2508 entry daha
  • (bkz: #26876956)

    hayat molekülleri” nedir? temelleri, oluşumları, görevleri ve canlılık konusundaki etkileri nelerdir?

    hayat molekülleri, ya da diğer bir ismiyle organik moleküller en azından bizim bildiğimiz ve tanımladığımız anlamıyla canlılığın var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için gereken kimyasal moleküllerdir. temel olarak nükleotitler, lipitler, proteinler ve karbonhidratlar "hayat molekülleri"dir. bu moleküllerin hepsinin genel formları üç aşağı beş yukarı benzer olsa da, işlevleri kimyasal ve fiziksel özelliklerinden dolayı birbirlerinden tamamen farklıdır. ve bu farklı özelliklerin toplamı, bugün bizlerin "canlı" olarak isimlendirdiği varlık formlarını meydana getirir. daha doğrusu, canlılık için gereken aktivite ve organizasyon şartlarının istikrarlı bir şekilde sağlanabilmesi için bu kimyasallardan oluşan bir yapı ve bu yapının uzun süreli deneme-yanılma ve eleme-seçme mekanizmalarından geçmesi gerekmektedir. dolayısıyla, şimdilik bildiğimiz kadarıyla, bu moleküllerden oluşmayan bir varlığın canlılığın ilkelerini bir arada bulundurması pek mümkün değildir. bunda, bu moleküllerin istikrarlı yapısının (tepkimeler, radyoaktivite, vb. kimyasal özellikler bakımından) çok büyük önemi olduğunu unutmamak gerekmektedir.

    bizi "canlı" kılan moleküllerden hangisinin ilk olarak oluştuğunu kestirmek çok güç. zira yapılacak tahminler, spekülasyondan öteye gitmeyecektir; bu oluşumlar çoğunlukla rastlantısaldır ve tamamen çevre koşullarına bağlı olarak gerçekleşirler. ancak bu konuda yapılacak en iyi tahmin, hepsinin birbirine yakın zamanlarda oluşmuş olduğudur. özellikle kalıtım materyali görevini üstlenen nükleotitler, enerji ve yapıtaşı olma konusunda önemli görevi olan karbonhidratlar, düzenleyici ve istikrarı sağlayıcı yapılarından ötürü proteinler ve esneklik, koruma ve barındırma gibi özelliklerinden ötürü yağlar, bir arada bulundukları ve çok uzun eleme mekanizmalarından geçtikleri sürece canlılığın oluşmasını ummamak garip olacaktır. biz, hangi molekülün önce oluştuğunun günümüzde net olarak bilinmemesinden ötürü, herhangi bir sıra takip etmeden, her birine tek tek değineceğiz.

    şimdi, bu noktada, “canlılık” tanımına yeniden göz atmakta fayda var. kimyada “organik moleküller”, canlıları cansızlardan ayırmak için kullanılırlar (bu da bir diğer kategorizasyon metodudur). canlılarda, inorganik moleküller de elbette bulunmaktadır ancak canlı vücudunun büyük bir kısmı organik moleküllerden oluşmaktadır. yani organik moleküllerin bulunması, bir varlığın “canlı” olarak adlandırılması, en azından canlılık barındırmış ya da barındırıyor olduğunu düşünmek için iyi bir sebeptir (ancak çoğu zaman yeterli değildir, yine de iyi bir işarettir). peki “organik moleküller” hangi atomlardan oluşur? karbon (c), hidrojen (h), oksijen (o), nitrojen (n), fosfor (p) ve sülfür (s). yani bir canlıya "canlılık" özelliğini katan molekülleri oluşturan atomlar, tam da bekleneceği gibi periyodik cetvel üzerinde bulunan sıradan atomlardır. bu da bize canlılığın cansızlıktan bir farkı olmadığını yeniden göstermektedir.

    oldukça kesin olan bir gerçek vardır: evrim çoğu zaman basitten karmaşığa doğru gerçekleşmektedir; çünkü fizik temelli enerji yasaları istikrarlı bir ilerleme için bunu zorunlu kılar. bunun temel sebebi, evrim'in yeni bir materyal "yaratamaması" (yoktan var edememesi ); ortada halihazırda var olan materyali değiştirerek kullanması gerekliliğidir. dünya üzerinde bulunabilecek en basit yapıtaşları, atomaltı parçacıkları göz ardı edecek olursak, atomlardır. bu atomlar, fizik yasaları etkisi altında, farklı çevresel koşullarda, farklı şekillerde bir araya gelerek atomlardan daha karmaşık olan molekülleri oluştururlar. daha sonra bu moleküller, yine farklı şekillerde birleşerek, daha büyük ve envai çeşit "dev" molekülü (büyüklük son derece göreceli bir kavramdır) oluşturabilirler. bunlar, çevre şartları altında bir nevi "sınava" tabi tutulur, ki biz buna basitçe doğal seçilim demekteyiz. en uygun yapıda, ortama en dayanıklı ve en istikrarlı olanlar parçalanmadan kalırlar. diğerleri ise dengesiz oldukları için, diğer molekül ve atomların etkisiyle, radyasyon-ısı-ışık gibi fiziksel faktörlerden ötürü parçalanırlar ve dağılırlar. işte bu şekilde, her seferinde bir adım olmak üzere, sadece atomlardan yola çıkarak, önce karmaşık yapıdaki kimyasal moleküller, sonrasında ise 4 milyar yıl gibi devasa bir zaman dilimi içerisinde içerisinde trilyonlarca hücreyi bir arada bulundurabilen karmaşık yapılara doğru bir evrim gerçekleşmiştir.

    dolayısıyla bir protein molekülü, yağ molekülü, nükleotit molekülü, vb. oluşmadan önce, bunları oluşturan yapıtaşları oluşmalıdır ki bunlar daha küçük, daha basit yapıda moleküllerdir. biri daha da derinlere inerek molekülleri oluşturan yapılara bakarsa, beklendiği gibi atomları görecektir. daha da derinlerde atomaltı parçacıklar yatar; ancak bu konu bizi şu anda ilgilendirmiyor. bilmemiz gereken nokta, atomların bir araya gelmesiyle envai çeşit molekülün oluşabildiği ve bu moleküllerden "hayat molekülleri" olarak isimlendirilen bir grubun bazı varlık formlarının "canlılık özellikleri" olarak verdiğimiz özelliklere sahip olmalarını sağladıklarıdır.

    gelin şimdi, lafı daha fazla uzatmadan, sizlerle bu “hayat moleküllerinin” yapılarına bakalım. aşağıda, canlılarda en çok kullanılan iki karbonhidratın (şekerin) kimyasal yapısını görüyoruz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…1417936_n.jpg

    glukoz (glucose) ve fruktoz (fructose, meyve şekeri) canlılar için en hayati öneme sahip şekerlerdir. “monosakkarit”tirler (basit/tek şeker) ve canlıların yapısında bulunabilen birçok kompleks şeker molekülünün (nişasta, glukojen, kitin, selüloz, vb.) temelini oluştururlar. bunların hepsi canlılık dahilinde yapıtaşı olarak ve daha önemlisi, enerji kaynağı olarak kullanılmaktadırlar. enerji üretemeyen bir canlının, hayatta kalmak ve üremek için bir aktivite sürdürmesi ve organizasyonunu aktif olarak koruması beklenemez. dolayısıyla enerji, canlılık için hayati bir kavramdır. canlılar için bu kadar önemli olan bu molekülleri incelediğimizde, belki de umduğumuzun aksine, pek de sıradışı bir yapı görmüyoruz: 6 adet karbon atomu (c), 12 adet hidrojen (h) atomu, 6 adet de oksijen (o) atomu bir araya gelerek canlıları "canlı" kılan moleküllerden biri olan şekerleri üretebiliyor.

    bu şeker molekülleri, farklı sıra ve biçimlerde bir araya gelerek, daha büyük bileşikleri oluşturabilirler. örneğin yukarıdaki glukoz ve fruktoz bir araya gelerek, sukroz isimli bir diğer şekeri oluşturabilirler:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…0610649_n.jpg

    işte bu şeker molekülleri, daha farklı şekillerde birbirlerine bağlanarak, devasa şeker bileşiklerini oluşturabilirler. örneğin aşağıda sadece glukozların bir araya gelmesinden oluşan bir glukojen bileşiğini görüyorsunuz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7515967_n.jpg

    görselin üst kısmında bağların nasıl kurulduğu gösteriliyor. alt kısımda ise, kapalı bir çizim örneği verilmiş glukojen için.

    bu bileşikler, canlıların yapıtaşı olan hücrelerin pek çok farklı bölgesinde kullanılabilirler. örneğin enerji üretmek üzere oksijen ile tepkimeye sokulabilirler, bir diğer "hayat molekülü" olan proteinlerle birleşerek hücre zarının yapısına katılabilirler, vs. örneğin glukoz, hayvanların çoğunun temel enerji kaynağıdır ve hayvanlarda glukoz karaciğerde yukarıda verdiğimiz glukojen şeklinde depolanır. ancak aynı glukoz, farklı bir bağ yapısı kurarak bitkilerin güçlü hücre duvarını oluşturan selülozu oluşturabilirler. ya da bir diğer biçimde kimyasal bağ kurarak, böceklerin dış kabuklarında bulunan sert kitin yapısını oluşturabilirler. kısaca her şey kimyasal bağlar ve bunların tipleri ile ilgilidir. aynı temel bileşikler (ya da "hayat molekülleri"), farklı kimyasal bağların etkisi altında farklı yapılara katılabilirler. zaten hücrelere bakacak olursanız, "hayat molekülleri"nin farklı bileşimlerinden başka bir şey olmadıklarını göreceksiniz. kısaca farklı bağlar, farklı ürünler demektir. bu kadar farklı olasılığın, farklı şekillerde yapıya katılması ve milyarlarca yıldır süren evrim etkisiyle günümüzdeki canlılık çeşitliliğine ulaşırız.

    şimdi de canlılar için genellikle “kritik önemdeki molekül” sayılan proteinlere bakalım. proteinler, aminoasit denen daha ufak moleküllerin uç uca, üst üste, yan yana eklenmesi sonucu oluşan bir atom kompleksidir. aşağıda günümüze kadar süren evrimsel süreçte oluşmuş 20 temel aminoasidi ve bunların kimyasal yapısını görmektesiniz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…4099063_n.jpg

    görülebileceği üzere, bir aminoasidin de yapısında diğer moleküllerden farklı bir özellik yoktur. tek gördüğümüz, karbonlar, oksijenler, hidrojenler ve azot. bu arada, orada “r”("radikal" kelimesinin ilk harfidir) ile gösterilen yer, değişken bir gruptur. oraya da değişik atomlar bağlanarak, değişik aminoasitleri oluştururlar. bu aminoasitler, farklı şekillerde uç uca birleşerek sonsuz sayıda protein oluşturabilirler. çünkü yukarıdaki 20 aminoasitten 3-4 tanesi bir araya gelerek bir proteini oluşturabilecekleri gibi, aynı 20 aminoasitten yüzlercesi bir araya gelerek dev proteinleri de oluşturabilirler. bu da sonsuz sayıda kombinasyon demektir.

    örneğin aşağıda bir g-proteini görüyorsunuz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7365070_n.jpg

    bu protein yapısında yüzlerce aminoasit, farklı sıra ve sayılarda kullanılmaktadır. bu sıraların ve sayıların değişmesi, farklı özelliklerde proteinlerin üretilmesi, bu da farklı protein moleküllerinin farklı işlevlere sahip olabilmesi demektir. proteinler, temel olarak her yerde kullanılabilen, çok önemli, son derece istikrarlı (stable) moleküllerdir. en önemli görevleri arasında enzimleri oluşturmak ve diğer tepkimelerin hızlarını kat be kat arttırmak bulunur. bu konuya ileride tekrar döneceğiz.

    poteinlerin de sıradan kimyasal yapılar olduğunu anladıysak, şimdi bir de lipit (yağ) moleküllerinin yapıtaşlarına bakalım. lipitlerin diğerlerinden farklı olarak iki tip yapıtaşı vardır: gliserol ve yağ asitleri. gliserolün yapısı aşağıdadır:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…0344237_n.jpg

    görüldüğü gibi bu da, artık tahmin edebileceğiniz gibi, son derece sıradan bir moleküldür. yağ asitlerinin yapısı da şöyledir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…9054895_n.jpg

    bunların ikisinin birleşimi, yağ moleküllerini oluşturmaktadır:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…8056136_n.jpg

    yağ molekülleri, canlılık için son derece önem arz etmektedir; buna ayrı bir yer ayıracağız. ancak şimdiden bilinmesi gereken, yağ moleküllerinin yapısından ötürü su içerisinde küresel, çift katmanlı bir zırh oluşturabildikleri gerçeğidir. bu zırh, tamamen fizik yasaları etkisi altında olmaktadır ve oldukça istikrarlıdır. ilk hücresel yapıların bu zırh içerisinde başladığı düşünülmektedir ve bu düşünce, günümüzdeki bütün hücrelerin zar yapılarının yağ temelli olmasıyla desteklenmektedir.

    nükleotitlere burada girmeyeceğiz, bir sonraki yazımıza saklıyoruz; çünkü orada, akla takılabilecek birçok soruya cevaplar vereceğiz ve buraya doldurmak istemiyoruz. ancak temel olarak bilmeniz gereken, nükleotitlerin de diğer moleküllerden bir farkı olmadığı, benzer şekillerde yapıya sahip olduklarıdır. bunlara zaten yeri geldiğinde yeniden gireceğiz. şimdi başka birkaç soruya cevap arayalım:

    bu yapılar nasıl kendiliğinden oluşmuş olabilir?

    sorunun bilimsel cevabı oldukça basittir: kimyasal bağlar. her ne kadar canlılığa özel misyonlar yüklemeye çalışarak, bizi oluşturan yapıların kendiliğinden oluşabildiği gerçeğini ısrarla ve elimizin tersiyle itsek de, ne yazık ki gerçekler, bizim istediklerimiz yönünde olmak zorunda değildirler. ve bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, canlılığı (ya da cansızlığı) oluşturan yapılar, kendiliğinden, daha doğrusu evren'in (en azından dünya'nın) bildiğimiz her noktasına etki eden fizik ve kimya yasaları etkisi altında oluşabilmektedirler. dolayısıyla, her ne kadar hayal gücümüzü ve fantezilerimizi tetikliyor olsa da, canlılığı oluşturan yapıların arkasında bir gizem, bir sır aramak hatalı olacaktır; çünkü böyle bir sırra ve hatta bu sırrın gerekliliğine bilimde asla rastlanmamıştır. bunları biraz açalım:

    hepimizin okulda belki de nefret ederek öğrendiğimiz o meşhur bağlar ve onlara dair bilgilerimiz, aslında bir sınavdan yüksek alıp almayacağımızı belirlemekten çok öte işlevlere sahiptirler: canlılığı (ve cansızlığı) oluşturmaktadırlar! kovalent bağlar, iyonik bağlar, hidrojen bağları, van der waals kuvvetleri ve daha nicesi, sürekli olarak, aralıksız yeni moleküllerin oluşmasını sağlamakta ve kimyasal tepkimeleri tetiklemektedir…

    eğer belli atomlardan yeteri miktarda bir kaba koyarsanız ve yeterince beklerseniz, kimyasal yapılarından dolayı bu atomlar arasında bağlar oluşmaya başlayacaktır. hep verdiğimiz örnek olarak demir atomlarından oluşan bir yapıyı, oksijen zengini bir ortama bırakırsanız, bir süre sonra siz hiçbir şey yapmasanız da, tıpkı "sihir" gibi gelse de kendiliğinden, kimyasal tepkimelerin etkisi altında, kimyasal bağların oluşumu ile demir atomları "paslanmaya", daha doğru tabiriyle "oksitlenmeye" başlayacaklardır. bu tepkimede bir doğa üstü aramak, hayal gücüne değil, bilgi eksikliğine işaret edecektir. çünkü arkasında hiçbir gizem bulunmamaktadır.

    bahsettiğimiz tepkime ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir diğer kimyasal tepkime, tamamıyla elektron yapılarından kaynaklanır. eğer yörüngelerindeki elektron sayısı gereği bunları “paylaşmaya” meyillilerse (daha doğrusu elektron yapılarından ötürü üzerlerine etkiyen kuvvetler elektron paylaşımını dikte ediyorsa) “kovalent bağlar”; eğer yörüngelerindeki elektronlardan bazıların alıp vermeye meyillilerse (daha doğrusu elektron yapılarından ötürü oluşan kuvvetler, elektronların yörüngelerinden çıkmasını sağlayacak kadar kuvvetli ise) “iyonik bağlar” oluşur. flor (f), oksijen (o) ve azot (n) atomları ile hidrojen (h) atomu arasında, bu atomların elektronegativite (elektron alma isteği, yatkınlığı) sebebiyle hidrojen bağı denen ve hayatın oluşmasında (daha doğrusu bu moleküllerin işlevsel olabilmelerinde) çok önemli rol oynayan bir bağ vardır. öte yandan van der waals bağları ise daha zayıf bağlardır ve basitçe, eksi yükler ile artı yükler arasındaki çekim ve eksi yükler ile eksi yükler veya artı yükler ile artı yükler arasındaki itim kuvvetlerinden doğmaktadırlar. geçici ya da kalıcı olabilecekleri gibi, güçlü bağlar değillerdir.

    bu kimyasal maddeler arasında oluşan bağların kimini koparmak son derece kolayken, kimini koparmak için oldukça fazla enerjiye ihtiyaç duyulur. kimi birbiriyle çok hızlı ve kolay şekilde bağ kurar, kimi ise ne kadar zorlarsanız zorlayın birbirine bağlanmaz. bunlar da, tamamen elementlerin kimyasal ve elektronik yapılarından kaynaklanır. işte bu sebeple, bazı kimyasal bileşikler çok kararlı yapıdayken, bazıları oldukça dengesizdir ve kolayca parçalanabilir. benzer şekilde, dev bir molekülün bir kısmı belli kimyasal tepkimelere açıkken, bir kısmı bir diğer tipe açık olabilir, bir kısmı ise son derece kararlı olduğundan tepkimeye hiç girmeyebilir. işte bu sebeple, oluşabilecek moleküllerin ve bu moleküller arası ilişkilerin sayısının bir sınırı yoktur; sonsuz sayıda olasılık düşünmek mümkündür.

    burada sorun, çoğunlukla büyük moleküllerin oluşabilmesi için gereken tepkimelerin "aktivasyon enerjisi"nin çok yüksek olmasıdır. yani yapıtaşları bir arada bulunsalar bile, kendiliğinden birbirlerine bağlanabilmeleri olanaksıza yakındır ya da en azından çok düşük bir ihtimaldir. ancak belli ki canlılığın başlangıcında bu olabilmiştir. peki nasıl?

    daha sonra ayrıntısıyla açıklayacağımız üzere, canlılığın başladığı dönemlerde, 600 milyon yıllık bir süreçte dünya'nın atmosferik ve çevresel koşulları bugünkünden oldukça farklıydı. her şey çok daha kaotikti ve ısı, ışık, radyasyon gibi etmenler bugünkünden çok daha şiddetli ve farklı etkiyordu. henüz ozon tabakası bile tam olarak oluşmamıştı - ki bir miktar delindiğinde iklimin nasıl değiştiğini görebiliyoruz. işte bu durum, kimyasal tepkimelerin doğasını da değiştirmekteydi. bunun gerçekliğini miller-urey deneyi ile gözleyebildik. normalde yapıtaşları ve gereken atomlar ile moleküller bir arada bulunsa belki de asla oluşmayacak olan aminoasitler, şekerler ve diğer moleküller, ilkin dünya koşullarında çok daha hızlı bir şekilde oluşabilmektedirler. örneğin miller-urey deneyi sayesinde 1-2 hafta gibi kısa sürelerde, bu "hayat molekülleri"nin ilkin basamaklarının oluşabildiğini, proteinleri oluşturan aminoasitlerin büyük bir kısmının kendiliğinden oluşabildiğini gördük. bu, bilimin açıklayıcı gücü adına büyük bir zaferdir.

    ilk başta bu tepkimelerin nasıl hızlandığına, yeri gelince zaten bu yazı dizisi içerisinde değineceğiz; ancak günümüze bakacak olursak, bu tekimeler oldukça kolay bir şekilde gerçekleşmektedir; hem de dünya koşulları tamamen değişmesine rağmen. bu nasıl olmaktadır? günümüzde, çoğunukla protein yapılı olan (ancak kritik bir şekilde, belli tipleri nükleotit yapılı olan; buna daha sonra geleceğiz), enzim isimli kimyasallar bulunmaktadır. bu kimyasallar da diğer moleküller gibi son derece sıradandırlar ve proteinlerin değindiğimiz yapılarına tamamen benzemektedirler. ancak bir özellikleri, onları değerli kılmaktadır: enzimler, ortamda bulunan ve kendileriyle ve birbirleriyle uygun olan moleküllerin kendi aralarındaki tepkimelerini hızlandırırlar. kimi enzim bu tepkimeleri 5 kat, 10 kat, milyon kat, milyar kat hızlandırabilmektedir. dolayısıyla başlangıçta 600 milyon yıllık bir deneme-yanılma ve bekleme süresi sonucunda oluşacak enzimler, bir defa "uzun bekleme" sonucu oluşabildikten sonra, kolaylıkla diğer tepkimeleri hızlandırabileceklerdir ve canlılığın gelişimi eksponansiyel olarak (katlı bir şekilde hızlanarak) artabilecektir. ki canlılığın oluşumu sırasında gördüğümüz durum da budur, buna yine bu yazı dizimiz içerisinde döneceğiz.

    bir molekülün "göreve" sahip olması ne demektir?

    bu moleküller, sonraki yazılarımızda inceleyeceğimiz üzere bazı sözde “görevlere” sahiptirler. aslında, hiçbir molekülün, hiçbir “görevi” yoktur. onlar, fiziksel yasalar dahilinde hareket ederler, değişirler, gelişirler, vs. ancak bunu sağlayan bir bilinçleri ya da amaçları yoktur. yine de bunların "rastlantısal gibi gözüken" bu hareketleri, bizi "canlı" yapar. daha doğrusu bizlerin böyle isimlendirme yapmamıza sebep olur, peki ama neden? aslında cevap, bu sorunun içerisinde gizlidir.

    doğaya, olaylara ve olgulara bakarız ve bu sırada beynimizdeki moleküller çeşitli tepkimelere girerler ve bunun total sonucuna “düşünme” deriz. baktığımız sistem, bazı kimyasalların, bazı diğer kimyasallarla parçalanması ile ilgiliyse ona “sindirim” deriz. bunda görev alan moleküllerden oluşan hücrelere “sindirim hücreleri” deriz. halbuki onlar “sindirme göreviyle” donanmış askerler değillerdir. onlar, sadece fiziksel ve kimyasal yasaların gereksinimlerini yerine getiren bilinçsiz atomlar ve atomlardan oluşan moleküllerdir. ancak bunların bütünü bizi var ettiği için, biz bunları algılarız, algıladığımızı sanarız. halbuki “algılama” dediğimiz bile sadece kimyasal bir etkileşimdir ve tamamen atomlar ve moleküller aracılığıyla olur. bunlara daha başka yazılarımızda zaten değineceğiz.

    ancak burada bilmemiz gereken, moleküllerin görevleri olduğu yanılgısını biz yaratırız; aslında hiçbir molekül bir "görev" yerine getirmez; sadece, fizik ve kimya yasaları etkisi altında yapmak zorunda olduğu olayı yapar: kimyasal tepkimeye girer, itilir, çekilir, parçalanır, birleşir ve benzeri. bunlar, bir molekülün görevi değildir. bir atomlar yığını olarak, zaten başka yapabileceği bir şey yoktur. ancak bir molekül yığınına, dışarıdan müdahale ile belli atomları ve molekülleri eklerseniz (ya da yapısından çıkarırsanız), yaptığı "iş"in tamamen değiştiğini göreceksiniz. çünkü bu ekleme-çıkarma işi, onun kimyasını ve fiziğini değiştirmiş; bu da üzerindeki yasaların farklı işlemesine sebep olmuştur. dolayısıyla kimyasalların "görev"ini onların yapısı belirler. ve bu yapı, doğaüstü bir güç tarafından, bilim dışı bir şekilde değil; yukarıda açıkladığımız şekillerde temel fizik ve kimya yasalarının etkisi altında belirlenmektedir; değişime açıktır ve sürekli olarak değişmektedir de.

    kısacası, tüm bu olaylara sebep olanlar, canlıları "canlı", cansızları "cansız" kılanlar fizik ve kimya yasalarıdır. bu yasaları da evren'in var oluş biçimi belirler. belki başka bir evren oluşsaydı bu yasalar oluşmayabilirdi. o zaman da "o evren"in yasaları dahilinde bazı varlıklar gelişecekti veya belki de"o evrenler"de, bizim kendi evrenimiz içerisinde kullanabildiğimiz sıfatlarla tanımlayamayacağımız kadar farklı "varlıklar" gelişecekti. belki "canlı" kavramı "o evren"de geçerli olmamakla birlikte, belki de hiçbir şey en başından var olamayacaktı. bu tamamen evreni başlatan patlama ve bu başlangıçtan doğan parametreler ile ilgilidir. bunlar, alanımızın çok dışında olduğu için şu anda girmeyeceğimiz; ancak canlılığa bakış açımızı kökeninden değiştirebilecek önemli fizik gerçekleridir.

    evrim ağacı
5483 entry daha
hesabın var mı? giriş yap