2868 entry daha
  • yirmi milyon insanın, eser miktarda altyapı ile konserve ile edildiği bir kutu. şiirler falan yazılmış adına. çıkın safir'in tepesinden bi bakın şiirlerin şehrine. şu an baya bildiğin ......rak gibi görünüyo. sadece kırmızı kırmızı çatılar, asimetrik, "asimetri içinde kendine özgü bir düzen"i de yok. tamamen raslantısal, tamamen kaotik. kayda değer, bakması keyifli landmark'ları yok. yeşil alan kalmamış...

    olağan bir günde evinize gitmeniz ortalama 1 saat 15 dakika sürüyor (dünyada işten eve evden işe giderken en çok vakit harcayan 3. ülke olduğumuza dair bir haberi linkte bulabilirsiniz: http://finanshaber.mynet.com/…unyada-ucuncuyuz/7694). her gün köprü trafiği, her gün tem trafiği, her gün d-100 trafiği. her gün, şehrin her yönüne, her saatte trafik var. bi sene su yetmiyor, bir sene elektrik ama her sene yol yetmiyor, köprüler yetmiyor, sağlık hizmetleri yetmiyor, ambulans sayısı yetmiyor, bu sene gaz yetmeyebilir diye söylentiler var... şehrin landmark'ları da aynı üsluptan nasibini almış. yeni telekom arena'ya ne girilebiliyor, ne çıkılabiliyor. tam istanbul'a layık bir stad. büyük, görkemli ama alt yapısı, ulaşım imkanları ve utility'leri yetersiz (utility yerine daha iyi bi türkçe kelime bilen söylesin editliim.). bi sefer gittim "yeni" arena'ya, bon jovi konseri için. ve gördüm ki çıkış tam bir facia. felaket filmlerindeki "katastrofiden koşarak kaçmaya çalışan insanlar" manzarası tam. metro girişi direk kitleniyor, otoparkın hem yaya girişi, hem araç çıkışı kitleniyor. hatta tem'le hiç ilgisi olmaması gerekirken, tem'i bile kitliyor arena'daki bir hareketlilik. çünkü uyanık taksiciler, insanların hem metro'da hem otopark'ta kitlendiğini, bu sebeple yürüyerek, çitleri falan atlayarak tem'e çıktıklarını keşfetmişler. tem'in kenarında durup yolcu bekliyorlar. her maç/konser sonrası, tem'in kenarında onlarca taksi, yolcu bekliyor. e tem de kitleniyor hali ile. dünyada böyle başka bir stad yok. sizin de mutlaka "dünya görmüş" bi akrabanız, dünya üzerindeki diğer tüm stadların nasıl 10 dakikada sorunsuzca boşaldığını anlatmıştır. tekrar diyorum. dünyada örneği yok. seyirci kapasitesi açısından bu kadar büyük olup da giriş çıkışları bu kadar kötü dizayn edilmiş bir stad, dünyada yok! dünyada... yok!

