aza da mevcut idi. yüksek seçim kurulu ise halk partisi tarafından yapılan talbei sırf bir ihtiyati tedbir olarak akbul edip, neşriyatın 5'ten evvel yapılmamasına karar almış ise de, neşriyat yapıldı diye seçimin iptali için muhtelif yerlerden yapılan talepleri reddetmekle alınan tedbirin, ihtiyati olan mahiyetini teyit etmiştir. bunun yanında ankara cumhuriyet savcısı da, hürriyet partisi tarafından dava açılması hususundaki talepleri bir seçim suçu olmadığını ileri sürerek, reddetmek suretiyle de bu görüşü bir kere daha teyit etmiştir.
    şimdi burada asıl üzerinde durulacak nokta, sayın başsavcının soruşturma esnasında okuduğu 1957 tarihinde grupta vaki beyanımdır. bu beyanımda ben yüksek seçim kurulu'nun saat 4'te neşriyatı durdurma kararına vardığını ve 4.30'da bunu tebliğ ettiğini ve bizim de bunu kanuna uygun bulmamıza rağmen, ihtilaf çıkmaması için neşriyatı 5'e kadar durdurduğumuzu söylüyorum. bu suretle gelen kararın mühürsüz olduğu ileri sürülerek geri çevirildiği hikayesinin ne kadar asılsız olduğu meydana çıkıyor.
    kaldı ki, yüksek seçim kurulu kararında tebligatın sadece anadolu ajansı umum müdürlüğü ile radyo müdürlüğü'ne yapıldığı yazılı bulunmaktadır. başsavcının ileri sürdüğü beyanatım, bu konuda lehimedir.
    bu neşriyatta bir kasıt aramaya imkan yoktur. 1950'de de neşriyat yapılmıştır, fakat neticeler aleyhte çıkmaya başlayınca, durdurulmuştur. kaldı ki, bir kasıt mevzuu bahs olsa idi, neşriyata, seçimin bitmesine iki buçuk saat kala başlanmazdı. 8'den 2.30'a kadar seçmenlerin kısmı küllisi elbetteki reylerini kullanmışlardı.
    diğer taraftan 12 temmuz tarihli istidanamemde görüldüğü veçhile, seçimlerin ilan tarzını gösteren listelerin bir suretinin yüksek soruşturma kurulu nezdinde olduğunu 81 no'lu dosyanın fihristini tetkik ederken tespit etmiş bulunuyorum. bunun tetkikinden de elbette tebligatı yapan fethi kardeş'in ve münir müeyyed'in söyledikleri gibi, demokrat parti'nin kaybettiği yerlerde mesela çanakkale ve bursa'da daha ilk andan itibaren söylenmiştir. çanakkale benim seçim bölgemdir. bu da kasıtsız bir neşriyat yapıldığını göstermektedir. halk partisi bile verdiği tahkikat önergesinde bunu bir anayasa'yı ihtlal suçu gibi göstermemiştir.
    diğer taraftan başsavcı, ethem menderes'in hatıra defterinden şöyle bir fıkrayı esas hakkındaki mütalaanamesine almıştır:
    "adnan 17'den evvel seçim neticelerini ilan ettiriyor. bu da itiraz mevzuu olmakta."
    başsavcı, "ethem menderes böyle yazmış ama fatin rüştü zorlu'nun da bu işi yaptığı anlaşıldı" diyor ve bunun bile bile yapılmış bir suç olduğunu söylüyor. bir kere evvelce de arz ettiğim gibi, bu ilan keyfiyeti benim tarafımdan kararlaştırılmamıştı. fakat niyabeten de olsa radyo işine baktığım için itiraz etmemiş olduğuma göre, başka türlü hareket edemezdim. sade sayın inönü'nün telefonu üzerine evvelce de arz ettiğim gibi ankara seçim kurulu'nun ret kararını da 1950'deki evveliyatı da göz önüne alarak neşriyat yapılmasına başbakan ve o zaman ankara'da bulunan vekillerin yanında karar verildi. sadece ben, sayın inönü'ye, yüksek seçim kurulu'na müracaatı tavsiye ettiğim için, vakit bırakmak için neşriyatı 2.30'a kadar tehir ettirdim.
    binaenaleyh ethem menderes de o zaman ankara'da olduğuna göre, elbette ki bunları bilmektedir. sadece seçim kurulu'nu alakadar eden bu fiilde herhangi bir suç yoktu ve ancak o kanun içinde mütalaa olunabilirdi. hemen hemen bütün demokratik memleketlerde de ilan keyfiyeti her kısmi netice alındıkça yapılmaktadır. son amerikan reisicumhur seçimleri de bunu göstermiştir.
    yüksek seçim kurullarının seçimi müteakip aldıkları kararlar ve muhalefet lideri sayın inönü'nün mart 1960'ta, ekim 1961'e kadar meclis'in meşru olduğunu beyan etmiş olması, vaziyeti gayet güzel aydınlatmaktadır. yüksek divanınızın bu olayda suçsuzluğuma karar vereceğinden eminim.

    sayın başsavcı, 6-7 eylül hadisesine de temas etmiştir. hadisenin vukuundan on dört gün evvel memleketten ayrılmıştım. hiçbir alakası olmadığı halde, hadiseyle alakalı, diye ileri sürülen telgraf da hadiseden çok evvel çekilmiştir. 1955 senesinden 1957'ye kadar meclis'te gerek demokrat parti grubu azaları tarafından, gerek muhalefet mensupları tarafından başvekil ve namık gedik tahkikat önergesi mevzuu yapıldıkları ve sorumlu tutuldukları halde, 1955'te istifa etmiş ve hakkımdaki türlü tahkikat açılmış olduğu halde, 6-7 eylül için hiç kimse tarafından bana meshuliyet yüklenmedi. fuat köprülü bu hususta sorumlu tutuldu ve 1956 bütçe müzakerelerinde muhalefet tarafından bana da çeşitli sualler tevcih olunmuştur. ama 6-7 eylül'le alakalı bir tek sual sorulmadı. eğer 6-7 eylül'de demokrat parti elemanları kullanılmış olsa idi, istanbul parti başkanı olan orhan köprülü ve babası bunu bilirlerdi.
    yüksek huzurunuzda dinlenen şahitlerden, istidlal yoluyla hiçbiri aleyhimde bulunmadı; ne çelikbaş, ne turan güneş ve cihat baban, ne de ekrem alican. ahlbuki bunlar zamanında hükümeti bu işten mesul tutmuşlardı.
    kendisiyle selamlaşmadığımız coşkun kırca'nın ise bana münafereti malum. şimdi de temmuz tarihli vatan gazetesinde, benim bulup yaptığım kıbrıs statüsü için, cezayir için de iyi bir model olabilir, diyor. bunu zaten fransızca le monde gazetesi dahi 1959'da yazmış idi.
    şunu da arz edeyim ki, yunan hükümeti bana, umumiyetle başvekillere verilen nişanlarını verdiler ve geri de almadılar. tamamıyla suçsuzum. bu, benim hakkımda iddia, bu gazeteden başka bir şey değildir. ben, kıbrıs davasını halletmek için istanbul'daki rum vatandaşların evlerini yakın veya tahrip edin diyecek, böyle tavsiyede bulunacak adam değilim. ve evvelce de arz ettiğim gibi, konferans bizim için muvaffakiyetle bitmek üzere idi ve netice belli olmuştu. yüksek takdirlerinize arz ederim.
    herhalde benim yunan hükümeti üzerinde tesir etmek için kendi vatandaşlarımızın ve kendi milli servetimizin heba edilmesini tavsiye etmeme veya hükümette iken hükümete karşı mukavemet hareketi yapılmasını istememe imkan yoktur. farzı muhal mitinge müsaade tavsiyesinde bulunmuş olsam bile, ki katiyen böyle bir şey de tavsiye etmedim, miting ile yağma veya tahrip arasında hiçbir münasebet yoktur. binaenaleyh 517'nci maddenin kasdı umumisi mevcut değildir. ve ben londra'dan böyle bir harekatı da idare edemem. bu davada da suçsuzum. beraatimi rica ederim.

    soruşturma sırasında bahis mevzuu olan hatıra defterine gelince. siyasetle meşgul kimseler arasında rekabetler, kızgınlıklar, çekememezlikler malumdur. bazı kimseler bu gibi hislerini tatmin ve rakipleri ezmek için muhtelif metotlar ararlar, bilhassa siyasi hayatta bazı kimselerin faaliyeti sade bu istikamette tecelli eder. gerek ethem menderes, gerek koraltan'ın bütün faaliyetleri buna inhisar etmiştir.
    ethem menderes lisan bilmediği halde, hariciye vekaleti'ne bazen vekalet ettiği için kendinin hep hariciye vekili olabileceğini zannederdi ve ben olmazsam, başvekilin kendisini bu mevkie getireceğini ümit ederdi. 1957'den sonra igbirarı da bundandır.
    mamafih yüksek huzurunuzda okunan hatıra defteri, yanlış okunmuştur. o defterde aynen "tayyar emre bütçe mali kontrol müşaviri; polatkan her fırsattan istifadeyle istismar ediyor. zorlu'yla müştereken demiş. kayseri nato meydanı ihalesini telmihle" yazıyor. bir fıkra üstünde de tukyu eski türkçe'yle konuştuğunu yazıyor. bir fıkra aşağısında yine tukyu'ya izafeten başka bir malumat daha var ki, o da yanlış. buman menemencioğlu'nun yaptığı bir anlaşmayı tevfik rüştü aras ve erdelhun'a atfediyor. şimdi tukyu, tayyar emre'den naklen söylüyor.
    bir kere böyle bir hadise mevcut olsa idi, derhal bir soruşturma mevzuu olurdu. olmadı, çünkü tayyar emre'nin böyle bir şey söylemiş olmasına imkan yok. bu defterler bir senedir başsavcının elinde, niye tahkikat mevzuu olmamış? sonra anılan sabahattin tukyu ki, ethem menderes'in muhbiri sadıkıdır. 1956 veya 1957 senesinde washington'dan çekilen bir telgrafla bu zatın hareket tarzının amerikan resmi ve beynelmilel banka mahafilinin dikkat nazarını çektiği kendisinin bir "ajan provakatör, tahrikçi" gibi hareket ettiğinin söylendiği ve ikazda bulunulduğu bildirilmekte ve geri çağrılması söylenmektedir. ben o zaman vekil değildim. hariciye'ye ethem menderes vekalet ediyordu. işte tukyu böyle bir kimsedir.
    meselenin mahiyetine gelince, bunu da tevfik ileri anlattı. kapalı zarf usulüyle yapılan beynelmilel bir ihalede elbette ki herhangi bir istismar mevzu bahs olamaz ve bunun gizli bir tarafı da bulunamaz. polatkan'la da, hatta sade onunla değil, hiçbir vekille benim fazla ahbaplığım, senli-benliliğim olmamıştır. çok başka bir memuriyet camiasından geldim, daima çok işim oldu ve iş dışında, resmi toplantılar dışında hiçbir vekille de ahbaplık ettiğim olmadı. yalnız ethem bey'in defterini karıştırdım, acaba bu nato meydanı'nın ve 20 adet diğer meydanın memleketimizde yapılmasını sağlayan tahsisatı çetin müzakerelerden sonra sağladığım için ufacık bir ima var mı diye. türkiye'ye bu sahada sağladığım 80 milyon sterlinden bahis var mı diye, yok... bu tahsisatın sağlanması bana ait idi, ama sarfiyatın benimle bir ilgisi yoktu.
    ethem menderes'in defterine bakılacak olursa, onun, bana karşı kıskançlıkla malul olduğu derhal anlaşılır. bu o kadar açık ki, bilhassa nato nazırlar konseyi'ne işleri bilmediği ve lisan bilmediği için benim kendi yerine gitmiş olduğumu iddia ederek, krizler geçirmektedir.

    koraltan'ın hatıra defterine gelince; yüksek huzurunuzda ifadesine müracaat edilen mükerrem sarol böyle bir beyanda bulunduğumu reddetti. koraltan ise dedikodudur, evvelce de yapılmıştı, bir şey çıkmadı, dedi. koraltan 9 ocak 1960 tarihli hatırasında mükerrem sarol'a atfen yazdığı beyanlardan sonra şöyle diyor:
    "inanılır mahluk olsa ne iyi, yarın tamamıyla değişir."
    işte bu fıkra hem iddiayı ve mahiyetini, hem de koraltan'ın kötü düşüncelerini tamamıyla ve açıkça gösteriyor. sarol'un iddiasının doğru olmadığını biliyor ama, o şekilde iddiasında devam etmesini arzu ediyor. çünkü o tarihlerde koraltan'la aramızda, kendisinin tokyo seyahetine ve eisenhower'in ankara'yı ziyaretine ait, bazı meseleler olmuştur.
    burada, üstünde fazla durmayacağım. bu her iki hadisede de dedikodu var, isnat var ve menfaati bozulan adamların feryadı ve hücumu var, yalanı var ama, suç herhalde yok. suç değil, şüphenin nişanesi olsa idi, herhalde yüksek soruşturma kurulu bir dosya da bunun için açardı. ben böyle hatıra defterlerinin tutulduğunu bilmediğime gçre, niye aksülamel göstermedim diye itham altında tutulamam ve sadece bir dedikodu ve iftiraya istinat eden bunlarda ne bir suç, ne de bir suç delili addolunabilir. bilmediği bir şey içinde insan tahaffuzi tedbir alamaz.

    kromit davasına gelince, bir kere büyük millet meclisi'nde açılan tahkikat mevzuu olan kromit davasıyla benim hiçbir ilgim yoktur. o sadece, vekil olarak abdullah aker'i alakadar eden bir tahkikat idi. bu dava huzurunuza geldiği zaman suçsuzluğumun meydana çıkacağından eminim.
    mükerrem sarol bu işten, yani senet işinden kendisinin haberdar olduğunu, fakat benim haberim olmadığını yüksek huzurunuzda söyledi. avukatım da tek taraflı, senedin üzerinde bana tebliğ edilmediğinin ve defterden çıkmadığının yazılı olduğunu söyledi.
    ben oğuz akal'ı tanımam. ben, döviz komitesi başkanı bulunduğum 1954-1955 senelerinde de kendisine bu fabrikanın mubayaası için bir kuruş veya dolar verilmiş değildir. bu devrede arkadaşlarımla birlikte 250 milyon dolara yakın tahsis verilmiştir. bu zata veya şirkete hiçbir tahsis verilmemiştir. zaten yüksek soruşturma kurulu kararında tarihler bakımından yapılan bütün tahrifata rağmen, şirketin istediği tediye şeklini kabul ettirememesi ve tahsis alamamış olması yüzünden hatta 1955 senesinde fabrikanın bir iki parçasının başkasına satılmış olduğu bile yazılıdır.
    zamanın, yani 1954'ün döviz teknik komitesi prensip itibariyle böyle bir ithali kabul ettiğini ticaret vekaleti'ne yazmış, fakat şirketin istediği tediye şeklini müteaddit ısrarlara rağmen kabul etmemiş ve o zaman lüzumlu olan tercihli tediye kararını da almamıştır.
    bu sebeple şirket 1956 senesinde tekrar müracaatta bulunmuştur. ve peşin tediyeyi temin için takasla ithal talebinde bulunmuştur. kromla takasa ait olan bu muameleye karar veren heyete ise, ben dahil değildim. hiç kimse de bu hususta bir müdahalede bulunduğumu söylememiştir. bu senet, soruşturmada da söylediğim gibi sahtekarlıktan başka bir şey değildir.
    döviz listesine gelince, başsavcı burada da mugalata ve hakikat hilafı bir iddiada bulunuyor. söylediği dövizler sayıştay'ın tasdikinden geçmiş vazife harcırahlarıdır ve tabii mühim bir kısmı tayyare paraları ve bina giderleridir. 9 milyon türk liralık hibe yardımı sağlayan bir kimseye 82 000 lira harcırah çok olmasa gerektir.

    bir nebze de haksız iktisaplar üstünde duracağım.
    yüksek divan pekala bilir ki, ilgiltere'de katil cürümünden sanık bir kimseyi bir gazeteye, "katil ifadesini verdi" diye yazdığı için 20 000 ingiliz lirası para cezasına çarptırıldı. ingiliz mahkemesinin bu kararı çağdaş hukuk nizamının ve anlayışının tam ve kamil bir örneğidir.
    daha mahkemesi ve duruşması yapılmadan bunların gayri meşru iktisabı diye ilan edilmesini elbetteki yüksek divanımız doğru bulmamaktadır.
    ben bu husustaki davanın duruşmalı ve aleni yapılmasını talep ve rica etmekteyim. o zaman bir tek kuruş bile gayri meşru iktisabın olmadığı meydana çıkacaktır. sadece yüce divan'ın bana salim muhabere ve vesika elde etme imkanını bahşetmesi gösterdiğim ve hepsi muteber ve noter önünde ifade vermiş şahitlerin dinlenmesi ve onlardan ifade talep edilmesi lazımdır. veikalarını yollarda gaip olmakta ve bazen veikayı üç kere gönderdikten sonra elime vasıl olmaktadır. bazen de çabuk gelmektedir ama, bu istisnadır.
    şimdi bir nebze bu mevzudan bahsedeyim. 1950'den evvel alındığını ispat et diye içinde 1934 tarihi yazılı karımın nişan yüzüğüne 100 liraya alınmışken 1 000 lira kıymet koydular. atatürk'ün hediye ettiği ve o zamandan kaldığı fotoğraflarla tespit edilmiş olan manevi kıymeti hiç şüphesiz çok büyük, fakat maddi kıymeti 6 000 lira olan iki parça elmasa 50 000 lira kıymet koymuşlar ve bu minval üzere 1950'den evvel alındığını şimdi şahit ifadeleri ve o zaman çekilmiş resimlerle ispat ettiğim refikamın annesinden, benim annemden müntekil elmas, düğünümüzde verilmiş hediye mücevher gümüş, halı ve möble için 800 000 liraya yakın kıymet takdir edilip, 1950'den sonra iktisap diye iddia olunmuştur.
    halbuki, bilirkişiler bile bu hususta tereddüt izhar etmişler ve 1950'den evvele de ait olabilir demişlerdir. şahitler arasında büyük atatürk'ün eski umumi katibi, iki tane merhum büyükelçinin hanımı, eski büyük millet meclisi reisi general kazım özalp'ın kızı ve eski maarif vekili şemsettin sirer'in refikası ve yine vasıf çınar'ın yeğeni ve eski mebus ahmet selgil'in refikası olduğu gibi. kazım özalp'ın bizzat kendisi ve refikası ve yine eski başvekil merhum hasan saka'nın ve ali çetinkaya'nın refikalarının da talep halinde şahadette bulunacaklarını bildirmişlerdir.
    mücevharatın, gümüş ve halıların ve kristal takımlarla möblelerin hemen hepsinin 1950'den evvel ve bilhassa düğünümüzün büyük atatürk tarafından yapıldığı 1934 senesi ile 1944 senesi arasında elde edilmiş olduğunu ifade eden yukarıda mezkur sekiz şahidin noter önündeki ifadesini ve atatürk'le çekilmiş fotoğrafları takdim ettim. ayrıca hemen hemen gümüşlerin hemen hepsini ihtiva eden 1946 senesinde beyrut başkonsolosluğu'nca verilmiş bir nakli hane listesinin 1961 senesinde beyret büyükelçiliği'nce tasdikli listesini de sundum.
    bunun yanında gelirlerimi de hakiki vesikalarla ibraz ederek ispat ettim. binaenaleyh gayri meşru bir servetim yoktur. bu duruşmanın vicahimde yapılması her türlü haksızlığın ve yanlış hükümlerin önlenmesi için elzemdir. çünkü yüksek soruşturma kurulu'nca gelirleri azaltmak, masrafları çoğaltmak ve iktisapları 1950 senesi evvelinden 1950 senesi sonrasına nakletmek şeklinde tecelli eden gayretleri cerh eden veaikin bir bir izahı elbetteki lazımdır. mücevherler ve gümüşler bile başka başka şekillerde tespit edilmişlerdir. yalancı boncuklar bazen mücevher gibi gösterilmiştir. altın olmayan eşya, altın gibi kıymet takdirine maruz bırakılmıştır. fakat her şeye rağmen şimdiye kadar arz ettiğim veaik iktisapların meşru olduğunu göstermektedir.

    şimdi umumi olarak menfaat meselesine gelelim. demokrat parti iktidara geldiği zaman ben sefirdim ve devlet bakanlığı genel sekreteri idim. politikaya 1954'te nato büyükelçisiyken girdim. bir büyükelçinin aldığı maaş ile vekilin maaşı kıyas kabul etmez. bir büyükelçi her zaman bir vekilden iki üç misli fazla maaş almıştır. oturduğu ev, hizmetçileri, tenviri, teshini bedavadır, ziyafet ve temsil tahsisatı da vardır. 1 500 dolar alıyordum. bugünkü rayiçle 13 500 lira eder ayda. seyahetlerde de, vekil kadar harcırah alır. kaldı ki, ben böyle menfaatleri düşünen bir adam değilim. vekil iken hariciye vekillerine tahsis edilmiş olan evde oturmadım, memur iken oturduğum kendi evimde oturdum. evimi kiraya verse idim, hiç olmazsa ayda 1 500 lira alırdım.
    demokrat parti'den mali bakımdan ben ve ailem fayda değil, zarar gördük. 12 adet dükkanımız ve iki adet arsamız istimlake tabi tutuldu ve bir eski halk parti liderinin bizimle aynı yerde bulunan mülküne metrekare başına 1 200 lira takdir olunurken, bize 500 lira kıymet takdir olundu ve valdem mahkemeye müracaata mecbur oldu ve parasını ancak dava etmek suretiyle tahsil edebildi; hem 12 dükkanın varidatından mahrum olduk, hem de 500 000 lira ziyan ettik.
    bir atasözü vardır; "ölmüş baba, yanmış yalıyla övünülmez" derler. bizim cemiyetimizde ne fakir olmak, ne de varlıklı olmak ayıptır. bütün varlığım, elinizin altındadır. doğmadan evvel ailede mevcut ve bana irsen intikal emlakin idaresini vekili umumi olarak yetmiş sekiz yaşındaki valdeme bırakmışımdır. bunlarla kendim meşgul olsa idim, herhalde daha iyi ederdim. ama parasıyla hiçbir zaman meşgul olmadım ve kendime ait bir işle ilk defa olarak yüksek huzurunuzda meşgul oluyorum. onun için kırk odalı ve hala lise olarak kullanılan bir evde doğdum. vekil olarak bahçelievler'de bir kooperatif evinde, altı odalı bir evde tevkif olundum.
    ben politikaya ve vekilliğe menfaat saikiyle değil, hizmet yoluyla ve bu sahadaki imkanlarımın artması için girdim. eğer menfaatimi düşünse idim ve menfaat benim için bir kıymet ifade etmiş olsa idi, elbetteki büyükelçilikte kalır ve daha on dört sene bu hizmetin nimetlerinden istifade ederdim.

    1952 tarihinde amerika'nın en büyük gazetelerinden birisi olan chicago tribune'de çıkan bir yazıda, "bizim, türkiye'deki memurlarımız türkiye'ye yapılan yardıma fazla müdahale etmeye çalışıyorlar, hatta ediyorlar ve işleri zorlaştırıyorlar. türk idaresi mareşal çankayşek idaresi değildir. türk memurları fevkalede namuslu kimselerdir. keşke bizde de, bu kadar namuslu idareciler olsaydı" diyorlar. o yardım işleriyle meşgul idarenin başında 1949'dan beri ben vardım. bir müddet fasıladan sonra yine bu işlerin müzakereleriyle meşgul oldum ve bu sefer başvekil muavini olarak ve hariciye vekili olarak.
    amerika'da yardım işleri sık sık tenkit edilir. kongre olarak, mümessiler meclisi olarak bu mevzuunun üzerine her sene dört beş ay eğilir, yardımların tevziini, kontrolünü tenkit eder, gazeteler de aynı mevzuu sık sık ele alırlar. türkiye'den maada pek çok memleket için; bizden daha ileri ve bizden daha geri iktisadi durumda olan ve yardım alan memleketler için, amerikan gazetelerinde yardım dolayısıyla vukua gelen irtikaplardan istişfalardan, skandallardan bahsedildi. kongre'de senatörler, mebuslar bu hususta hükümetten sualler sordular.
    ama türkiye için bir tek skandal, bir tek suiistimal dedikodusu çıkmadı, bir tek tahkikat açılmadı ve sual sorulmadı. halbuki bizden çok daha ileri olan italya, hatta almanya gibi memleketler için bu açıkça müzakere ve münakaşa mevzuu oldu. türkiye için ise asla. biz ve bilhassa ben, amerikan müttefiklerimizle yardımın artırılması için çetin müzakerelere, uzun müzakerelere girdim ama, onlar bizim namuslu ve verilen parayı yerinde kullanan suiistimalde bulunmayan adamlar olduğumuzu daima bildiler ve bize hürmet ettiler. düştükten sonra da bir tek sual sorulmadı.
    öyle ise ne diye birbirimizi karalamaya, suçlandırmaya uğraşıyoruz ve dış alemde itibarımızı düşürmeye çalışıyoruz? bu, vatanpervelik mi? bir memleketin on senelik idaresini, serbest seçimlerle gelmiş idaresini kötülerseniz, ondan sonra gelen idarelerin iyi olduğunu kim temin eder? biz, feza gemileriyle aydan veya güneşten gelmiş insanlar değiliz ki, bu cemiyetin içinden çıkmış insanlarız. hem de seçimle çıkmış insanlarız ve başkalarından da bir farkımız yok ve olamaz. çok şükür ki dışarıda size inanmıyorlar. sayın başsavcı ve türkiye için hala, amerika'da verilen yardımı en iyi kullanan memleket diyorlar ise ve yeni yardım kongre'de münakaşa edilirken, eski iktidarın suiistimalinden ve yardımı kötü kullanıp, irtikaplar yaptığından bahsedilmiyorsa, bunun manası açıktır.
    bütün iftiralara ve maalesef bedbahtların memleketimizde yaptıkları dedikodulara rağmen, yekunu bir buçuk milyar doları bulan ve bu yardımları hiçbir irtikaba, suiistimale sapmadan iyi kullandığımız ve bu işlerle 1949'dan beri birinci derecede meşgul olan benim, yardımın artırılması için yaptığım bütün çetin müzakerelere rağmen, dürüst bir insan olduğum hususunda hiçbir kimsenin şüphesi olmadığındandır.

    sayın başsavcı bize ve bana en ağır iftira ve ithamlarda bulunuyor. bunu aynen kendisine iade ediyorum. fakat başsavcı ve tanık kubalı bilsinler ki, önümüzde, hükmünüzü bekleyen iktidar bir kere 1956'da devalüasyon yapmamaya, bir kere de 1958 ağustosunda devalüasyon yapmaya karar verdi. 1955'te ben amerika'ya bunu müzakereye gittim ve 1958'indekine müşabih istikrar teklifleri ileri sürerek, 300 milyon dolar talebinde bulundum. yanımda da müşavir olarak şefik inan, kemal kurdaş vardı. onlar, tedbirleri biliyorlar, fakat devalüasyon yapacağımızı bilmiyorlardı.
    amerikalılar, bana müzakereler neticesi 30 milyon dolar verdiler ve bir de mektup teati ettiler. bu mektupta, alacağımızı bildirdiğim tedbirlerin isabetinden bahsediliyor ve üç ay sonra yeniden müzakerelere başlamaya hazır oldukları söyleniyordu. yardım, bu şekilde 100 milyon dolara çıkmıştı ve yeni talebimizin de tetkik edileceği, müspet bir şekilde bildiriliyordu.
    ankara'ya döndüm, başvekil ve maliye vekiliyle tedbirleri ve teklifi konuşmaya başladım. tedbirlerin tetkiki için mutabakatımı alırken, buhran çıktı. grup, hükümeti düşürdü, ben kabine dışında kaldım. müzakerelere devam edilmek istendi ama iklim kaybolmuştu. 1956'da anlaşma olmadan bitti, tedbirler de alınmadı. buna ait bir meclis müzakeresi şubat 1956'da 25 veya 26'da geçmiştir. benim konuşmam 735 ve müteakip sahifelerdedir.
    1957'de tekrar hariciye vekili olunca, işe bıraktığım yerden başladım, önce aralık 1957'de almanya'ya giderek, orada müşterek bir beyanname hazırladım ve almanya'nın yardımını temin ettim. ve amerika birleşik devletleri'yle ve avrupa iktisadi işbirliği teşkilatı ve ona dahil memleketlerde müzakerelere başladım. devalüasyon hususunu bu sefer başvekille bidayette kararlaştırmıştık. tedbirler üstünde de mutabakata varmıştık. yanımdaki müşavirler arasında yine şefik inan da vardı.
    bu müzakereler arz ettiğim gibi aralık 1957'den ağustos 1958'e kadar devam etti. mayısta maliye vekiline ve iki ay evvel de diğer vekillere kabine toplantısında benim tarafımdan haber verildi, hayrettin erkmen'in notlarında da bu yazılıdır. müzakereleri, vekil olarak sade ben idare ettim diye, vekiller ancak haziranda haberdar edildiler.
    müttefiklerimizle anlaşma tam olunca, vekiller heyeti, grup idare heyeti ve genel kurul bir arada toplandı. kendilerine, tedbirlerimizi ve alacağımız yardım miktarlarını anlattım. tedbirler arasında devalüasyon, kredi tahditleri, ithal kotaları ve liberasyon gibi işaası büyük spekülasyonları mucip olabilecek hususlar vardı.
    çağdaş zamanlarda en ileri memleketlerde bile en büyük mali skandalların suiistimallere bağlı kararlar arifesinde olduğu yüksek malumunuzdur. memleketimizde de 46 devalüasyonu iyi dedikodu yaratmıştı, işte ben ve demokrat iktidar, bir sene müzakeresi süren böyle bir mevzuda iki kere imtihana tabi olduk ve bir tek dedikodu mevzuu çıkmadan, hatta düştükten sonra da bir tek dedikodu mevzuu çıkmadan, bu imtihanı muvaffakiyetle geçirdik. sayın başsavcı, türkiye'nin bünyesi demokrat olsun ne olursa olsun, sağlam bir bünyedir. vatanperver bir bünyedir. onu kirletmeye küçültmeye çalışmayın.

    yüksek hakimlerim, ben yüce divanımıza bu mevzularda dedikodu ile hakikati yan yana koymaya çalıştım. takdir elbette ki sizindir. yalnız şunu arz etmek isterim ki, bu azamette mali müzakereler bu kadar dedikodusuz ve kusursuz olarak olarak suiiastimalle meluf bir kimse tarafından başarılamaz. ahlaken zaif bir adam, bir devleti bilhassa böyel mali işte, müdafaa edemez. unutmayınız ki, bu müzakereler neticesinde bir de konsolidasyon yaptık ve alacaklarını 1962'ye kadar tahsil edecek olan 400 milyon dolarlık alacaklıyı, on iki sene öteyye attık ve faiz hadlerini de yüzde 13,4 gibi bir hadde indirdik.
    bütün bu müzakereleri tek başıma ben yürüttüm. alacaklıların antipatisini üstüme yüklenerek ve onların menfaat yaygalarına göğüs gererek ve sureti haktan görünüp, kabine içine kadar soktukları, gazetelere aksettirdikleri, "efendim borçlar verilmeden yardım alınmaz" teranelerine aldırmayarak. bu işler, yüksek hakimlerim sinir ister, namus ister. dürüst ve vatanperver olmayan bir adam, bu yükün altına giremez ve onu kaldıramaz.
    1956, 26 şubat zabıtlarını okursanız, müzakerelerde sert davrandığım için nasıl tarizlere uğradığımı görürsünüz. ethem menderes'in 17 mayıs tarihinde hatıra defterinde de aynı şekilde notlar var. halbuki o tarihte ben prensip anlaşmasına bile varmıştım. fakat onun, yapılan işin vüsatından ve mahiyetinden haberi bile yoktu. reisicumhur da anlaşılan onlara söylememiş, sadece "kabiliyetli bir kimsedir" demekle iktifa etmiş.
    pek muhterem hakimlerim, bakınız gazetelerde, konsolidasyon hesaplarının tumadığı yazılıyor. bunlar hep, bizim lehimizedir. eğer kendi paralarını, dışarıdaki paralarını kullanarak iş yapmış veya karaborsadan para alarak ithalat yapmış olanlar varsa, bütün onlara yakalanacak demektir. çünkü onlar, bizim yaptığımız anlaşma çerçevesine giremezler ve gün ışığına çıkarlar. bunlar da çiğnediğimiz, memleket lehine çiğnediğimiz menfaatler grubundan bir başka zümredir.
    bütün bunlar, benim sadece memleket menfaatini düşündüğümü gösterir.
    zaten şu da gayet sarih ki, başsavcının düşündüğü gibi bir takım endişelere kapılmış olan bir kimse, ısrarla seçime gidilmesini tavsiye etmez. hürriyet gazetesinde neşrolunan hatıratında arif özgen iki kere benim ısrarla seçime gidilmesini istediğimi yazmaktadır. bunu hem yalnız, hem de bütün koordinasyon heyeti arkadaşlarıyla istedik ve tavsiye ettik. binaenaleyh, başsavcının bu iddiası tamamen yersiz ve mesnetsizdir. çünkü bir seçim daima bir riziko, bir kaybetme ihtimali arz eder. 1957'de 85 muhalifle seçime çıktık. 180 muhalifle döndük. 1960'ta da menfi bir vaziyet tecelli edebilirdi. ama ben memleketin ali menfaatlerini düşünerek, içinde bulunduğumuz şerait altında bir seçim ve onun bütün rizikolarını göze almayı düşünmüşüm. bu da hasis menfaatlerle mağlup olmadığımı gösterir.
    burada şunu söylemek istiyorum; 1958 ağustosunda bir istikrar programı yapmış ve bir yardım elde etmiştik. grupta ve 26 şubat 1959'da büyük millet meclisi'nde ve yine 26 şubat 1960'ta meclis'te söylediğim gibi aldığımız bu yardım bir başlangıç, bir ilk adım idi. türkiye'nin göreceği yardımlar külliyetli olmalı ve kısa zamanda onun kalkınmasını sağlamalı idi.
    ağustos 1958 kararlarından sonra alınan tedbirlerden doğan neticeler dostlarımızı memnun etmişti, onun için almanya'dan yeniden 50 milyon dolarlık ve italya'dan 75 milyon dolarlık yardımlar almıştık. fakat politik durum muhalefetin fazla ısrarı ve hareketli davranışı yüzünden bazı muhitlerde siyasi istikrarın mevcudiyeti bakımından tereddüt yaratır gibi idi.
    işte bu sebepledir ki, ben bir seçim yapılmasını ve yeni bir devre, dört senelik devre için istikrarlı bir iktidarın belli olmasını istiyordum. bu, memleket bakımından kazansak da kaybetsek de iyi idi. çünkü seçimden sonra gelecek iktidar dört sene için münakaşa edilmeyecek, bilhassa dış alem bakımından münakaşa edilmeyecek bir iktidar olacaktı. ve uzun zaman türkiye'de iktidarların, bizim takip ettiğimiz kalkınma politikası dışında bir politikayı yürüteceklerini zannetmiyordum. koordinasyon heyetindeki arkadaşlar da aynı fikirde idiler. zaten 1957 seçimi de bilhassa aynı sebeplerle ve benim ısrarımla yapılmıştır.
    sayın başsavcı, umumi olarak da diktaya gitmek için bazı sebepler isar etmektedir. bunlardan en başlıcası memleketteki iktisadi düzenin bozulması, plansızlık, programsızlık yüzünden devletin itibarını kaybetmiş olmasıdır. plan meselesinin esasından ileride bahsedeceğim. yalnız şunu arz edeyim ki, türkiye 1947 senesinden beri amerikan yardımını daima bir plan ve program göstererek veya vererek almıştır. yine türkiye 1950 senesinden beri her sene bir tediye muvazenesi tablosu yapmakta ve bütçesinde yapacağı amortismanları göstermektedir.
    türkiye'ye, amerikan yardımı başlarken, avrupa'nın kalkınmasına yardımı dokunsun diye ziraat, enerji, yol ve liman sektörleri üstünde başlamıştır. avrupa o zaman buğdaysızdır. kömürsüzdür. bunları dolarla almaktadır. türkiye bunları fazla miktarda istihsal edecek, dolarsız avrupa'ya satacaktır. kömürü fazla istihsal edebilmek ve tasarruf edebilmek için sudan istihsal edilecek elektrik lazımdır. nakil için yol, liman ve silo lazımdır. işte ilk plan budur. uzun mücadelelerden sonradır ki türkiye'nin de bir kalkınma davası olduğu kabul ettiriebilmiştir. ama bunlar için ne çetin mücadeleler olmuştur veya öyle görünmek istiyor ve bu çetin müzakerelerin çilekeşi benim.
    türkiye 1946'dan 1952'ye kadar 4 milyon tondan fazla buğday yemezdi. hatta 3,8 ile 4 milyon arasında bir istihsali olunca 100 000 ton kadar ihraç edebilirdi. sade bunu bir senede nakledemezdi. 1946'da böyle bir satış yapmıştık, ingiltere'ye; her hafta ingiliz büyükelçiliği'nden nakliyatta çekilen güçlük dolayısıyla bir şikayet notası alırdım. 120 000 ton civarında olan böyle bir ihracı bir buçuk senede tamamlayabildikti.
    1950'den itibaren türkiye'nin istihsali arttı, buğday olarak 2 milyon tona kadar yükseldi ve geçti. 1951 ile 1954 arasında 1,6 milyon tona yakın buğday ihraç ettik senede 150 000 tonu nakledemezken, yollar ve limanlara gelen vesait, silolar sayesinde ayda 200 000 tona kadar nakil ve ihraç kapasitesi kazandık. ama iştira gücünün artması halkın istihlakini de artırdı. türkiye sui tagazzi halinde bir memleketti; en çok verem nispeti 1950'de bütün akdeniz havzasında türkiye'de idi. ve 1947'de 3,8 milyon tonluk bir istihsal üzerinden 1,2 milyon ton ihraç edebilen türkiye 8 milyonluk bir istihsali yer vaziyete geldi. ama verem nispeti de azaldı. bunlar sıhhatli gelişmelerdir. en ileri memleketlerin elli sene evvelki zamanlarına bakarsanız, aynı vaziyeti görürsünüz.
    türkiye her sahada aynı terakkiyi göstermiştir. ziraat sahasında nasıl bir ekim sahası yüzde 100, istihsali yüzde 100 artmış ise, sanayi sahasında enfrastrüktür sahasında da bu artıklar yüzde 500, yüzde 400 olmuştur.

    gazeteler şimdi bir teranedir tutturmuşlar. yüzde 3 nüfus artışı üzerinde duruyorlar ve doğum kontrolü gibi bir takım merdud tedbirler ileri sürüyorlar. sanki bu yüzde 3 nüfus artışı bugün çıkmış gibi.
    1956 senesinde 1952-1959 senelerindeki; 26 şubat tarihinde büyük millet meclisi'nde yaptığım beyanlara bakınız. ben bundan iftiharla bahsettim. yarının 50 milyonluk türkiyesi'ni hazırlamalıyız. onun için hızlı bir iktisadi kakınma temposu lazımdır, dedim ve biz bunu yapacağız, dedim. aldığımız 354 milyon dolarlık yardım bunun ilk adımıdır, dedim. ve bu seneki bütçe konuşmalarımda, bu vardır.
    bu düşünce, hakim düşüncedir. hedefi olan, gayesi olan kimselere plansız denemez. türkiye'nin kalkınmasına bakınız. büyük hakimlerim, onda, bir kitle kalkınması görürsünüz. yol, liman, enerji, elektrik, sanayi, maarif, ziraat ve her tarafta edirne'den ağrı'ya, kızılçakçak'a kadar. ve kalkınma köylüden başlamıştır.
    şimdi türkiye'de plan yapılmamış mı, bir kere 1950'de demokrat parti iktidara gelince, beynelmilel banka tarafından bir anlaşma neticesinde "banka heyeti" diye bir heyet geldi. bu heyet bir plan hazırladı ve 1951'de hükümete bunu takdim etti. bu plan senede 280 milyon liralık bir envastisman derpiş ediyordu ve seyhan barajı'nın bile yapılmamasını tavsiye ediyordu. eğer türkiye hükümetleri bu planı tatbik etselerdi, şimdi hakikaten tenkide, haklı tenkide maruz kalabilirdik.
    size şunu arz edeyim ki, türkiye'nin iktisadi kalkınmasındaki hız, daha halk partisi hükümetleri zamanından beri dostlarımızla aramızda münkaşa mevzuu olmuştur. kapitalist cemiyetler tuhaftırlar, çok kıskançtırlar. ikinci dünya harbi'nden sonra, az gelişmiş memleketlerin kalkındırılması davasını benimsemiş olan ve hür dünyanın hakiki menfaatlerini gören admaların yanında eski, hasis zihniyetleri güden adamlar da vardır. pek iyi bilirsiniz, sayın hakimlerim 1934 senesinde londra iktisadi konferansı'nda, alman iktisat nazırı, memleketimizin adını da zikrederek türkiye gibi memleketler, elektrik amplulü imatlatı yapmalıdır, diye nutuk vermişti.
    memleketimizce yapılacak olan ikinci demir-çelik fabrikasını eisenhower idaresi kabul etmişti. yeni idare de kabul etti. ama kongre'de birkaç senatör söz alıp, amerika için, pek ufak olan bu fabrika için, "türkiye'de çelik sanayi kurulursa, bizim ihracatçılar ne yapacak?" diye aleyhte konuşmalar yaptılar. ve bu demir-çelik fabrikası projesi müzakerelerine biz 1958'de başladıktı. 1960'da ancak neticeleniyordu. alman iktisat nazırı erhard ise, bizim çimento fabrikası yapmamızı ısrarla tavsiye ediyordu. işte bizim gibi memleketler için açık planla çıkmak her zaman kolay bir şey değildir.
    plan yapayım derken, nizama bir deli gömleği giydiriverirler ve kolunu kanadını kımıldatmazlar.

    biz bir plan safhasına gelmek için tam yedi sene mücadele ettik. kendimiz için muayyen bir seviyeyi, standardı dostlarımıza kabul ettirdik. ve ondan sonra, yani, 854 milyon dolarlık bir yardım aldıktan, ikinci demir-çelik fabrikasının yapılmasını kabul ettirdikten ve türkiye'nin senevi 500 ile 550 milyon dolarlık bir ithalata ihtiyacı olduğunu ve bunun finans edilmesi lüzumunu kabul ettirdikten sonra plana gittik.
    zirai sahadaki envestismanlar için şimdi yanlış tefsir edilen baade raporu'nu biz yaptırdık. yine profesör tinbergen'le 1952'den sonra biz anlaştık ve 1952'de planlama dairesi'ni kurduk. ve bu zatın muavini 27 mayıs inkilabı olduğu gün memleketimizde altı aydır çalışıyordu. 25 mayıs'ta beni, harbiye'de görmeye gelen başbakanlık müsteşarı alparslan türkeş'e, selim sarper'in yanında profesör tinbergen mesaisini, en mühim iş, diye anlattım. sade bunlara da daima dikkat etmek lazımdır. çünkü dış telkinler eksik olmaz. ulvi düşüncelerin yanında, hasis ve küçük düşüncelerin de bulunabileceğini daima düşünmek lazımdır.
    bütün bu mücadeleler içinde türkiye kalkınmasını yapmıştır. yüzde 3 nüfus artışına rağmen, milli geliri cari fiyatlarla 1950'de 8,964 milyar iken, 1959'da 40,094 milyara yükselmiştir. bu, yüzde 454 bir artış demektir. sabit fiyatlarla ise artış yüzde 180'dir. eğer nüfus artışını da hesap edersek, refah seviyesi insan başına yüzde 33 artmış, her fert yüzde 33 daha zengin olmuştur, bu, sabit fiyatlarla yapılmış bir hesap olduğuna göre, hakiki zenginleşmeyi göstermektedir. bu da senevi kalkınma hızının umumi olarak senede vasati ve sabit fiyatlarla yüzde 18,4 ve nüfus başına artışı da 33 olarak gösterir ki, bu da amerika birleşik devletleri'nin artışına yakındır. bu rakamları ben 6 şubat 1961 tarihinde iktisat doçenti zeyyat hatipoğlu'nun makalesinden aldım, bu gazeteyi de ilişikte sunuyorum.
    demek ki on sene sonunda kuvvetli nüfus artışına rağmen türkiye fakirleşmemiş, zenginleşmiştir. ama bu kafi mi? elbette ki hayır. çok daha süratli bile gitmek lazım. ama 1955'te ben amerika'da 300 milyon dolarlık müzakereyi yaparken, time mecmuasında hakkımda bir yazı çıktı. "müzakereci" diye tenkit eder mahiyette idi. "çok çabuk yirmi senede yapılacak işi, beş senede yapmak istiyorlar. çok iddialılar" diye. biz o iddiamızı tuttuk hakikaten. o zaman, 10 adet liman, 50 kadar fabrika, 6 adet büyük baraj ve elektrik santralına başlanmıştı. çok şükür bunların hepsi bitti. biz de yüksek huzurunuzda hükmümüzü bekliyoruz. türkiye bu on senede cari fiyatla 93 milyarlık, sabit fiyatla 33 milyarlık envestisman yaptı. bütün iftiralara rağmen bunların suiistimalleri yoktur.

    türkiye'nin dış görünüşünü ise avrupa iktisadi işbirliği teşkilatı katibi umumi muavini kohan raporunda şu şekilde tasvir ediyor:
    "türkiye'ye ilk önce pire'den, vapurla gelmiştim. derhal ileri bir memleketten, geri bir memlekete geldiğimi anladım. bavulumu beş kişi paylaşamadı. bu sefer gidişimde (1958 maysı) yine aynı yoldan geldim. istanbul, pire limanına nazaran çok daha ileri bir memleket manzarası arz ediyordu. liman, gemilerle dolu ve faaldi. bavulumu taşıyacak bir hamal zor buldum.
    memlekette enflasyon var ama, refah seviyesi muhakkak ki çok artmış ve şimdi türkiye'de tekstil sahasında avrupa'da ne yapılıyorsa, yapılabiliyor. halk, çok daha temiz giyiniyor, pejmürde kıyafet çok azalmış."
    bu rapor hükümettedir ve benim masamın üzerinde bulunmuştur. işte türkiye'nin ecnebi ve mütehassıs bir ecnebi tarafından görünüşü de bu.
    itibarımıza gelince, evvelce de arz etmiştim. italya'yla 1947'de iki ay çetin müzakereden sonra karşılıklı işleyen kredi platformunu zorla 500 000 dolardan, 700 000 dolara çıkartabilmiştim. 1959'da 60 milyon dolarlık bir krediyi, üç gün müzakereden sonra elde ettim. ve 1960'ta da 27 mayıs'tan evvel 150 milyon dolarlık ve 15 sene vadeli bir turizm kredisi müzakeresini muvaffakiyetle yürütüyordum. binaenaleyh sayın başsavcının zannı hilafına hiçbir suretle bir bir işleri kötüye götürmüş ve manen sarsılmış idare adamı zihniyeti içinde değildim ki, diktayı veya onu desteklemeyi düşüneyim ve bir suçu örtmek için başka bir suç işlemeye gideyim.
    pek yüksek hakimler. ben 1950'den 1954'e kadar yüksek bir memur olarak demokrat parti liderlerini eskiden halk partisi liderlerini gördüğüm gibi görmek imkanını buldum. ne bayar'da ne de menderes'te hiçbir diktatör hali yoktu. bunu bilhassa bütçe müzakerelerinde müşahede etmek kabildi.
    ben, halk partisi zamanında bütçe encümenlerine gider, vekaletime ait mevzuların müdafaasını tek başıma yapardım. demokrat parti zamanında ise demokrat mebuslar ekseriya hariciye vekilini de kafi görmezler, ille başvekil gelsin diye ısrar ederlerdi ve bütçe müzakereleri esnasında da adamakıllı sıkıştırırlardı. halbuki, halk partisi zamanında böyle bir halin vukuuna şahit olmamıştım.
    1954 seçimlerinde ise hatıramda yanılmıyorsam, iktidar ile muhalefet bir bahar havası içinde girmişlerdi. ve sert hücumlar ecnebi semarye kanunu ve yatırım meseleleri üzerinden daha ziyade muhalefetten gelmiştir.
    demokrat parti, memleketi yabancılara satmakla itham olunmuş, yatırım projeleri alay mevzuu olmuştu. ama ne de olsa, refaha kavuşmuş ve şikayet edebilme ve kendisi için hizmet ve iş talep edebilme hürriyetine kavuşmuş halk kitleleri ayaklarına gelen hizmeti ve eserleri görerek, demokrat parti'ye daha büyük bir ekseriyetle rey vermişlerdi. o zaman görüştüğüm ve eski tanıdığım olan nihat erim, "ben çok sert makalelerle hücumlar yaptım, halkın bunu tutmadığı anlaşıldı" diyordu.
    1954'ten sonra yine gördüm ki, menderes gelen mebusların yüzde 80'ini tanımıyor ve elinde mebus albümü, mebusları fotoğraflarından bakarak ezberlemeye çalışıyor. bütün bunlar herhalde bir diktatörlük alameti değildi. zaten kısa zamanda menderes'in otoritesinin ne kadar zaif bir muvazene üstünde durduğunu da anlayacaktım.

    yüksek hakimlerim, hükümete bir teknik eleman olarak girdim ve başvekil muavini oldum. bana üç saha tayin ettiler: milli savunma, iktisadi saha, dış siyaset meseleleri. hayatım beni daima bu üç sahada çalıştırmıştı. daha 1932'den beri silahsızlanma konferanslarına iştirak ederdim. 1947'de askeri yardım anlaşmaları müzakeresinde bulunmuş, nato'ya girerken ve girdikten sonra aynı mevzularla uğraşmış ve ordunun yeni bir teşkilata bağlanması ve motörleşmesi, modern silahlarla teçhizi müzakerelerini idare etmiştim. iktisadi sahayı arz etmek fırsatını buldum. zaten tahsilimi fransa ve isviçre'de maliyecilik ve hukuk üzerinden yapmıştım. hariciye de mesleğimdi. fakat başvekil muavini olmam bir hata idi ve pek çok çekememezlikleri tahrik etti. buna rağmen ben, hemen işlerime başladım.
    ordu için daha büyük malzeme yardımı elde etmek üzere derhal başvekille beraber washington'a hareket ettik ve müzakerelere başladık. başbakan, malzeme hususuna ehemmiyet veriyordu ama yine müşahedem, kumanda heyetinden ve ne yüksek, ne de düşük rütbeli ordu mensubundan, hiç kimseyi tanımıyordu ve kendisinin personel işine karıştığını da hiç görmedim. bu işleri tamamıyla orduya bırakmıştı. halbuki bizim memleket ordu rejimine tabi bir memlekettir.
    türkiye'de polis yoktur, jandarma zaiftir. demokrasilerde bile polis ve jandarma kuvvetlidir. mesela paris'in, viyana'nın polisi bizim bütün türkiye'nin polisinden fazladır. küçücük lübnan'da bile polis kuvveti, daha fazladır. ama türkiye'de bütün asayiş, görünmeyen, fakat bilinen ordunun meknuz kuvveti üzerinde durur. diktatör olmak isteyen kimseler, orduyla meşgul olmak, personelle uğraşmak mecburiyetindedir. halbuki bayar'ın ve menderes'in böyle bir hali görülmüş değildir. menderes, zabitlerden bahsederken, hep "ölümle mukavele akdetmiş kahramanlar" diye bahsederdi. ama hemen hemen hiç kimseyi tanımazdı. hepsine hürmet ederdi ama hiçbiri, yakini değildi.
    iktisadi işlere gelince, demokrat parti iktidara gelince kredi bolluğu yarattı ve ithalatta liberasyon tatbik ettik. global kotalara gitti ve plandan uzun zaman kaçındı. hatta sonuna kadar hiçbir plan ilan etmedi. bu noktalar çağdaş medeniyette çok mühimdir. klasik iktisat kitapları, sosyalist rejim ile kapitalist rejimin farkını ve diktotaryalar ile demokrasilerin farkını iktisadi alanda plan tatbikatında ararlar. merkezi plan olmadan, böyle bir idare kurulmadan, ne dikta olur, ne de sosyalizm. çünkü totaliter olan bu rejimler, bütün içtimai hayata el koymak, iş sahalarını ve yatırım sahalarını kontrol ve tanzim etmek ve onlara hakim olmak mecburiyetindedirler. kapitalist ve demokratik devletlerde ise, iş sahası ve yatırım sahası serbesttir, hürdür. sadece iktisadi kanunlara, arz ve talebe ve vatandaşın arzusuna tabidir. devletin yapabileceği azami müdahale, teşvikten ve fayda göstermekten ibarettir. menderes ise plandan mütevehhim idi. adeta marazi bir şekilde mütevehhimdi, alerjisi vardı.
    bir yandan liberasyon, öteki taraftan geniş kredi imkanları ticari sahayı tamamıyla hususi teşebbüse ve devlet murakabesi dışı hususi teşebbüse bırakmıştı. bu suretle hususi teşebbüs sanayii, devlet sanayiini geçti ve 1959'da mesela tekstil sanayiinde devlet yüzde 75'e, hususi teşebbüs yüzde 25'e sahip iken, 1959'da iş tamamıyla ters dönmüştü. yani resmi sektör, birçok yeni yatırımlara rağmen, yüzde 25 ve hususi sektör yüzde 75'e çıktı. demokrat parti 1954 sonuna kadar bütün müşkülata rağmen, liberasyonda ve global kotada sebat etti ve imkan bulur bulmaz da, benim iktisadi işbirliği teşkilatı'yla müştereken hazırladığımız yine liberasyon ve global kota sistemine 1952 ağustosundan itibaren avdet etti.
    iktisadiyatta bu sistemler vatandaşları, hükümet otoritesinin dışında, serbest bırakır ve her türlü suiistimali de önler. çünkü, tahsis, maddeye yapılır, şahsa yapılmaz. suiistimal yapmak isteyen, dikta kurmak isteyen kimseler böyle liberasyona ve global kotaya gitmezler. bu sistemi yani 1958 ağustos kararlarını ben paris'te beynelmilel iktisadi işbirliği eksperleriyle birlikte bilmüzakere ettim. şefik inan yine müşavirler meyanında idi.
    dış siyasete gelince. atatürk siyaseti türkiye'yi daima demokrasiler blok istikametine sevk etmiştir. 1946'da sulha varan dünya yine iki kamp halinde ayrıldı. biz yine demokrasiler yanında ahzı mevki ediyorduk ve siyasetimizi de o istikamette inkişaf ettirmek mecburiyetini duyuyorduk.
    elbette ki 1946 seçimlerinden ne türk umumi efkarı, ne de dostlarımız memnun olmuştu ve 1950'ye kadar bu böyle devam etti. 1949'da kurulmuş olan ve demokrasinin ve hürriyetin müdafaasıyla vazifelendirilmiş olan nota'ya hemen girememiş isek, bunun mühim sebeplerinden biri de hiç şüphesiz 1946'da takaddüm etmiş olan ve 1950'ye kadar devam etmiş bulunan iç durumdu ve 1946 intihapları idi. 1950'den itibaren biz demokratik gruba, demokratik grup bize gittikçe daha sıkı bağlarla bağlandık. nato'ya girdik, cento'yu kurduk ve temaslarımız çok taraflı olsun, iki taraflı olsun daima demokratik memleketlerle idi. bu vaziyet bu halde diktaya gitmek isteyen liderlerin tenvir edeceği bir politika olamazdı.
    binaenaleyh benim sıkı müşahedem altında bulunan bu üç sahada da, yani ordu, iktisat, dış siyaset sahalarında da dikta istikametinde hiçbir hareket görmeye imkan olmamıştır ve yoktur.

    iç siyasete gelince, ben bu sahayla hemen hemen hiç iştigal etmedim. fakat 1955'te başbakanın nasıl vaziyete hakim olamadığını gördüm.
    başsavcı, "vekiller düştü de, kendisi düşmedi" diye taaccüb ediyor. bu işte mağdur olanlardan biri de bendim. ama aslında demokrasinin notunu alan anglosakson memleketlerine, skandinav memleketlerine bakarsak, liderini düşüren, parti başkanını düşüren bir gruba tesadüf edemediğimizi görürüz.
    ingiltere'de churchill, parti başkanı ve başvekildir. 1955'te kendisine inme iner. üç gün konuşamaz, hariciye nazırı eden de hastadır, amerika'da ameliyat olmuştur. churchill konuşmaya başlayınca, muhafazakar parti'nin ileri gelenlerini çağırır; kendilerine, "doktorlar bana artık çalışamazsın diyorlar ama ben eden gelinceye kadar başvekillikte kalacağım" der ve partisine adeta halefini de kabul ettirir.
    kanada'da liberal parti reisi, başvekilliği tam yirmi sene muhafaza etmiştir. norveç'te de sosyalist partisi başkanı aynı vaziyettedir. fransa'da bile bir radikal sosyalist partisi ekseriyetinin kendi başkanını devirdiği görülmüş şey değildir. 1955'te bizde olan hadise ve ondan evvel ve sonra cereyan eden hadiseler bir diktatorya rejimini değil, az disiplinli bir parti rejimini göstermektedir.
    yine ingiltere'de en az otoriter diye tanınan başvekillerden chamberlain, harp içinde, adeta orduyu gençleştirmek suretiyle harbin kazanılmasında başlıca amil olmuş olan, milli savunma nazırı hoare belsha'yı, bu hareketleri fazla dedikodu yarattığı için, yanına çağırmış, "sen çok iddialı bir kimsesin, bu iddianı muhafaza etmek istiyorsan, şu kağıdı imzala" diye onu istifaya mecbur etmiştir.
    şimdi bu hadiseleri, tahsili ikmal ettiğim fransa ve isviçre gibi memleketlerde görmüş ve vazifesi dolayısıyla da bilahare yine bunlarla ilgilenmiş bir kimsenin menderes'i, demokrat parti içinde hiç de kuvvetli olmayan tutumundan bir dikta gidişi çıkarmasına elbette ki imkan yoktur.

    pek muhterem hakimlerim, şimdi müsaadenizle yüksek soruşturma kurulu kararnamesi ile esas hakkındaki başsavcılık mütalaasında, vekiller heyeti ile şahsımı ilgilendiren hususlara avdet edeceğim.
    bir kere ben politikaya 1954'te girdim. binaenaleyh 1954'e kadar olan siyasi hadiselerle bir ilgim olamaz. ve vekilliğe de politikadan değil, bir teknisyen gibi büyükelçilikten geldim. zaten şimdi pek çok memleketlerde de hariciye vekilleri, diplomasi mesleğinden alınmaktadırlar. hollanda'da bu hep böyle olmuştur, şimdi fransa'da da böyledir.
    bütün grup ve meclis zabıtlarına bakarsanız, bir tek iç politikaya ait beyanatımı bulamazsınız. başsavcının mütalaanamesinde bu hususta vaki beyanı hakikat dışıdır. radyo hakkında konuşmam olmuştur bir kere. ama o da vukuı hali anlatmaktan ibarettir. bunu yukarıda arz ettim, tekrar avdet etmeyeceğim. sade şunu arz edeyim ki, benim radyoya baktığım zamanımda ne vatan cephesi bahis mevzuu olmuştur, ne de emsali, sadece seçim neticeleri üzerinde konuşma cereyan etmiştir.
    vatan cephesi, uşak, topkapı olayları gibi hiçbir hadiseyle alakam olmamış, hatta benim intihap dairemde cereyan etmiş olan geyikli müessif hadisesine de ismim karışmamıştır.
    ne grup idare heyeti, ne de genel kurul'la hiçbir alakam olmadığı gibi, işgal ettiğim bakanlık da mebusları ilgilendiren bir vekalet olmadığı için, benim, onların üzerinde maddi, manevi herhangi bir tesir yapmama imkan yoktur. bilakis, onların murakabesine tabi bir insan olduğum aşikardır. 1955 hadisesi meydandadır.
    1957 ile 27 mayıs 1960 arasındaki tutumuma gelince, bu devrede türk politikası her türlü maceranın, avantürün dışında müttefiklerle tam bir işbirliği halinde inkişaf etmiştir. 1957-1958 senesinde kıbrıs meselesi en had bir safhada iken, önce nato'da, sonra birleşmiş milletler'deki müzakerelerde yunanlıları mağlup ettikten sonra, anlaşmaya gitmiş ve bütün dünyaya örnek olacak bir sulhperverlik siyaseti içinde türkiye'nin ve ırktaşlarımızın hukuku ve hükümranlığı saplanmış, seksen iki sene sonra bayrağımız ve askerimiz tekrar kıbrıs'a girmiştir. bir sureti harbiye mektebi'ndeki doktor üsteğmen yılmaz ateşalp tarafından alınmış olan amerikan hariciye nazırı herter'ın mektubu anlaşmayı kimin yaptığını ve bunun nasıl beğenildiğini göstermektedir. diktatör yoludna böyle ihtilaflar körüklenir, söndürülmez. newyork times'ın 2 mayıs 1960 tarihli nüshası, istanbul olayları dosyasındadır.
    hayrettin erkmen'in dosyada mevcut notunda benim nasıl dış politikayı, iç siyasete ve polemiğe sokmamaya gayret ettiğim ve bunun için iki saat başvekille çekiştiğim, sonunda da muvaffak olduğum ve başbakanın 180 derecelik bir dönüş yaptığı ve bundan bütün vekillerin memnun olduğu yazılıdır.
    kıbrıs türk lideri fazıl küçük'ü de daima sayın inönü ve halk partisi'yle iyi geçinmeye teşvik etmişimdir ve onu grupta inönü'ye telgraf çekti diye muaheze edenlere karşı müdafaa etmiş ve dış politikanın daima partiler ve iç siyaset üstü tutulması tezini müdafaa etmişimdir. 1960 ocak-nisan arasındaki grup zabıtlarında bu mevcuttur. ama bu ayları, dosyalarda bulamadım.

    hariciye vekaletine geldiğim 1957 senesinden itibaren bütün dış siyasetimiz bir yandan demokratik memleketlerden yardım temin etmek, diğer taraftan da bu cepheyle mümkün olduğu kadar daha sıkı bir işbirliği kurmak, ihtilafları yatıştırmak istikametinde tecelli etmiştir. 1957 seçimlerinin erken yapılmasının sebeplerinden biri de, hiç şüphesiz iktisadi istikrar teminidir.
    suriye'nin, rusya'yla ittifak yapmasını 1957'de amerika'yla birlikte önler önlemez, kral suud'un hakemliğini kabul edip, ihtilafın hallini temin eden hükümetimiz olmuş, seçim bölgemdeki faaliyeti terk ederek riyad'a uçan ben olmuşumdur. arkasında da birleşmiş milletler'de bu davanın hallini temin eden formül yine tarafımdan bulunmuştur.
    1952'den itibaren de müşterek pazar'a girme faaliyetine başlamışımdır ve haziran ayı yani haziran 1960 bu müzakerelerin tetevvücü olacak idi. müşterek pazar ise demokrasi grubunun en güzide camiasıdır. orada en ileri demokratik memleketler vardır. belçika, hollanda gibi ve müşterek pazar demokrasilerle tam bir entegrasyonu icap ettirmektedir. iktisadi ve içtimai bakımdan bu entegrasyonuy yapan bir memleket de yine diktaya gidemez, hem bu devletler itiraz edip onu cemiyet dışı bırakırlar, hem de yukarıda arz ettiğim gibi bu iktisadi sistem diktaya müsaade etmez.
    1958 senesinde komünist bloku ile demokratik cephe arasında çıkan krizde türkiye oynadığı güzel rol dolayısıyla bütün dünyanın takdirini kazanıyor ve eisenhower gönderdiği bir mesajda, amerika'nın türkiye gibi bir dosta ve demokrasi cephesinin böyle bir hadime malik olmasından dolayı iftihar duyduğunu bildiriyor.

    1959 senesi dış siyasette yunanistan'la, kıbrıs meselesinin halli ve yunan başvekilinin türkiye'yi ziyaretiyle başlar. ve pek çok dış siyaset hadiseleriyle doludur. italyanlarla, almanlarla yardım müzakereleri, reisicumhurun roma'ya ziyareti, erhard'ın türkiye'ye gelmesi, benim birleşmiş milletler'e ve başvekille washington'a gitmem, eisenhower'in türkiye'ye gelmesi, italyan başvekilinin ziyareti, türkiye-pakistan-iran devlet reislerinin 1960 martında yalova'da buluşmaları. bunlar hep ikili ziyaret ve konuşmalar. ayrıca benim nato nazırlar toplantılarım var, müşterek pazar için temas ve müzakerelerim var.
    1959 senesi ile 1960, 27 mayıs arasında tam on dokuz dış seyahat yapmışım. bu seyahatler arasında benim, iç siyasetle meşgul olmaya vaktim olmadığı aşikar. başvekili de bu seyahatlere ve dış siyasete çekiyorum, 1959'da zürich ve londra ziyaretleri, amerika seyahati. yani 1959 senesinde 1960'ta halk partisi'nin bütün dinanizmiyle mevcut kabul edildiğine göre, ben sade kendimi değil, başvekili de iç politikadan alıp, dış politikaya çekmiş oluyorum ve onun adeta iç politikayla layıkı veçhile meşgul olmasına mani oluyorum. binaenaleyh eğer öyle bir niyeti varsa, onu bu niyetinden alıkoymaya gayret ediyorum.

