3 entry daha
  • malinowski’nin, ilkellerin hukuk ve inanç sistematiğini incelediği bu yapıtında, üç temel başlık esas alınmıştır:

    ilkel toplumlarda suç ve töre

    bu ilk başlıkta, melanezya bölgesindeki yasal olgular incelenmektedir. malinowski, ilkel yasal buyrukların uyguladığı baskının doğasını gösterirken, ilkel yasanın temel görevini, “…kimi doğal eğilimleri dizginlemek” ; yasanın işlevini ise, “…ortak bir amaç içinde karşılıklı özveriye dayalı bir işbirliğini güvence altına almak.” olarak değerlendirmektedir. diğer antropologların yasamayı “hükümet” ve “merkezi otorite” yani komünizm sorununa bağlamalarına tepki olarak, ilkellerdeki suç ve ceza anlayışını, toplumsal düzenlemeleri, “her şey karşılıklıdır” ilkesine dayalı hizmet alışverişine bağlamaktadır.

    malinowski burada, sadece törelerin salt bir hukuk sözcüsü olarak kabul edilemeyeceğini belirtiyor: “ortak yaşamın düzenini yerleştirmede, yalnız geleneksel ceza çoğu zaman etkili olabilir. bununla birlikte törenin gücü ya da geleneğin saygısı, arzuların uyarısına, açgözlülüğe, bencilce tepkilere karşı çıkmaya yetmeyebilir.”

    bu noktada malinowski, uygar insanlarda körelmeye yüz tutmuş olan bazı özelliklerin ilkellerde varolduğuna dikkat çekiyor. onları ortak düzenin işleyişini aksatmaya yönelik suçlardan alıkoyan, kendi övüngenlikleri, kendi kedilerini memnun edecek şeyler, kendi gözlerinde ve başkalarının gözlerinde kendilerini yükseltmeye elverişli şeyler gibi diğer kişisel tatmin yöntemleri oluyor. çünkü melanezyalı bir ilkel, toplumsal dirliğin sürdürülme bağlamında, kendi üzerine düşen görev bilincinin farkındalığını yaşarken, göstereceği saygı ve uyum karşısında itibar sahibi olabileceğinin de huzurunu hisseder. dolayısıyla bu bağlamda yasal buyrukların yaptırım gücünü, bencillik, övüngenlik ve tutku gibi eğilimlerin sonucu olan “karşılıklı görev zinciri” anlayışını göz ardı ederek sadece töreye bağlamak zayıf kalıyor.

    ilkel psikolojide mit

    bu ikinci başlıkta; malinowski, ilkel psikolojideki mitin, her şeyden önce kültürel bir güç olduğunu vurgulamaktadır. malinowski, ilkel toplum bağlamında miti şu şekilde değerlendiriyor: “…mit, vahşi bir topluluk içinde var olduğu biçimiyle, yani ilkel biçimiyle yalnızca anlatılacak bir öykü değil, aynı zamanda bir gerçekliktir. modern romanlarda anlatılan türden basit bir kurgu değil, yaşanan bir gerçekliktir, çünkü mitin altında yatan olayların uzak bir geçmişte ortaya çıktığına, dünyanın ve insanın yazgısı üzerinde etkisini sürdürdüğüne inanılır. tıpkı bizim kutsal öykülerimiz gibi, ilkelleri mitleri de onların ayinlerinde, ahlaklarında yaşayagelir, inançlarına egemen olur.”

    malinowski, ilkel insanın bu öykülere duyduğu ilginin, anlatıcının anlatma tarzından da ileri geldiğini vurgulamaktadır. her öykü, topluluğun bir üyesine aittir ve onu sadece öykünün asıl sahibi anlatabilir. iyi bir anlatıcı, bir diyalog boyunca sesini değiştirebilmelidir, belli ölçüde şarkı söyleyebilmelidir, jest ve mimiklerini kullanabilmelidir yani dinleyicinin önünde oyununu oynamasını bilmelidir.

    yazar, ayrıca modern bilimin, mitin kökeniyle ilgili ileri sürdüğü bir takım önermeleri, ilkel toplumun bakış açısıyla yorumluyor. sözü edilen mitlerin olgularını “açıklama” ve “anlaşılır kılma” isteğinden uzak olarak, soyut bir kavramı açıklamaya ya da onu anlaşılır kılmaya yönelik oluşturulmadığına dikkat çekiyor. ilkel bir toplum için bu anlatıların, kültürü bütünleyen parçalar olarak görüldüğünü belirtiyor. ritlerin ve törelerin kökenine ilişkin mitlerin, onları açıklama amacından değil, her durumda ideal oluşturma ve onun sürekliliğini güvence altına alma duygusundan ileri geldiğini vurguluyor. bir ilkel insan topluluğunun folklorunu oluşturan öykülerin, kabile yaşamının kültürel bağlamından ayrılmayacağını ve salt anlatılar olacakları yerde, bu yaşamdan çıktıklarını belirten malinowski, mitlerin geleneği daha güçlü ve saygın kıldığının da altını çiziyor.