    boğaz'ın silüeti bozulmuş. sinüs eğrisi gibi acubik uzaktan bakınca... üzerinde toplu konut yapılmayan son 3500m2 arazi de tahmin ediyorum 15-20 dakika içinde büyük müteahhitlerin birine satılır. havuz-güvenlik-otopark, havuz-güvenlik-otopark, havuz-güvenlik-otopark diye diye 20 milyon insan balık istifi dolduk üst üste. hiçbir yerel yönetim layığı ile çalışmıyor. bu yetersizlik deryası içinde çabalayıp, devinip duruyoruz. bu çabalama, bu devinim, daha sinirli insanlar yapıyo bizi, o sinirle, o an karşımızda kim varsa ondan çıkarmaya çalışıyoruz hıncımızı. bu önümüze kırıp yol kesmeye çalışan diğer otomobil oluyo bazen, ya da kasada onlarca insanla aynı anda sıra beklerken sıra kesip önümüze geçmeye çalışan biri oluyor, ya da yağmurlu bi havda yanımızdan hızla geçip yerdeki 20 santimetre derinliğindeki devasa su birikintisindeki tüm suyu üzerimize sıçratan otomobilin sürücüsü oluyor. küfür ediyoruz, beddua okuyoruz. ama düşününce, şunu farketmek mümkün: o kadar arabanın ...t kadar yola sıkışmamasını sağlamakla mükellef bi mekanizma var, o mekanizma çalışsa, hepimiz sinirlenmeden sakin sakin evimize gidicez kısa sürede, o adam da önümüze kırmayacak yolu almak için. o devlet dairesinde basit bi işlem/imza için 2 saat sıra beklemiyor olmamızı sağlamakla mükellef de bir mekanizma var. o mekanizma çalışsa, tıkır tıkır işlicek her şey, 3 dakikada bitçek işler. o zaman araya biri girmeye kalkmicak. neden kalksın ki, 3 dakikada işi bitecek olsa, kimse yüzünü kızartmaz. ayrıca acil bi işi varsa, yine sıra kesmeye kalkarsa, bekleyen kişi, yani biz, daha toleranslı olabilcez, "3 yerine 4 olsun, adama hayt huyt ettiğine değmez 1 dakika için" dicez. ama bunu diyebilmemiz için, devamlı bir harala gürele içinde, devamlı bir şeyleriyo bekliyor, devamlı vaktimiz saçççma sapan şeyleri bekleyerek, trafikte kitlenerek geçirmiyor olmamız lazım. o yolun kenarındaki suyun orda birikmesini engellemekle de mükellef bi mekanizma var. hem de kaç kişi var o suyun orda olmasının engellenmesi arkasında, proje müellifleri, yerel yönetimin kontrolleri, müdürleri, müteahhitin işçisi, formeni, proje sorumlusu... onlarca insanın umursamazlığı ve/veya art niyeti var o suyun orda birikiyor olmasında. ama biz, istanbullular, üzerimize su sıçratan arabaya küfür ediyoruz. belki de, kafamız bu şekilde çalıştığı için, başımıza gelen her şeyi hak ediyoruzdur aslında. bilmiyorum.

    sorun ne üzerimize su sıçratanda, ne yol kesende, ne sıra kesende. sorun, nüfus ve bu nüfus için her anlamda fazlası ile yetersiz altyapı ve tüm bu yetersizliklere fit olmak. sorun biziz.

    istanbullu'lar ankaralılar'la dalga geçiyor, neymiş, ankara'nın en güzel yönü, istanbul'a dönmesiymiş. hahahahahaha. bunu yapmayın artık ya. duyan da istanbul'a dönülebildiğini sanacak. 3 saatte gişelere geliyorsunuz, sonraki 3 saat istanbul'un içinde, yoğun trafikte yol katediyosunuz. yavaaaaş yavaş. ipek kervanı gibi. develer üstünde daha yavaş yol alınmıyordu bundan yüzlerce yıl önce, içiniz rahat olsun. asya'yı avrupa'ya bağlıyormuş da, jeopolitik önemi varmış da aman da aman. afilli lafları bi kenara bırak, bağlıyor da kaç saatte bağlıyor, onu söyle bana? hayatı boyunca türkiye'den 1 kez geçecek ve karayolunu kullanacak bir turist, şu an, boğaziçi köprüsünü kullanamıyor, fatih sultan mehmet köprüsü'nden de minimum 50liralık bir kgs kartı alarak geçebiliyor. 2,75lirasını harcıyor geçişte. kalan 47,85lirayı ömür boyu, ne olduğu hakkında pek bi fikri dahi olmadığı o kartın içinde saklıyor. farkında bile değildir o kartın içinde nakti olduğunun. tarzanca bi ingilizce ile yönlendirirler abiyi para yatırılabilen kgs gişelerinden birine, gişedeki abi "fifty! fifty lira" der bağıra bağıra. bağırınca anlar çünkü turist. garibim verir 50 lira, direktifleri takip eder, kartı okutur cihaza, geçer gider, ne yaptığı hakkında bi fikri olmadan. tam istanbul'a göre diil mi? : ) ankara'da arkadaşlarım var. gidip kalıyorum bazen haftasonları. otomobilimle gidiyorum ekseriyetle. bi sefer de trenle gidiim, yorulmiim dedim. dönüşte, haydarpaşa'da indim. ve anladım ki yolculuğum asıl şimdi başlıyor. elimde olabilecek en küçük bavul. yine de sefil oldum motorda, otobüste. bitmek bilmedi. başka bir zaman tekrar gittim ankara'ya, trenle yine. dönüşte haydarpaşa'da indim. "hala yakınken ankara'ya mı dönsem?" dediğimi hatırlıyorum kendime. haydarpaşa'dayım ve pratik olarak ankara'ya dönmek, istanbul'daki evime gitmekten daha kolay. metafor değil bu, şaka değil, abartı değil. olanca düzlüğü ile pratik gerçeklik bu. en güzel tarafı istanbul dönüşüymüş. yapmayın. çok komik, hatta komik de değil, patetik, güncelliğini ve gerçekliğini yitirmiş saçma sapan bi kalıp bu artık. gerçi gerçekliğini yitirmemişken de sevmezdim bu lafı. alıntısal romantizm çok eğreti duruyor insanların üzerinde. yapmayın, kendi cümlelerinizle konuşuverin be? neyse... bööleyken böle işte.

    seneye biraz yağmur yağmasın, yine başlar kuraklık, bütün gün haberlerde barajların doluluk oranını dinleriz. sonra bişi olur, ne olduğu önemli değil, küçücük bişi, ve şehir "felç olur". bayılıyo haberciler bu lafa. bekliyorlar bişi iyice aksasın ki, "şehir felç oldu" ya da "şehir yine bir şeye yenik düştü" diyebilsinler. şehir zaten yenik düşmeye yer arıyor. biraz yağmur, şehir yağmura yenik düştü. 2 saat kar mı? üff, felç olmak için bundan iyi gerekçe mi olur, hemen felç.

    pierre loti tepesine çıkın, haliç ne kadar berbat görünüyor, kendi gözünüzle görün. şehrin elektrokardiyografi gibi keskin inip kesin çıkan silüetine bir de ordan bakın, daha yakınlara bakın sonra, haliç'in çevresindeki tiksinç yapılaşmaya bir göz atın.

    dikkat ettiniz mi yemeksepeti.com'da adresinizi yazdıktan sonra doldurmanız gereken bir de "yol tarifi" kısmı var. kaç istanbullu, o kısmı boş bırakınca kurye evini bulabiliyor? hiçbir düzeni yok caddelerin, sokakların. adresler karman çurman. benziciyi görünce sola dön, orda kapitol var, kapitolü geç, 3 tane yol çıkçak... bu ne ya? gps kullanıyorum, çoğu zaman bi adresi girince 12 tane alternatif çıkarıyo alet, biri istinye'de, diğeri beylikdüzü'nde. sola dönüş olmayan yerde sola dönüş gösteriyo. çünkü onun haritasında sola dönüş var, ama geçen hafta ordaki sola dönüş iptal edilmiş. kaç kez ters yöne soktu beni gps. bi sefer inip karşıdaki adama gps'i gösterdim artık. "abi haklısın ama ........nı .......ler yolların, burda burası çift yön görünüyo. en fazla 2 ayda bir güncelliyorum bu aleti, özür dilerim ama sırf bende diil kabahat." dedim. demek de değil, isyan ettim bi nevi. adama diil tabi : ) insan evladı çıktı da yol verdi adam. oyuncak olmuş yollar, bi yol bigün gidiş geliş, ertesi gün tek yön, iki ay sonra çıkmaz sokak. bi sokağa bugün giriş var, sonraki sene de giriş var, sonraki sene giriş kaldırılmış. google maps, değişen yolları sistemine girip haritalarını güncellemek için en çok masrafı istanbul'da yapıyorsa şaşırmam. sokak cadde isimlerini değiştirme modası vardı bi de bi ara. ne saçmalıklar gördü bu şehir...

    bi de avm çılgınlığı var. o da garip bişi ama ses çıkarmıyorum. çocuklu aileler oraya gidiyo da bari diğer yerlerdeki yoğunlukları biraz azalıyor. ama yine de sağlıksız bi avm'leşme var. avm'lerin alt yapıları iyi ama. bakıyorum, çoğunun girişi, çıkışı, tuvaletleri, elektriği ve sairesi iyi düşünülmüş. cumhuriyet tarihindeki sayılı büyük rezaletlerden biri olan 14 ocak 2012 marmara elektrik kesintisinde avm'lerin %90'ında elektrik vardı. adam, içinde 500 mağaza, her mağazada onlarca spot, aplik, klima, genel aydınlatma, otopark otomasyon sistemi, tesisin soğutma üniteleri, klima santrali, havalandırma, food court'taki restoranların pişirme/kaynatma cihazları ve aklıma gelmeyen yüzlerce elektrik tüketici cihazı hesaplamış, bunların hepsini kaldıracak bir jeneratör koymuş bir yerlere. metro, metrobüs felç ama. : ) tam istanbul'a göre. neydi bi laf vardı, altı bişey, üstü şişane.

    bi de metrobüs fecaatı var. tarihteki sayılı maskaralıklardan biri o da. dünya üzerinde eşi olduğunu sanmıyorum. sanmıyorum dediğime bakmayın. lafın gelişi dedim. eşi yok tabi ki. hemen belgelendireyim argümanımı: eğer eşi olan bir yöntem olsa idi bu, o eşinde kullanılan araçları bulur alırdık, konu kapanırdı. ama eşi olmadığı için, eşinde kullanılan araç da yok. dünya üzerinde bu amaçla üretilmiş bir araç olmadığı için, gittiler hollandalı bir üreticiden, "bu işe uygun olacağını düşündükleri" bir araçlar aldılar. hatırlarsınız, sonradan aldıkları araçların, hollanda'da eğimsiz hatlarda turistik geziler için kullanılan otobüsler olduğu ortaya çıktı. bizdeki "all day hop on hop off" otobüslerinin kullanım amacı ile kullanılmak üzere üretilmiş araçlarmış yani aldıkları. üstelik bizim öngördüğümüz görev tanımına uygun da değillermiş. test, mühendislik, araştırma vs. yapılmadığı için uygun olmadıkları denenene kadar anlaşılamadı. kullanmaya başlayınca anlaşıldı ki, olacak gibi değil. aletler, hizmet etmesi beklenilen amaca "iyi kötü" bile hizmet edebilecek durumda değiller. şanzıman manzıman bi hikayeler anlattılar. sanki sorunun şanzımanda olması bir marifetmiş gibi. bana ne sorun şanzımanda mı motorda mı? sorun şanzımanda olunca "haaa, o zaman yanlış araç almakta haklılar." mı diyeceğim sanılıyor acaba? böyle trilyonluk işlerde bu tür azami kritikleki detayların atlanmış olması mı savunma argümanı? her ne sebepleyse artık, yanlış alınan araçlar ya bi yerlerde duruyor, ya iade ettiler, ya bi o kadar daha trilyon verip şanzımanlarını değiştirttiler, bilmiyorum, takip etmedim, umrumda da değil. benim tek bildiğim, metrobüs kartını bastığınız anda girdiğiniz territory, bir medeniyet alanı değil. binecekler, william wallace'tan direktif bekleyen iskoç ordusu gibi, yüzlerinde mavi beyaz savaş boyaları eksik bir tek. gergin bir bekleyiş. "hooooooold! hooooooooooooold! hoooooooooooooooooooooooooooold!" bir duruyor alet, kapılar bir açılıyor, gerisi kan ve kemik, et ve kum. bi sefer kullandım hayatımda, tek bi sefer. yetti de arttı. binmeye çalışanlar zincirlikuyu'da çullandılar kapıya, daha inecekler inmeden. binemediler tabi. inecekler karşı direnç gösterdi. çullanan kalabalık ineceklerin karşı direnci yüzünden geri gitmek zorunda kaldı. minyon bi kız, kaldırımdan aşağı bi adım atmıştı, ayağının arkasında, tam topuğunda kaldırım olduğu için geri adım atamadı, kalabalığın geri gelmesi ile birlikte düştü popo üstü oturdu kaldırıma, önündeki de kucağına düştü... istanbullu'nun insanlığı zaten tedirgin edici bi noktadaydı benim için uzun zamandır. metrobüs alanında büründükleri halet-i ruhiyeyi gördükten sonra iyice korkmaya başladım. orman kanunları resmen. güçlü olan güçsüz olanı eziyor. fiziksel güç konuşuyor. omuz ata ata ilerliyor güçlü ve iri olan. nezaketin, kibarlığın, medeniyetin, şehirliliğin esamesi kalmamış. ve herkes, "köprü trafiğine kalmıyorum" diye diye gidip geliyor her gün işine, orda karınca gibi ezilmeye koyulduğunun farkında ya da değil. "havuz-günvelik-otopark" kafasının bir alt ekonomik sınıf versiyonu. ama aynı yaklaşım. "küçük bir konfor için kişisel haklarından ödün verebilecek kadar uzlaşmacı olma" kafasıu. bi şekilde herkes kaderine razı. şimdiye kadar yer altında 15 kat metro olmalıydı. diğer ülkele metropollerindeki raylı sistemlerin nüfus ve yüzölçümüne oranına bakarsanız, 15 kat minimum rakam hatta. oysa elimizde 2 tane metro var, taksim-levent ve yenibosna-havaalanı. şaka gibi.

    istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
    kafam şişti.
    içim şişti.
9964 entry daha
hesabın var mı? giriş yap