    muhterem hakimlerim, vaziyeti daha yakından tetkik edelim. aralık 1959'da eisenhower türkiye'ye gelmiştir. türkiye'nin demokratik alanda, iktisadi alanda, içtimai alandaki mütemadi inkişafını öven bir mesaj bırakıp, gitmiştir.
    1960 senesi 26 şubatında büyük millet meclisi'nde, dış politika müzakereleri var. sayın inönü konuşuyor ve demokrat parti'nin siyasetini tutan, ona muvazi bir konuşma yapıyor, ben derhal kürsüye çıkıyorum ve kendisine teşekkürle söze başlıyorum. 26 şubat 1960 grup zabıtlarında mevcut.
    7 nisanda grupta bir konuşma yapıyorum, dış siyasetten bahsediyorum. yapmakta olduğum ve yapacağımız faaliyetten bahsediyorum. almanlardan bir gün evvel 50 milyon dolarlık bir istikraz anlaşması akdetmişiz. amerikalılardan, atom silahı alma anlaşmasını imzalamışım. italyan istikrazına 25 milyon dolar daha ilave ettirmişim ve başbakan 27 nisanda benimle beraber tahran'a gidecek, 30 nisandan itibaren hariciye nazırları istanbul'a nato toplantısına gelecek ve 7 mayısa kadar türkiye'de kalacaklar. onlarla beraber 150 gazeteci, demokrat memleket gazetecisi gelecek. herhalde henüz ayakta, bütün dinanizmiyle ayakta olan bir muhalefeti ezip, yok etmek için iyi bir vazı sahne ve iyi bir seyirci grubu toplama değil.
    ben, 7 nisanda bu konuşmayı yaptığım zaman ne tahkikat komisyonu'nundan, ne de salahiyet kanunu'ndan haberdarım. yukarıdaki maruzatım ne kadar mühim müzakerelerle meşgul olduğumu gösteriyor ve zaten birkaç gün sonra da paris'e, nato nazırlar konseyi'ne hareket ediyorum. ne 18 nisanda, ne de 21 nisanda grup toplantısında bulunuyorum. ayın, yani nisanın 27'sinde de meclis'e, başvekili alıp, tahran'a götürmek için geliyorum. arif özgen'in bu husustaki hatıralarını ihtiva eden gazeteyi takdim ediyorum. orada benim birkaç kere meclis'e gelip gittiğim, başvekili almaya çalıştığım, en sonunda kavga çıkınca, başvekilin beni vekaletten çağırtıp, hadi sen de, dediği ve benim de gittiğim yazılı.
    binaenaleyh 7468 numaralı kanuna oy verdiğim doğru değildir. ifademde de zaten oy verdim demedim. ama sayın başsavcı kütüphanedeydim diyeni, oy vermemiş addediyordu. tahran'a gitmiş olanı, oy vermiş diye inat ediyor her türlü vesika hilafına. pasaportumun celbini de rica etmiştim. 81 numaralı dosyadan yüksek soruşturma kurulu'nda olduğu anlaşılmaktadır. mamafih özgen'in ifadesi de sarihtir. aynı sebeple örfi idare müzakeresinde de bulunmadım ve kararnameyi de imzalamadım. bu da, reye iştirak etmediğimin diğer bir delilidir.
    30 nisanda dönüp, istanbul'a gittim, 1 mayısta gaztecilerle yaptığım toplantıda vaki sual üzerine muhalefetin de vatanperver olduğunu ve türkiye'nin düşmanlarıyla işbirliği yapmayacağını ve gazetecilerin elbetteki inönü'yü görebileceklerini söyledim. bu konuşmam teybe alınmıştır. matbuat umum müdürlüğü'nden getirilmesini rica etmiştim, "istanbul-ankara olayları davası"nda sonra da istidayla müracaat ettim. 12 temmuz 1961'de.
    beyanatım, örfi irade komutanlığı'nca neşir yasağına tabi tutulmuştur. istanbul-ankara olayları münasebetiyle yüksek dinavımıza, avukatım cemal fersoy tarafından takdim olunan dilekçeye ilişik olarak newyork times'ın bir makalesi sunulmuştur. bu makalede, 2 mayıs tarihinde benim bu hareketler karşısında "tenkil değil, tedbir lazımdır" dediğim de yazılıdır.

    şimdi muhalefete karşı bir hareket yapılacağını bilen veya böyle bir hareketi düşünen bir hükümet adamı, önce meclis'te hadiselerden bir ay evvel, onun liderine teşekkür edip, gazeteciler önünde muhalefeti gayet açık bir şekilde vatanperverlikle tavsif ve 50'den fazla gazetecinin onunla görüşmesini temin edersiniz. çünkü gazetecilere ankara'ya gitmek imkanını da biz sağladık.
    nato nazırlar konseyi ayın, yani mayısın 5'ine kadar sürdü ve ben tabiatıyla istanbul'da kaldım. ve ne 2 mayıs, ne 3 mayıs, ne de 5 mayıs grup toplantısına iştirak ettim. nazırlarla, ankara'ya geldim, onlar izmir ve bursa'yı ziyaret ettiler ve o sabah istanbul'dan hareket ettiler. bütün konferans esnasında misafir nazırlara muhalefetten fena bir şekilde bahsetmedim ve çekiştirmedim. aleni nutkumda öyledir.
    bunun içindir ki, bana bilahare yazdıkları mektuplarında belçika hariciye nazırı (herter) nato genel sekreteri (spaak) maruz kaldığım, zor durumda gösterdiğim asilane hareketten bahsetmişlerdir. ve yine spaak, 27 mayıs'tan sonra hariciye nazırımıza şifahen ve takriren "zorlu'nun yeri nato içinde münhaldir" demiştir. bunu avukatım, istanbul olayları münasebetiyle yüksek divanımıza arz etti.
    ben, nato heyetinin hareketinden beş gün sonra mayısın 14'ünde, paris'e yine nazırlar toplantısına, zirve toplantısı münasebetiyle yapılan istişareye iştirak için gittim ve 20 mayısta döndüm. nehru'yu karşılamak için. 24 mayısta da başvekille birlikte yunanistan'a iadei ziyarete gidecektik. 8 haziranda da reisicumhur, başvekil ve ben resmi davet üzerine paris'e gidecektik.
    harbiye talebesinin yaptığı nümayiş üzerine şimdiki hariciye vekili selim sarper'i atina'ya, başvekilin bir mesajıyla göndererek, seyahatten vazgeçildiğini ve seçimlere gidileceğini 22 veya 23 mayısta bildirdik. fakat paris seyahati iptal edilmiş değildi. ve 24 mayısta, kararlaşmış olduğu gibi türkiye hakkında bir röportaj yapıp, fransa reisicumhurunun yapacağı seyahatin zeminini hazırlamak için fransa hükümetinin teşvikiyle gönderilmiş olan gazeteciler ankara'ya gelmişlerdi.
    muhterem hakimlerim, görüyorsunuz ya bir dikta yapmak için pek fazla şahit vardı ve herhalde dışişleri bakanlığı bu istikamette çalışmıyordu. zaten ben her gün en ileri demokrasilerin devlet adamlarıyla yüz yüze, karşı karşıya gelecek olan ben, bunu nasıl tasvip edebilirdim.
    ne kadar mütevazı olursa olsun, benim de uzun zamandır dış alemle temas ederken tebellür etmiş bir şahsiyetim var. newyork times'ın 2 mayıs 1960 tarihli istanbul olayları dosyasındaki makalesi meydanda. 1955'te bandung konferansı'nda demokrasi dünyası lehindeki hareketlerim üzerine bütün dünya matbuatında çıkan yazılarda bir demokrasi cephesi müdafii olarak yer almış bulunuyorum. benim için elbette ki bir diktayı müdafaaya imkan yoktur.

    sayın başsavcı bir de talebelerin dövizi hakkında hariciye'den, maarif vekilinin emriyle çekilen kriptodan, yani şifre telgraftan bahsettiler. bu, benim malumatım dışında olmuştur. çünkü bizim kriptomuzu başka vekaletler de kullanabilir. fakat ben, maslahatgüzarımızın şifahi müracaatından, o zaman ankara'da bulunan bonn büyükelçisi settar iksel vasıtasıyla öğrendim ve derhal başvekile müracaat ettim ve emri geri aldırttım ve settar iksel'e ihtiyaten böyle bir telgraf çek, diyen de benim, öyle bile olmasa, bir büyükelçinin sözünü dinleyen bir vekil veya hükümet herhalde diktaya gitmekle itham edilemez. ama sözümün doğruluğu bülent nuri esen'in ifadesi tetkik edilirse ve telgrafın tarihine bakılırsa, anlaşılır.
    iddia makamı bir de hariciye vekaleti'nden hadiseler hakkında çekilen telgraflardan bahsediyor. bu telgrafları ben dosyalarda bulamadım. kendisi de bunları telhisen ve tefsir yoluyla anlattı. bunların bir delil olarak kullanılmasına elbette ki imkan yok.
    başsavcının mütalaanamesine göre, "türk elçiliklere talimat göndererek bu olayların az sayıda gençler tarafından ilgi gösterilerek memleketin ekseriyetinin vatandaş tabakalarının alakasızlığını hakikat hilafına telkin etmek suretiyle dünya efkarını aldatmaya teşebbüs ettiği makamımız tarafından hariciye vekaleti'nde şifreler üzerinde yaptırılan tetkikat ve teşebbüsle anlaşılmış bulunmaktadır."
    bu iddiaya göre, bu telgraflarda hadise küçük gösterilmeye, küçültülmeye çalışılmaktadır. bu telgrafların çekildiğinden benim haberim yok. bunlar, bir suç delili de olamaz. çünkü bir kere 7468 numaralı kanunla alakası olmadığı gibi, ben 27 nisan 1960'tan 30 nisan 1960'a kadar yurtdışında ve 5 mayısa kadar da istanbul'da olduğuma göre, beni bu tarihler arasında bilvasıta bile ilzam edemez. diğer taraftan küçültülen bir hadise için büyük tedbir alınamaz. büyük tedbir almak isteyen bir kimse, hadiseleri de büyltür ve komünistleri mesul göstermez.
    kaldı ki, yukarıda da arz ettiğim gibi bu telgraflar ne soruşturmada ortaya çıkarılmıştır ne de mütalaanın serd ve kıraatinden sonra dosyaya konuşmuşlardı. zaten esası bakımından hiçbir suça delil olamayacak olan bu iddia ve vesikaların takdirini yüksek divanımıza bırakıyorum.
    şimdi müsaadenizle tekrar 7468 numaralı salahiyet kanunu'na avdet edeceğim. bütün bu olaylar arasında elbette ki tahkikat komisyonu'nun ve salahiyet kanunu'nun uyandırdığı suriş herkes gibi beni de üzdü. ve bu havadan, bu iklimden çıkmak lazım geldiğini düşündüm. zaten tahkikat komisyonu'ndan evvelki iç politika olayları muhalefetin, mütemadi tarizleri de bende, seçime gidilmesi lazım geldiği fikrini uyandırmıştı. ben krizin halli için seçimden başka çare görmüyordum. çünkü dava, bir muhalefet-iktidar davası idi. yukarıda da arz ettiğim gibi hürriyet gazetesi bunu, arif özgen'in hatıralarını neşrederken yazdı. bu arzumda çok samimi idim ve bunu daima savundum.
    seçime gitmek arzusunu ispat eden delillerin kuvveti karşısında iddia makamı bir samimi seçim teorisi çıkardı. ama 1950'den beri seçimler hep samimi olmuştur. adliye'nin, hakimlerin murakabesi altında cereyan etmiştir ve içeri de, dışarıda da bu seçimler samimi kabul olunmuştur.
    bu hususta yani seçim hususunda en son delil turhan feyzioğlu'nun 25 mayısta seçim kanunu'nun öne alınması hususundaki teklifine, hükümetin verdiği cevaptır. bu cevabı müştereken izzet akçal'la birlikte hazırladığımızda, bir kere daha akçal müdafii bayan kutman'ın müdafaasında bahsolunmuştur.

    kararnamede "niye istifa etmediler?" diye soruluyor. 7 nisan 1960 tarihinde parti grubunda dış politikanın temmuz 1960'a kadar olan projeksiyonunu arz etmiştim. italya'yla bütün turizm davamızı halledebilecek bir istikraz kuvvei karibeye gelmiş, müşterek pazar müzakereleri en mühim noktaya gelmiş, ikinci demir-çelik fabrikası anlaşması imzalanmak üzere bulunuyordu.
    atina ziyaretiyle, kıbrıs meselesi sona erecekti. her gün kıbrıs'lı rumlar ile ingilizler arasında arabuluculuk yapıyor, anlaşmayı gerçekleştiriyorduk. bir yandan da kıbrıs'a gidecek alay, hazırlanıyordu. ne garip bir tesadüf ki, kıbrıs türklerine kumanda edecek kimseyi seçmek için bana gönderilmiş olan alparslan türkeş'i inkılaptan pek az evvel kabul etmiştim. reisicumhurun paris seyahatini müsmir kılmak için de evvelden beri yapılmasını temine çalıştığım ve doğuyu kalkındırmak için elzem olan keban barajı'nın finansmanını temin için fransız büyükelçisiyle o hafta görüşmeler yapıyordum. zaten böyle bir protokolü de temin etmiştim.
    bu kadar hayırlı işlerle meşgul olurken, iç politikanın üstüne daha fazla eğilmemiş olmam belki bir ihmal olabilir ama, suç herhalde olmaz. kaldı ki, ben bir hariciye vekili olarak bu sahanın dışında idim ve bu sahada inisiyatif olarak mevkide, faaliyet gösterecek mevkide değildim. bununla beraber istifadan daha mühim bir karar alınmasına bütün gücümle çalıştım, o da seçime gidilmesi. çünkü bu, iç polikanın dışa aksi bakımından, yani dış alem muvacehesinde son olaylarla sarsılmış iç istikrara düzen vermesi ve memlekete, devlete demokratik nizam içinde müstakar bir manzara vermesi bakımından yegane hal çaresi idi ve ancak bu yoldan işler düzene girebilirdi. iktidarı kazansak da, kaybetsek de çünkü muhalefetin yartmaya çalıştığı ve muvaffak olduğu iklim, iktidar partisinin acz içinde olduğu, umumi efkarda gözden düştüğü idi. kaine değişmesi bunu teyit edecek ve hiçbir şeyi halletmeyecekti.
    bununla beraber 25 mayıs günkü grup toplantısından sonra benim de istifayı düşündüğümü süleyman çağlar soruşturma esnasında yüksek huzurunuzda söyledi. ama işlerim o kadar kesif ve memleket için mühimdi ki, herhangi bir komplo veya tertiple meşgul olmaya imkanım yoktu. zaten ben 21 mayısta yapılan kabine toplantısına da geç gitmiştim. çünkü nehru'yu uğurluyorduk. ve ben gelmeden evvel şemir ergin'in, tevfik ileri'yle yaptığı konuşmayı da duymamıştım. bunu, istanbul hadiseleri münasebetiyle de söyledim.
    kaldı ki, tertip yaptıklarını söyleyenler ne yaptılar, hiç. ben, hiç olmazsa işlerimle hummalı bir şekilde meşgul olarak her şeyi istikbale doğru hazır vaziyette bıraktım. işte kıbrıs'a giren alay, işte demir-çelik fabrikası, müşterek pazar ve nato müttefiklerimizin türkiye'ye iktisadi yardımı muntazam ve devamlı takiplerim sayesinde müspet sahada idi.
    bilhassa başvekilin 25 mayısta turhan feyzioğlu'nun teklifi karşısında izzet akçal'la birlikte hazırladığımız cevabı hatta takviye eder şekilde kabul etmesi karşısında memnun olmuştum. tahkikat komisyonu da bitmişti.
    beni sıkıştıran işlerime dönmeye mecbur oldum. dedikoduları dinlemeye veya bunları takip etmeye vaktim yoktu. nasıl olsun ki bütün 25'i 26 mayısa bağlayan geceyi sabahın 2.30'una kadar sovyet rusya'ya vereceğimiz notayı hazırlamakla geçirdim. ertesi günü de üç sefer kabul ettim. işler devam ediyordu. devlet sade dedikodu ve menfi hareketlerle payidar olmaz. müspet iş ve işler ister. devamlı dikkat ve teyakkuz ister.

    muhterem başkanım, elli yaşını geçtim, yirmi dokuz senedir durmadan devletime hizmet ediyorum. 27 mayıs'a kadar büyük şansım oldu. devlet için giriştiğim her işte allah beni muvaffak etti. arkamda bir tek muvaffakiyetsizlik bırakmıyorum. türkiye'yi her yerde senelerce onun şanlı mazisine layık bir şekilde temsil ettim. menfaatlerini korudum. bir türk için en büyük mükafat, bence ana memleketine faydalı olmak, hizmet etmek imkanını bahşetmektir. bana bu imkanı sağlayan milletime ebediyen minnettarım. kararınızı bilmiyorum. hangi yolu seçerseniz, o yolu şahsen her türlü kin ve hırstan azade olarak kat etmeye amadeyim. herhalde cenabı hakk'ın huzuruna vicdanen müsterih, atılan bütün iftira ve çamurlara rağmen temiz olarak çıkacağım. sizlerden adalet bekliyorum. derin saygılarımla.
    fatin rüştü zorlu
    11.8.1961
    (pul ve imza)"

    ---

    müdafaa özeti:
    "1- ileri sürülen ve suç olduğu iddia edilen vakılarda suçlu değilim ve böyle bir duygum ve kompleksim olmadı.
    2- menfaatim mevzubahis olamaz. büyükelçi iken üç misli daha fazla maaş alıyordum ve demokrat parti iktidara geldiği zaman, zaten sefirdim. istimlak dolayısıyla da zarara uğradık; 12 dükkan, 2 arsamız kesildi.
    3- suçluluk duygusu ve menfaat kaygısında olsa idim, seçim istemezdim. 1957'de 35 muhalif varken, seçimden sonra 180 oldu. benim erken seçim istediğim, arif özgen'in hürriyet gazetesinde çıkan hatıralarında ayrı ayrı iki tarihte yazıldı. 25 mayısta da turhan feyzioğlu'na hükümet namına seçimin yapılacağına dair olan cevabı izzet akçal'la beraber hazırladık.
    4- dış politikayı demokrasiler istikametine sevk ediyordum (müşterek pazar'a girme). macera dışı ve sulh yoluna sevk ediyorum (kıbrıs antlaşması; herter'in mektubu; 2 mayıs newyork times'ın makalesi). dış politikayı, iç politikaya karıştırmıyorum. hayrettin erkmen'in notları; inönü'ye teşekkür ediyorum (26 mayıs 1960 meclis). küçük'e, inönü'yle de temas etmesini tavsiye ediyorum (grup zabıtları, 1960)
    5- 7 nisanda, 27 nisanda tahran'a gidileceğini söylüyorum. 18 nisan, 21 nisan; 27 nisandan 30 nisana kadar yurtdışındayım. 30 nisandan 5 mayısa kadar istanbul'dayım, hükümetle temasım yok, nato müzakereleri var. bütün bu tarihlerde grup müzakerelerine iştirak etmiyorum, salahiyet kanunu'nun ne grupta ne de meclis'te kabulüne oy vermiyorum (ek hürriyet gazetesi, arif özgen'in hatıratı)
    6- 1 mayısta ecnebi gazetecilerle istanbul'da toplantı. tenkil değil, tedbir lazım (istanbul olayları dosyası, newyork times'ın tercümesi). s. inönü'yü ve muhalefeti vatanperverlikle tavsif ediyorum. ecnebi gazetelerin s. inönü'yle konuşabileceklerini söylüyorum ve bunun için onlara vasıta temin ettiriyorum.
    7- 27 nisanda tahran seyahati, 30 nisandan 7 mayısa kadar nato'nun istanbul'da toplanması, 150 ecnebi gazetecinin gelmesi. 24 mayısta başvekille yunanistan'a resmi ziyaret, 8 haziranda reisicumhur ile başvekilin beraber paris'e ziyareti. bütün bu olaylar muvacehesinde bu aylarda bir dikta veya muhalefeti ezme teşebbüsüne girişilmesinin imkansızlığı.
    8- telgraflar suç delili olamaz. bir kere asılları meydanda yok. bunları ben çektirmedim. sonra hadiseleri başsavcının söylediğine göre küçültüyorlar. o halde küçük hadiseler karşısında, büyük tedbirler alınamaz. talebe dövizlerinin durdurulmamasına ise ben çalıştım, bu lehime delildir.
    9- ben hariciye vekiliyim. iç politika hakkında ne grupta, ne de büyük millet meclisi'nde bir tek konuşmam yoktur. mesela maarif vekili gibi şu profesörü müdafaa ettim, üniversite hakkında şu güzel konuşmayı yaptım veya adliye vekili gibi 39'uncu maddiye değiştireceğim dedim, diyemem. çünkü benim mevzum değildir. ben sade hiçbir gazete aleyhime dava için muvafakatname talebini kabul etmedim (81 no'lu dosya).
    10- istifayı bile düşündüğümü süleyman çağlar (kastamonu) ifadesinde söyledi. ama ben asıl tedbiri seçimde buluyordum ve bunu musirrane takip ediyordum. devletin müstakar bir vaziyet arz etmesi lazımdır. ya biz, ya halk partisi seçimden kuvvetlenerek çıkmalı idik. yeni yardımlar ve planlar için bu lazımdı. koordinasyon heyeti olarak seçim üzerinde durmamızın bir sebebi de bu idi.
    derin hürmetlerimle.
    fatin rüştü zorlu
    (pul ve imza)"

    kaynak: hulûsi turgut, yassıada'da yaptırılmayan savunmalar - menderes, zorlu ve polatkan'ın kendi el yazılarından savunmaları (doğan kitap, 4. baskı, syf 137-179, isbn: 978-975-293-586-0)

    tarafımdan kitaptan bakılarak aktarılmış, yazarın yaptığı düzeltme ve açıklamalar herhangi bir telif hakkına müdahale olmaması açısından çıkarılmıştır. olabildiğince hatasız girmeye çalışmış ve tekrar kontrol etmiş olmama rağmen yazım hataları olabilir. bunun için özür dilerim. bildirirseniz düzeltmekten memnun olurum.

    ayrıca "...mahkemeye sunulmuş savunma, ilgili belgeler kamuoyuna açık ve mahkeme dosyasının bir parçası olduğundan..." tamamının aktarılmasında herhangi bir sakınca görülmemiştir. umarım öyledir.
62 entry daha
hesabın var mı? giriş yap