    güney denizlerinde ruh avcılığı

    bu üçüncü başlıkta, malinowski, trobriand adalarının oburaku köyü’ne yaptığı birkaç aylık ziyaretinde tanık olduğu dini büyüsel ritüellerden bahsetmektedir. malinowski, köyün medyumu olan tomwaya lakwabulo’dan ruhların dünyasına yaptığı yolculuğa ilişkin bilgiler ediniyor. yerliler öldükten sonra ruhlarının tuma adası’na yani ruhların dünyasına, diğer bir deyişle öteki dünyaya göç ettiklerine inanıyorlar. tomwaya ise onların öteki dünya ile iletişim kurmalarını, ölü ruhlardan haber almalarını sağlayan bir medyum. yerlilerin inancına göre, tuma’ya giden ruhlar, kimi durumlarda, kolayca ve doğal olarak bu ruhlar dünyasını terk eder, yeryüzüne gelir, köyleri ziyaret eder, akrabalarının ve dostlarının arasına karışır, bayramlarda yer alır, ödüller dağıtır ya da ruhsal mizaçlarına ve yaşayanların layık olduklarına göre cezalar verir.

    eserde belirtildiği üzere, tomwaya ise, kabilede onlarla iletişim kurabilen doğaüstü güçlere sahip olan tek kişi. tuma’ya giderken onlara hediyeler, kıymetli eşyalar ve akrabalarından haberler götürüyor. malinowski, onunla yaptığı sohbetler esnasından birkaç açığını yakalamış olsa da, asla onun bir sahtekâr olduğunu ima edecek bir cümle sarf etmiyor. tomwaya’nın ruhlar dünyasına gidişi ise tam bir trans halinde gerçekleşiyor. malinowski, bir trans sırasında kulübesine girip, onunla konuşmaya çalışıyor ancak tomwaya istifini bozmuyor. kendisinin de, en az kabilenin diğer üyeleri kadar yaptığı işin ciddiyetini en yüksek derecede benimseyip kabullenmiş durumda olduğu anlaşılıyor.

    malinowski bu bölümde, şahit olduğu bir ölü gömme ayinini de anlatıyor. ölünün ardından yakılan ağıt, köyden köye yayılıyor ve herkes toplanıyor. malinowski’ye göre bu durum, ölüm karşısında insan dayanışmasının bir anlatımını temsil ediyor. töreye göre ölünün tüm yakınları ölüyü okşuyor, avutuyor, ona sesleniyor, övgü yağdırıyor ve yerinden oynatıyor. ölünün üzeri, bir yığın kolyelerle, kemerlerle, bileziklerle, parlatılmış kesici taşlarla kaplanıyor. tüm bu nesneler, ölüyü avutmak, onun ruhunu alıkoymak için her zaman getiriliyor. ayrıca tüm bunların üzerine yığılmasıyla, öbür dünyaya kendine layık bir giriş yapacağı da düşünülüyor.

    akşam olduğunda tüm köylüler ve civardaki diğer topluluklar ölüyü beklemek için meydanda yakılan ateşin etrafına toplanıyorlar. ölü, köyü ortasına kazılan iki metre derinliğindeki bir çukura yerleştiriliyor. karısı ve yakınları ise ona sabaha kadar, medyumun tuma’dan getirdiği şarkılar eşliğinde ağıt yakıyorlar. çünkü tomwaya’nın tuma’daki ruhlardan öğrendiğini söylediği bu şarkıları, ölen ruhun istediğini düşünüyorlar.

    malinowski’nin deyimine göre; yerliler arasında, hemen ölümden sonra, ölünün ruhunun medyum aracılığıyla yaşayanlarla iletişim kurmaya çalıştığı ve kâhinin yardımıyla yaşama geri dönebildiği inancı vardır. nitekim ölen ruh, tomwaya aracılığıyla yaşayanlarla iletişim kuruyor. medyum tam bir trans haline geçiyor ve ölünün sesiyle öteki dünyaya ait olduğunu söylediği bir dille bir takım cümleler mırıldanıyor. medyum bir hafta sonra girmiş olduğu trans halinden yavaş yavaş uyanıyor.

    elbette ki, yapılan ayinler ne kadar mantık dışı ve açıklanamaz nitelikte olsa da, bu ilkel toplumun genel kabul ve inançlarını barındırıyor. malinowski tüm bunları aktarırken, eserin sonunda, ilkellerdeki “karşılıklı olma” ve “mitin yaşanan bir gerçeklik olma” savına uygun olarak, tomwaya hakkında bir gerçeğe de dikkat çekiyor:

    “tomwaya’nın bizim seçkin ispritizmacılardan daha dalavereci olmadığı açıktı. ve her şeyden önce, toplumun acil olarak neye gereksinimi varsa, onu veriyordu. görevi, başarıları ve esinleri biraz insanı düş kırıklığına uğratsa da, karşı konulmaz bir gereksinime yanıt veriyordu. her bireyde var olan ve tutkulu bir arzudan, bir umuttan doğan inancı güçlendirmekten başka bir şey yapmıyordu. kendisinden ne istenirse onu veriyor ve buna karşılık, neye gereksinimi varsa, onu alıyordu. o görevini ve erkini ruhların dünyası üzerine kurmuştu ama bu, ölülerin değil, yaşayanların ruhlar dünyasıydı.”
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap