5 entry daha
  • gil scott-heron'ın en dolu albümlerinden biridir.

    bu albümü dinlediğimde zihnim dolaylı olarak the final cut'a gitti. serbest çağrışımın ara sokaklarında dolaşmaktan ziyade bu zihin kaymasının bu iki albüm arasında kıyaslanabilecek, ortak ve kesişen noktalar olduğunu düşünmek istedim açıkçası. iki albümde de politiklik bir kokudan öte vücut bulmuş konseptler şeklinde ortaya çıkıyor. the final cut'ın konsepti genel savaş karşıtlığı olarak nitelenebilir. fakat, bunun ortaya koyulması albümde - bir arkadaşımın daha önce dediği gibi - "çiğ" şekilde oluyor ve the final cut'tan - bence - buram buram samimiyetsizlik ve çiğ bir politiklik akıyor. roger waters'ın egosu ve impulsları kendisinin büyük bir insan olduğunu öne sürerekten böyle bir albümü yapma zorunluluğunu kendisine yüklemiş olabilir ve the final cut zorakî bir albüm olabilir. (burada olabilir demeyi tercih ediyorum, zira kesinliğin bir muğlaklıkta saklı olması kesin yargılarda bulunmaktan alıkoyuyor beni) roger waters'ın bu albümü babasına ithaf etmesi bir nebze samimiyet kokuyor, fakat duygularını müzikaliteye yedirme konusunda - bence - roger waters the final cut'ta iyi bir iş ortaya koyamamıştı. bunu da - dediğim gibi - birinci elden herhangi bir savaş acısına tanıklık etmemiş olmasıdır bana göre. (babası ikinci dünya savaşında öldüğünde, waters 1 yaşında idi)

    free will albümünde ise bir ırk ezilişine tanıklık etmiş bir adamın sesinden dinliyoruz, bu çekilmişliği, renklerden dolayı konulmuş katı uygulamaları ve ezilmişliği. free will ırkçılığa karşı atılmış açık bir kurşun. bir yerlerde okuduğu, fotoğraflarına baktığı bir olay üzerine yazılmış parçalar değil, bizzat görülüp geçirilmiş olaylar üzerinden yazılmış bu albüm. bu albümde müzikalite adına bir dahilik yok, olması da beklenemez. fakat, samimiyet ve yakarışın sert bir tavırla ortaya konulması var. vuran davullar, çalınan flütler de bir tavır koyuyor bu noktada, ırkçılığa karşı.

    bu albümü the wire'ı izlediğim bir zamanda dinlemiş olmam da benim için büyük şanstır elbette. the wire'da portrelenen siyahiler için ikinci sınıf yaşama koşullarının bölgesel olarak 2000'lerin başında dahi devam etmesi, bunun daha öncelerde ne denli yoğun hissedildiğine dair daha iyi bir fikir edinmeme yardımcı oldu. polisin herhangi bir siyahiye uyuşturucu satıcısı muamelesi yapması o kadar da kınanan ve alışılagelmişin dışında bir olay değildi. bunu yaşamış bir kişinin albümündeki sert politikliği de daha iyi anlıyorsunuz doğal olarak. polisin bir siyahinin çenesine indirdiği yumruk, gecenin bir yarısında anlamsızca ve evin sahibi suçlu kabul edilerek yapılan izinsiz bir ev baskını, bunu dışarıdan izleyerek her gün ırkçılığa karşı daha büyük nefret besleyen insanlar var bu albümde.

    müzikten bahsedecek isek, bu albüm ikiye bölünüyor; ilk kısmı; gitar, klavye, davul, perküsyon, flüt ve diğer enstrümanların harmanı ile müzikaliteye önem verilen kısım. ikincisi ise; daha fazla sözlere yoğunluk verilen ve politikliğin daha yoğun şekilde hissedildiği şiir kısmı. ilk kısımda kayıt aşamasında içilen sigaralar, içkiler, purolar bizzat parçaların içinde. atmosferin duman yoğunluklu olduğunu müsterih olarak söyleyebilirim. bas ve davulların uyumunun müzikalliğine kattığı kesinlikle yadsınamaz. gil scott-heron'ın vokalleri de bu yoğun atmosfere iyice yoğunluk üflüyor.

    ikinci kısımda ise, üzerinde defaatle durduğum ırkçılığa karşı mücadeleden kesitler sunuyor. polisin tavırları, hükümet politikaları duvarın öbür tarafında olan biri tarafından tasvir ediliyor ve kınanıyor. dikkatimi çeken şey, şiirler boyunca davullar ve baslarla ritmsel bir arkaplan da oluşturulmuş parçalara. bu kesinlikle albümün ikinci kısmına da büyük bir dinlenebilirlik puanı atıyor.

    rastgele indirip dinlediğim bir albüm üzerinden, izlediğim ve dinlediğim diğer materyallere yola çıkabilmek açıkçası beni ziyadesiyle mutlu etti. albümün sadece siyahilerin geçmişi hatırlaması için yapılmadığı aşikâr.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap