• hayal kırıklıklarımın sms tercümesi

    “bi atarim olsa canım hiç sıkılmaz” günleriyle başladı hayattan her gün yeni bir şey isteme alışkanlığım sonra ardı arkası kesilmedi. 6 yaşımdan beri her gün “artık şöyle bi adam olacam lan dedim”.

    ilkokul iki ye gidiyordum, mahalledeki orta okula giden arkadaşım “biz okulda dergi hazırlıyoruz” dedi. o akşam eve gidince düşündüm bende hazırlayabilirdim, onlarınki 20 sayfa olurdu benimkide 5 ne olacak olsun amına koyim. gece saat 11 de annem yatmam için baskı yaptığı sırada dergi yapıcağımı söyledim ona. evde ufak çapta bir araştırma yaptım boş dosya kağıdı aradım yoktu. babamın marangoz akrabasının yaptığı açık kahve renginde, pas parlak kütüphaneye gidip 5 tane temel britanica kaptım elime gittim oturdum masaya. mayıs ayı olduğundan dolayı sobayı kaldırmıştık ve evin her odasında oturabiliyorduk. babam tv de film izliyor annemde birkaç kez sabah okula gideceğim konusunda bana bir sıra hatırlatma yaptıktan sonra yatmıştı. herşey planladığım gibi gidecekti gece 2 gibi bitirirdim dergiyi verirdim baskıya. kırmızı temel britanicaların en arkasını açıp boş 1 sayfa olduğunu gördüm, bunu hissetmemiştim biliyordum. öğretmen yerli malı haftasında da ödev verince kırtasiyeye gidip dosya kağıdı almaya üşendiğimden dolayı keşfetmiştim ansiklopedinin arkasındaki boş kağıdı benim gibi mal bir öğrenci üşensin, yırtıp ödev yapsın diye koymuşlardı. teker teker kestim bu kağıtları, henüz embesil yaşımı atlatamadığım için maket bıçağı kullanmam yasaktı, makasla kestim, tempo dergisi kadar kaliteli olmasına gerek olmadığından yamuk kestiğim sayfayı fazla önemsemedim, işime konsantreydim, 5 tane boş kağıt kesene kadar yarım saatim gitti ama harıl harıl kesiyordum, dergiye ne yazacağım konusunda zerre fikrim yoktu. hiç bir şey bulamasam evdeki saatli maarif takvimin arkasındaki manileri yazardım. 5 tane kağıt hazırladığım zaman, kaleme ihtiyacım olduğunu anladım, peki ya kurşun kalemle mi yazacaktım, tükenmez kalemle mi? tükenmez kalemle yazmalıydım, dergimi okuyanlar silmesin diye, ortalık ibne kaynıyo abi. ama lanet olsun tükenmez kalem yoktu. annemler ablamla bana ders kitaplarımızı koymamız amaçlı, ufak bir dolap yaptırmıştı, birkaç sene sonra kapağı ayağıma düşüp baş parmağımın eski mahalleden arkadaşım olcay’ ın kafasına benzemesine neden olan bu dolap annemle babamın yatak odasındaydı, sanırım ömür boyu bize ders çalışmamamız için tek sebep o dolabın annemle babamın yatak odasında olmasıydı. ablamın dolabında kesin tükenmez kalem vardı ama annem kesin kalkardı. gittim sessizce açtım dolabın kapağını, karanlıkta elime gelen ilk şey ablamın annemden sakladığı abuk subuk gümüş kol bileklikleriydi, kesin okul servisinden gizlice ayrılıp minibüsle okula gidip servis parasını da bunlara harcıyordu. aradığım tükenmez kalemi bulup tekrar diğer odadaki masama geçtiğimde saat 12 olmuştu bile. 5 adet yamuk ve bomboş dosya kağıdımla karşı karşıyaydım şimdi. derginin adı ne olacaktı ? düşünüyor düşünüyor kafayı yiyordum. en son karakartal’ da karar kıldım. kocaman ve düz olarak kara kartal yazacaktım, birden dergi konsept değiştirdi ve beşiktaş dergisi oldu çıktı. süleyman seba’nın aklında bile yoktu bu proje, dümdüz “karakartal” yazarım altına da bir kartal resmi bitti gitti. dümdüz yazabilmem için çizgi lazımdı, oda yoktu. cetveli alıp kurşun kalemle, çizip sonrada silecektim bitti gitti. derginin adının ilk harfini 2 kere yamuk yumuk yazdığım için 2 sayfam piç olmuştu bile. uykumda iyiden iyiye gelmeye başlıyordu, üçüncü sayfaya kendime göre düzgün, görebilecek olan herkese berbat bir şekilde karakartal’ ı yazdım. şimdi onun altına bir kartal fotoğrafı lazımdı, gittim içerideki posterleri aradım kartal resmi yoktu, en iyisi sarı fırtına metin tekin’ in resmini kesip oraya yapıştırmaktı, metin’in resmini kestiğimde anladım ki sayfa ufak kalacaktı, adamın sadece kafasını kestim hala sayfaya büyük geliyor, en son kafasını üçgen biçimde kesip yapıştırdım oraya, miğdem bulanmaya başlamıştı, kapak sayfamı görünce. 1. sayfaya geçip takım kadrosunu yazdım, altına da sayfa dolsun diye bayrak yaptım, çizdiğim bayrak alt alta dizili apartman önündeki kapı zillerini andırıyordu. 2. sayfada aklıma hiçbir şey gelmediği için, takvimin arkasındaki fıkraları yazmaya başladım, fıkra mani derken daha sayfanın ortasındaydım ve git gide büyüdüğünü hissettim yazdıklarımın. kapakla birlikte 2 buçuk sayfalık dergime şöyle alıcı gözüyle baktığımda saat 1 buçuğa geliyordu. daha fazla kepazeleşmeden bu olaya son vermeliydim, bir saniye içinde tüm dergimi parça parça yırttım ve yatağıma koştum. bu iş bana göre değildi.

    orta 2 den orta 3 e geçtiğim yaz yüzücü olmaya karar verdim, bunu ailemle paylaşınca bir yüzme okuluna yazdırdılar beni, artık yüzme dalında ben vardım, eylül demeden madalyaları çakacaktım, pazartesi sabahı annemle birlikte gittik, sabah 7 de kalktığım için kafamda acaba’lar, yüzümde sinir ve mutsuzlukla ulaştık yüzme okuluna. bir sürü çocuk vardı, aralarında en büyük bendim sanırım, hava inceden esiyordu ve çubuk krakeri andıran bacaklarım üşüyordu, herkes giyindi ve kapalı havuzun bir köşesine geçtik, hocamız geldi, siyah şortlu yakışıklı bir lavuktu. elindeki sopa beni endişelendirmekle birlikte madalyalardan çoktan vazgeçmiştim. hoca hepimizi suya attıktan sonra kenarda tutunmamızı söyledi, teker teker kafamızı suya sokup çıkarmamızı, nefesimizi tutmayı öğütledi, böyle değil madalya çokoprens bile kazanamazdım, yanımdaki çocuğun dişleri o kadar sarıydı ki suda ağzını açarsa alayımız mikrop kapacaktık korkusuyla derse devam ediyorduk. hoca suyun üzerinde duramayan embesillere elindeki sopayı uzatarak yardım ediyordu. iyice köpeğe bağlamıştık. ilk gün bittikten sonra evde otururken, madalyaların bana göre olmadığını düşündüm, televizyonda mustafa sandal’ın onun arabası var klibi vardı.

    bağlama çalanlara olan hayranlığıyla yaşamını idame ettiren babam hep bir müzik aleti çalmamızı istedi. sırasıyla saz, mızıka aldı bana, bende bunların gazıyla heveslendim. çözerim bu işi dedim, sazı, mızıkayı kıvıramamıştım ama belki klarnet, org çalabilirim niye çalamıyım hevesleriyle araştırmalara başladım, elimdeki blok flütten ‘kar a basma iz olur’ şarkısını çalarken. fiyatları pahalı olduğu için bu sevdadan vazgeçtim.

    orta okul bittiği sene ailem okul hayatımın küçük ibo dizisindeki karakterle aynı olduğunu fark edince, bari bir mesleği olsun mantığıyla endüstri meslek lisesine zorladılar beni. ben endüstri meslek lisesiyle düz lise arasındaki farktan habersiz olduğumdan mütevellit pek ses etmedim. aldığım puan la girebildiğim bölümler arasında, babamın araştırmasına göre en iyi bölümün adı kalıp’tı. “ne kalıbı amına koyim” dediğim zaman “ her şeyin kalıbı” dediler. her şeyin kalıbını yapıyormuşsun. babam eliyle işaret ederek mesela şu priz, şu kalorifer peteği falan dedi. yazılmıştık artık okula ve o gün gelip çatmıştı, sabah giyindik okul elbisesini priz yapmaya gidiyordum. gözümün önünde babamın gösterdiği prizin şemali ile tuttum haydarpaşa endüstri meslek lisesi’ nin yolunu. on bin tane öğrenci vardı, koca koca adamlar, sakallı tipler alayı öğrenciydi. 2. gün atölye dersi vardı ve tüm gün sabahın 9 undan aksam 5 e kadar bölüm hocası ayakta tuttu bizi. atölye zemin katta ve simsiyahtı, kesif bir demir kokusu ile birlikte arkasında ‘haydarpaşa kalıp’ yazan önlüklerimizle, 43 tane münir özkul vardı. hoca da herhangi bir uzman çavuş edasıyla emirler yağdırıyordu. yerleri süpürüyor, dolaplarımızı teslim alıyor, asma kilitlerimizi asıyorduk. günün ikinci diliminde yemek sonrası hoca hepimizin teker teker kumpaslarını gösterdi sırasıyla, demir kapkara kumpasla priz yapacaktık, zor olacaktı. hocaya çişim geldi bile diyemiyorduk, dövmesi an meselesiydi. sondan ikinci derse geldiğimizde hepimize kibrit kutusundan biraz daha büyük birer tane demir dağıttı, bu demirin her bir yüzeyini satın alacağımız eğelerle dümdüz yapıp, gönyede bunu görecektik, herhalde o demir 6 sene sonra priz olacaktı. her hafta pazartesi günü annemin yıkadığı, ütülediği önlüğü çekip içe doğru ağlayarak gidiyordum atölye dersine. arkadaşlarım 1. ayın sonunda o demirlerin her yerini dümdüz yapıp, üzerlerine beşer tane delik açmıştı, benim demir sabun gibi eriyordu, gözlerimin önünde onun eriyip bitmesi tarifi imkansız acılar veriyordu bana, 2. ayın onunda hoca artık o demiri düzleştiremediğimi anlayıp, bana diğer arkadaşlarıma 1 ay önce verdiği ikinci demirimi verdi, eskisini de geri aldı, sanırım onu prinçle birlikte suya koyacaktı, birkaç aya kalmaz priz olacaktı. yeni demirim eskisine göre daha yiğit, babacan bir tavrı vardı, dikdörtgen bir tereyağını andırıyordu. onu da köşelerinden eğeleyerek çekiç yapacaktık, ben yeni demirimle mutsuz bir şekilde okuluma gidip geliyordum. okul bir cezaevini andıran kocaman araziye kurulmuş, uçsuz bucaksız bir yerdi. meslek lisesi olmasından dolayı sınıfta 1 tane bile kız yoktu ve bundan dolayı canımız fena halde sıkılıyordu. yan tarafında hastane vardı, tek eğlencemiz bu hastanenin morguna gidip, dünya sikinde olmayan bekçisine “abi içeri girelim mi” demekle başlıyordu. abi "girin bakın girin sizde öleceksiniz nasılsa alışın" dediği an alıyorduk içerde soluğu. amerikan filmlerinden alıştığımız, 42 bin çekmeceli bir oda değildi burası, iki odadan oluşuyordu ve birinci oda kır pidecisi fayanslarıyla dizayn edilmiş bomboş bir odaydı. ikinci oda soğutması olan, kapısı kasapların dolapları gibi demir alaşımlı kapıdandı, ikinci odayı açar açmaz zat-ı muhteremleri sedye üzerinde görmeniz mümkündü. bu eğlence zamanla manyaklaşmamıza sebep oldu içeri girip ölüm sebebi vefat olan şahısların çarşaflarını kaldırıp sıfatlarına bakmaya kadar gitti. en son ölülerden bir hayır olmadığını anlayıp bu gereksiz eğlenceden de vazgeçtik. 1. sınıftaki not ortalamam yüksek olursa level atlayıp ikinci sene teknik lisede hayatıma devam edebileceğimi annem ve babam öğrenmişti, ilk dönem karnemde mevcut olan 6 zayıfı gördüklerinde teknik lise hayalleri suya düşmüştü. annemden yediğim bir miktar dayak benim için sorun değildi. ikinci dönemle birlikte bu okulda okuyamayacağımı, priz falan yapmadığımızı babama söyleyerek bir sonraki sene sınıfta kız olan bir düz liseye kayıt yaptırdım.

    lise hayatım boyunca sinema-televizyon okuma isteği ile kavruldum durdum, okumalıydım, o sektörde ben olmalıydım, neden olmasın dı. lise sona yaklaştığım zaman dershanedeki deneme sınavlarında aldığım sonuçlarla sinemaya bile gidemeyeceğimin azar azar farkına varmaya başlamıştım. ama dershanedeki hocaların demesine göre gerçek sınavda daha yüksek puan alacaktık, dershane sınavları daha zordu. öss kolaydı. zaten dershaneye de bunu duyduktan sonra pek uğramadım, ne işim vardı abi zormuş dershane, hoca kendi dedi, kendimi zorlamaya bence hiç gerekte yoktu. sınav sonuçları açıklandığı gün ak göt kara göt belli olacaktı. internetten sabah sınav sonucuma baktığım zaman değil sinema televizyon açıköğretim fakültesine bile çok açık olursa anca giriyordum. sinema televizyon yalan olmuştu. seneye daha çok çalışacağımın sözünü anneme vererek yaz boyu bira nın piçi olmuştum. gel zaman git zaman 3 sene boyunca girdim durdum o sınava, her sene bi önceki seneden daha çok para verdik daha az puan aldım. 3. senenin sonunda ek kontenjan diye bir şey olduğunu öğrendim ve puanımın tek yettiği yer olan konya selçuk üniversitesi turizm otelcilik bölümüne yerleştirildim.

    üniversite hayatım boyunca iki yıllık bir bölüm okuduğumdan dolayı iki yılı bir an evvel bitirip 4 yıllığa geçiş yapmak istedim, 28 yaşındayım iki yıllık bitmedi henüz. oda arkadaşım ingiliz dili ve edebiyatı öğrencisiydi ve defalarca onunla 3 yıl aynı odayı paylaşarak ingilizce’ yi leblebi gibi öğrenmeye karar verdim, şu an ki ingilizcem beerport’ u geçmedi. üniversitedeki 4. yılımın sonunda artık devam zorunluluğumun olmadığına kanaat getirip, sınavlara gider gelirim zekasıyla istanbul’a dönüş yapıp işe başladım. turizm acentesinde işe başlarken yaz ayını geçirdikten sonra reklam sektöründe kendime iş bulup bu sektörde ilerlemenin idealiyle didindim durdum, şu an ilk başladığım şirkette 4 yıllık çalışanım..

    yaşamak dışında hiçbir özelliğimin olmadığı bu dünya’ da şu sıralar tutkaldan on iki dev adam yapma projem üzerinde çalışıyorum. du bakali ne olacak.
hesabın var mı? giriş yap