13 entry daha
  • melville filmlerinde bazı hipnotik anlar var: le cercle rouge’daki soygun sahnesi, army of the shadows’daki açılış sekansı ve un flic’teki yine bir soygun sahnesi. o sahnelerde melville’in sinema sevgisini hissedersiniz, karakter adeta dünya durmuşçasına hareket eder ama bu hareket mekaniktir de. işte le samourai bu anlamda melville sinemasının zirvesidir.

    estetik olarak da belki sinema tarihinin en iyi filmlerinden le samourai ama sadece karakteri değil anlatımındaki ketum haliyle de tam manasıyla en cool filmlerden biri diyebilirim. tabi bahsettiğim bu ketumluğun bir getirisi de filmin türlü okumalara açık olması. herkes kendince bir şey söyleyebilir elbet ama melville filmi şu niyetle çektiğini ayan, beyan etmiştir: şizofren bir adamın hikayesi.

    filmi konumlandırmak için ilk önemli kavram bu şizofreni mevzuudur tabi, ancak şu iki noktayı da es geçmemek lazım: samuraylık ve filmin açılışındaki cümle. bu üçlünün bana göre ortak bir noktası var: bulunduğun yere ait olmama, yabancılaşma, yani bir çeşit anakroniklik. şizofreni hastalarının en önemli özelliği gerçek olanı ayırt edememektir malumunuz, en basit ifadeyle dünyayı diğer insanlar gibi görmeyenlerdir şizofrenler. bu reaksiyon olarak bir ötekileştirmeyi de beraberinde getirir ve şizofren insan hepimizin dünyasının içinde kendine bir başka dünya yaratır, adeta o artık buraya ait değildir.

    peki, samuray deyince akla ne gelir? onur, ödün verilmez prensipler. ancak burada daha önemli olan şu: filmin geçtiği zaman göz önüne alınırsa bir samuray somutu yoktur; samuraylık sadece geçmişten gelen yani tam manasıyla o güne ait olmayan bir ‘öğretidir’. ve filmin başında denir ki samurayın yalnızlığı ancak ormandaki bir kaplanın yalnızlığı ile kıyaslanır. orman dendiğinde akla gelen ilk şey ağaçtır, özetle ağaçsız orman olmaz ama kaplansız orman pekala olabilir. yani kaplan ‘olmasa da’ olur, onun yalnızlığı aslında ait olmadığı bir yerde bulunmasından ileri gelir.

    işte le samourai bu yabancılaşmayı ve nihayetinde bir intiharı anlatıyor.

    filmin ilk on dakikasında tek bir söz yok. sadece yalnızlığa gönderme yapan bir veciz cümle, sigara içen bir adam ve kafesinin içinde bir kuş var. kamera sabit bir halde odanın içini gösterirken kuşun cıvıltısı, ki bu cıvıltı film boyu kesilmez, ve adamın sigarasının dumanını görürüz. böylece iki karakter (evet, kuş da bir karakterdir filmde) adeta yek olur: ikisi de kapalı bir mekana sıkışmıştır (mekan içinde mekan=oda içinde kafes) ve çırpınmaktadır. devamında jef doğrulur ve elinde yırtılmış bir banknot görürüz. bu belki de bir önceki işinden aldığı ödemedir ve paranın yırtılmış olması manidardır. çünkü onun için paranın bir önemi yoktur, o sadece yolunu izlemektedir; anlaşma yapıldıysa her iki taraf da bedelini ödemeli, o para harcanmayacak olsa bile alınmalı. jef parayı kafese sürter ve çeker, bu sahne güzeldir çünkü devamında yine aynı şekilde jef’e ödeme yapılmayacağının ufak bir metaforu gibidir o gösterilip verilmeyen para. sonrasında adeta ritüelmişçesine giyinir, trençkot beyazdır. ve evden çıkar.

    jef ortama yabancıdır, çünkü her şeyin kendi kuralları çerçevesinde ilerleyeceğini düşünür. tahsilâtı yapmaya gittiğinde vurulmayı beklemez, vurulduktan sonra eve gelir; üzerini değiştirir ve üzerindekiler siyahtır. kırılma gerçekleşir, jef oraya ait olmadığını idrak eder. böylece bir süreç başlamış olur. evde ona yeniden iş teklif eden adamı yere serdikten sonra işin kimin yaptığını öğreniriz, ancak son sahnede ikinci teklifini ne olduğunu öğrenecekken melville kesmeyi yapar, çünkü ikinci görevin seyirci için önemi yoktur; ikinci görev aslında jef’in ‘görev’inin nereden biteceğinin belirleyicisidir. bu sahneden sonra jef evden çıkarken kafesteki kuşu son bir kez besler. ve evden çıkar.

    sonrasında nefes kesici bir takip başlar. bu takipte şu dikkat çekicidir. herkes adeta bir labirentin içindeymişçesine hareket eder. jef oradan oraya koşarken kafesteki kuş gibi çırpınır. aynı labirenti daha önce polis sorgulaması sırasında da görürüz, polisler oradan oraya geçerken jef yine başkalarının yardımıyla kaçar.

    son sahnede jef herkese veda etmiş bir şekilde gelir bara (iş sahibine vedasını kurşunla yapmıştır.) şapkasını vestiyere verip fişi almaz, çünkü çıkmak için girmez. piyanist kadının yanına gelir ve silahını çıkarır, kadın o anda ifade değiştirir ve vurulacakmış gibi değil de şefkatle bakar ona ve neden diye sorar; jef cevaplar: “ödemeyi aldım.” her şey doğaldır onun kafasında, ödemeyi almıştır, görev bellidir ve o görev ait olmadığı bir yere vedadır ve jef anahtar halkasındaki uyumsuz anahtarlar gibi soğukkanlı bir şekilde kenara ayrılır. ölür, ama sinema tarihinin en önemli kahramanlarından biri doğar.
46 entry daha
hesabın var mı? giriş yap