27 entry daha
  • daha küçücükken akla düşen merak, kalbe bulaşan aşk, ruha yazılan ve her daim yabancı hissettiren cepteki tahtadan oyulmuş hazinedir.yıldızlı gece, deniz, çantamdaki robinson crusoe ve çocukluğumdur.

    87’nin yazıydı, kapağı güzel diye beğendiğim ve bana alınmış robinson crusoe kitabımdan hiç sıkılmamış, okumayı öğrendiğim 5-6 yıl’da onlarca kez okumama rağmen, pendik burnundaki okulun bahçesinden tersaneleri ve demirdeki yüzen demir yığınlarını seyredip, kum havuzunda kumdan ıssız ada’mı yapıp kibrit çöpleriyle palmiyeler diktiğim.

    ağabey’den yadigar lacivert pinokyo bisikletle bir faytonun escortluğunda çetemle birlikte temenya plajına kaçıp bmx’li zengin piçlerine gözleri kısıp kötü kötü bakarken o yaz, ve yine çoğunlukla yığılı pazar tezgahlarının olduğu arsada plastik topun peşine koşmak yada zorlu müsabakalarda misket sayısını artırmak yerine odamda ağabey’in pikap’ında ( yeniler turntable diyor ya, pikap onun adı, 33’lük, 45’lik çalan) ona çaktırmadan kıymetli beatles plaklarını dinleyip, robinson ve cuma ile yarenlik edip, mccartney’in sesiyle hey jude söylerken dedi annem , komutan dayı sefere götürmek istiyor seni bir kaç günlüğüne ister misin diye..

    korkuyla karışık bi sevinçti zira gemiler uzaktan dev gibi görünen demir canavarlardı su üstünde nasıl durduklarını bile kavrayamadığım. 3-4 gün kalacaktım, komutan misafiriydim ve her nevi şeyi kurcalamaya hakkım vardı.biliyordum ve sırıtıyordum.

    iskeleden tırmanırken gemiye çubuklu semtinin donanma limanında, bacaklarım titriyordu çokça ..ama o merak var ya o merak, insanın herşeyi sevmesini sağlayan, bitince de tavanarasına kaldıran, işte o merak koştura koştura çıkartıyordu lumbarağzına, kolundaki kırmızı kollukta nöbetçi birşey yazan apoleti sarı şerit yıldızlı adam dayıma çivi gibi bir selam çakıp dikkat diye bağırırken.

    domatesli ve beyaz peynirli hoşgeldin tost’unun üzerine en gürültülü yerden başlayalım gezmeye, en son köprüüstüne çıkarız dedi ev sahibi dayı, makine dairesi denen dayanılmaz gürültülü ve sıcak ve pis ve nefes alınmaz iğrenç mahale girerayak.. birşeyler anlatıyordu kulağıma ama duymayı reddediyordum nefes alamazken ve kulaklarım kaldıramazken o saçmasapan gürültüyü ama ki muhtemelen o an ağını ören kaderin hiç ama hiç farkına varmadan...

    kader öyle güçlü bir örümcekmiş ki, kungfucu gibi çakıyor hamleleri , bir sağdan bir soldan sen çok sonradan çaksan da köfteyi, lak diye örüyor ağını ki, insanın aptalı denizci, denizcinin aptalı çarkçı olurmuş derler, ha o gemide de o çarkçıların başı izne çıkmışmış, çarkçıbaşı kamarası da geminin şaşkın misafirine hazırlanmışmış.. çıkarırken çantamdan pijamamı hırkamı terliklerimi ve robinson crusoe’mu, öğrendim dayımdan istirahat etmem gerektiğini geminin kalkış manevrasını görmek istiyorsam şayet geceyarısı.

    gemi kamaralarında yataklar boydan boya perdeyle kaplıdır, örtsen de lumbuzun perdesini, sallantıdan ışık sızar içeri, vardiya saatlerin aykırıysa normal insan evladının uyku vakitlerine, geceymiş yapmak için günü uyumak gerektiğinde, kapatırsın yatağın perdesini boylu boyunca, -eğer büyümüş ve kabullenmişsen o yatakta, uykudan önce son bir sigara yakarsın gittiğin gün en çok üzüleni özlersin, kafandaki takvime bir çizik atıp sayaçtan düşüp uykuya dalarsın- ha yok ilk defa bindiğin geminin ilk günkü misafiri ve çocuksan hayran hayran alabandalara bakıp o gemiyle ıssız ada’na düşmeyi istersin.

    23:30 sularında alesta çekince dayımın postası (manevraya hazır ol deyince komutan’ın emir eri) hemen o gün hediye edilmiş uçuk yeşil işbaşı gocuğunu üstüme hemen çekip, heyecanlı ve hızlı adımlarla köprüüstüne tırnandım içerdeki tüm yüzler bana gülümseyerek hoşgeldin deyip başımı okşarlarken.bir sürü ışıklı garip aletin başında bir sürü adam anlamadığım kelimelerle dayıma birşeyler anlatıyorlardı, dayım da birşey deyince hemen yüksek sesle tekrar edip onun söylediğini anında yaparak. evde sırtına bindiğim adam sanki başka birisiydi yanıma gel dediğinde elim ayağım birbirine dolanıp koşa koşa hareket ettirecek kadar şaşırdığım.

    üstünde olduğumuz demir yığını hareket ediyordu, makine telgrafı çın çın sesler çıkarıyordu o an ben onun adının ve manasının bile ne olduğunu bilmezken , kırlangıç’a götürdü dayım beni, ben yine köprüüstünün yanlarındaki bildiğimiz balkon’a neden kırlangıç dedi ki diye şaşırırken. sonradan hatırlayınca etrafıma ilk baktığım o an’ı anlarım, istanbul boğazında su üstünde vapurlarla teknelerle seyahat etmek kaçıncı sefer yada kaçıncı yaş olursa olsun hep muhteşem ve muhteşem kalacak, adı bile okunmayacak onun yanında manzarası yafa’nın yada singapurun.

    dayım tam yol ileri dedikten ve makine telgrafının başındaki adamın 1 saniye içinde komutu tekrarlamasının üstünden 1 buçuk saat geçmişti pruva kuzeye doğru yol alıp boğazdan çıkıp ta hatta kara iyice görünmez olduğunda.

    öğrendim..herkesin hayatında bir kaç hiç unutulmaz an olduğunu ki ben o an, o an’ın, o an olacağını hiç bilemezken hatta herkesin hayatında bir kaç unutulmaz an olacağına dair dahi hiç bir fikrim yokken, başımı yukarı kaldırıp ta, mutlak sessizlik ve karanlıkta ve mutlak yalnızlıkta, sonradan karar vermiş olduğum gerçekten var olması kuvvetle muhtemel bir tanrının bize sunduğu en güzel görüntüyü ilk kez yakaladığımda, binler ve milyonlarca yıldız sanki pendikte bizim köşedeki bakkal kadar yakındayken.

    yıllar sonra başka bir demir yığınının kıçüstünde baltık denizinin kuzeyinde bir geceyarısı donarken, kazara yakalayıp büyülendiğim kuzey ışıklarına bile o kadar çok aşık olmamıştım o an’a tüm sessizliği ve karanlığı ve yıldızlar altında yalnızlığıyla o kadar çok çok aşık olduğum kadar, küçücük aklımın altyazılarında “ben denizci olacağım ! evet budur!” kocaman puntolarla art arda geçerken.

    lise başlamıştı ve okuldaki o sarışın balerin kıza aşıktım ben mahallenin çocukları kızlara sinemaya gitmeyi teklif ediyorken ve ben evde of mice and men’i birkaçıncı kez okurken o bana yüz vermeyi reddeden sarışın kızı lennie’nin sevgisinden sebep öldürdüğü çftliğin sahibinin karısıyla özdeşleştirirken ve okulun panosuna asılmış denizcilik yüksek okulu tanıtım afişindeki fotoğraftaki gemiyi, beyaz üniformalıları ve “gitme”yi yine hatırlayıp sessizce gülümsediğimde.

    o gürültülü iğrenç mahalden, makine dairesinden öylesine nefret etmiştim ki dayımın gemisine bindiğimde, denizcilik okullarının sahip olduğu yegane 2 bölümden biri olan gemi makineleri bölümünü yazıp, çarkçıbaşı olmayı hiç ama hiç hayal etmiyordum güverte yazıp kaptan olmak dururken ve de elimde ösym’nin bölüm seçme belgesi dururken ta ki dayım, hemen o an telefon edip, çarkçıların aslen gemiyi götüren gizli kahramanlar olduklarını anlatıp ve hatta ileride bir gün dönmek istersem, kara insanlarına kolayca karışabilmek için en uygun seçenek olacağını, kaptanların çoğu ömür boyu denize mahkumken bıksalar dahi, çarkçıların karada da kolayca iş bulabildiklerini söylediğinde.

    evet doğru tahmin, kader ağını örmüşmüş ben o mahalden nefret ettiğimde beni geri çağırmış gel uzunca içimde yaşa hatta içim ol demiş, ben karşı koyamamışım vardiya araları kırlangıçta değil de kıçüstünde kafamı tekrar tekrar yukarı kaldırıp yıldızları seyretme fikrine, okyanus ortasında çarkçı tulumuyla.

    deniz insana çok sevdiği yalnızlığı, -ki zaten çoğunlukla gerçekten yalnızlığın öyle olduğu gibi- tatsız tarafından kabul ettirir. öyle durabilmeyi öğretir, insanların arasında dahi olsa da, aylarca seçemediğin adamlarla birkaç on metrekare içinde aynı havayı soluyorsan ve paylaşmak istemiyorsan. işin kötüsü bir de eşik vardır geçilmesi pek te güzel olmayan o da seçtiğin insanlarla da paylaşamamaya başlamak döndüğünde, kara insanlarının en kalbi ve ruhu güzellerine karışsan da derdini kendinden başka kimseye anlatmamak, kendine zoraki öğrettiğin gibi, hiçbir şey yokmuş gibi yapmak ve dimdik durmak tıpkı fırtınanın gemiyi batırma ihtimali batırmama ihtimalinden çoksa bile kabullenmeyi öğrendiğin üzere, makine dairesinde hiç bir şey düşünmeden ana makineyi çalışır tutmak gibi.

    öyle anlarda her denizci bir diğerini bilir kara insanının asla bilemeyeceği üzere ve susar sadece, uzaktan da olsa his verir sadece, güven hissini, batarsak ta beraber , batmazsak ta diye, ama batırmamak için de, şu an hiç bir şey yokmuş gibi “ben de işimi yapacağımı” hissettirerek.

    döndüğünde sorarlar nasıl gidiyor diye, duruyorum işte dersin, o duruyorum’un içinde çok soyut fiil vardır ama insanlar o fiilleri anlatmayı öğrendikleri yaşlarda sen kendine başka birşeyler öğretmişsindir ve kelime haznen yetmez o duruyorum’un içindeki diğer fiilleri normal insanevlatlarına tarif etmeye.

    bir zaman geçer, inat edersin alışıyor olmaya, tıpkı seferin bitmesini beklemeye mecbur olduğun gibi , alışacağın sürenin de bitmesini beklemeye mecbur olduğuna inandırmaya çalışıp kendini ama işte bitmiyorsa o alışma seferi her okyanus seyrinden uzun olan, bu sefer de gülümsemeye başlarsın “ben herşeyi bırakıp gitmek istiyorum” diyenlere.

    her denizcilik okulu öğrencisinin ilk gün magellan olacağını zannettiği gibi herşeyi bırakıp gitmek isteyenin de , o ana kadar öğrenmediğini öğrenme, görmediğini görme umududur gitmek. ama bir kere uzunca gittin mi, inan ki dönersin dostum, döndüğünde de anlattığın hikayelerin , sen yokken onların biriktirdiklerinkinden daha lezzetli gelmez hiç.. dur-mak güzeldir.
102 entry daha
hesabın var mı? giriş yap