1240 entry daha
  • 12 ocak 2012. öğle vakti.
    sıradan, soğuk bir ankara günü. mavi gözlü zayıf adamın, yeşil gözlü şişman kadın hakkında kurduğu bildik cümle. aslında yeterince açık, bir daha görülemeyecek olmanın hissetirdiklerini anlatmakla kıyaslanınca. ellerinden gelen her şeyi yapmışlar ama maalesef seni kaybetmişler. doktorunun samimiyetinden en ufak şüphem olsaydı, bu boktan kalıbı kullandığı için onu öldürebilirdim. içimden geçmedi değil. sonra vazgeçtim. nasıl anlatırsa anlatsın, yoğun bakım salonundan canlı çıkmayacaktın. ve tüm kalbimle inanmıştım ''kendi anne babamızla ilgilenir gibi ilgileniyoruz'' deyişine doktorun bir gün önce...

    mavi gözlü adam baş sağlığı diledikten sonra, senin morga indirileceğini, bizim de gidip orda beklememiz gerektiğini söyledi. indik. adamlar seni getirdiler. cüssenden tanıdık. yüzün dahil olmak üzere, paketlenmiştin beyaz örtüyle. köy evlerinin bir köşesinde duran, bez torbanın içindeki un gibi. seni sardıkları örtünün her yerinde kanın vardı. yüzünü açtılar. elimi alnında gezdirdim. sıcaklığın kalmamıştı ama çok da soğuk değildin. sarılmak istedim. izin vermediler. sanki uyuduğunu sanıyordun ama bu işte bir bokluk olduğunu da sezmiştin gibi geldi bana.

    kızın kendini ordan oraya çarptı. yere yatıp kollarını bacaklarını savururken, ters dönmüş bir hamamböceğinin çırpınmasını andırıyordu. kaldırıp ordaki sandalyelere oturttular. sustu.
    damadın, senin bir an önce karşıyaka mezarlığına götürülmen gerektiğini insanlara söyleyip duruyordu. elinden gelse aynı saat gömerdi belki.

    ameliyathane, yoğun bakım, morg, cenaze arabası, karşıyaka mezarlığının camisindeki çekmece. tam olarak böyleydi istikametin. ertesi güne kadar. çünkü bilirsin, cuma günü defnedilmek daha hayırlı. öyle diyorlar.

    sağlığında banyo yapmak için yengemlere gidermişsin daha çok. tek yaşadığın evde, kayıp düşmek, öylece bulunmak seni korkuttuğundan. ve sırtını keselemesi için çağırdığın yengeme vasiyetinmiş, öldüğünde seni yıkaması. onunla beraber geldik yanına cuma sabahı sekiz civarı. başka bir cenazeyi yıkıyordu görevliler o sırada. işleri bitince, önce kahvaltı yapacaklarını, daha sonra seni yıkayabileceğimizi söylediler. hayat nasıl da devam ediyordu. durduğun çekmeceye en fazla beş metre uzaklıktaki küçük odada kahvaltı yaptılar inanabiliyor musun?

    sıra sana geldi. yedi kişi zor taşıdık o çelik masaya seni. hükümet gibi kadındın vesselam. ben, yengem, iki görevli kız ve bir hoca kadın, üzerindeki kanlı örtüyü çıkardık, saçlarını lastikle toplamışsın kim bilir ne zaman. onu kesip açık bıraktılar saçlarını.
    seni daha önce nerelerde yatarken gördüğüm geldi aklıma. yatakta, koltukta, halının üzerinde, kumsalda, piknik örtüsünün üstünde...
    o soğuk çeliğin üstünde yatmanı, sebebi ölüm bile olsa kabullenmenin imkanı var mı sanıyorsun yoksa? senden önceki merhumenin ardından sadece su tuttular oraya. ve aynı plastik eldivenler dokundu sana.

    yıkadıkça akıyordu kanın çoktan patlamış dikişlerinden. sol bacağını artık normal kabul etmek mümkün değildi. ilk kez çürümüş bir insan bacağı gördüm. ve bir ara, yarım dakikalığına falan itiraf etmeliyim ki inanılmaz kötü bir kokuyla doldu oda. sonra geçti. yerini sabun kokularına bıraktı. kadınlar seni yıkarken bir sürü dua okudular. sırtında, kollarında, bacaklarında her yerinde morluklar vardı. galiba uzun süre yatmak zorunda kaldığın için.
    en kötüsü neydi biliyor musun? iyi ki görmedin. ölüm sertliği dedikleri var ya hani, o yüzden kaskatı kesilmiş bedenini sağa sola sanki tahta çevirirmiş gibi çevirip yıkamaları. bu çok ağırıma gitti. önceden, uykudan yeni uyandığında saçların başının arka tarafında yoğunlaşarak havaya doğru dikilirlerdi. biraz korkardım o zaman senden. ama seni çevirirlerken havaya dikilen saçlarından korkmadım hiç. bırak güç kullanarak hareket ettirmeyi, kendiliklerinden savrulan tek parçan olmaları hoşuma bile gitti.

    -ve bu satırları okuyan, öldüğümde bir şekilde yakınlarımda olacak olan birisi olursa eğer, vasiyetim olsun; o pamuğu istemiyorum. çok ciddiyim. bedenimi rahat bıraksınlar. sağlığımda kaç gün abdestli gezmişim ki, öldüğümde abdestimin bozulma ihtimaline karşı tıkacak plastik eldivenli eller bir tarafıma pamuğu? kimi kandırıyoruz?-

    ben kefeni daha değişik şekilde satılır sanıyordum. nasıl olduğunu düşünmemiştim ama böylesi çok garip geldi. tam takım. kadınsan eğer baş örtüsü de koyuyorlar takımına. tabutun baş kısmına örtülsün diye. kefen, baş örtüsü, sabun, lif, kına, havlu, çörek otu. bazı paketlerde gül suyu da oluyormuş. sanırım o biraz bahtına. ama zaten gasilhanede bir sürü gül suyu şişesi mevcuttu, senin takımında olmasaydı bile. yaşlıların, kefen parası olarak biriktirdikleri demek bu altı-yedisi bi' yerde içinmiş.

    kanın akmaya devam ettiği için, kefene sarmadan önce -yengem her ne kadar herkese anlatırken ''muşamba'' dese de- üzerine önce havlu, sonra poşet sardılar. bildiğin siyah çöp poşetlerinin yandan yemişi. hiç de muşamba falan değildi. kefeni sararlarken, bir an için o bez parçası senden daha önemliymiş gibi geldi bana kadınların davranışlarından. sertleşmiş tahta gibi olan bedenini evirip çevirdiler. halbuki sen daha sabit kalmalıydın sanki. kefen sana uysaydı, sen değil. peygamber ''çörek otu, ölümden başka her derde devadır'' dediği için, sararlarken kefenin içine çörek otu attılar. gülmek istedim, gülemedim. bir de ayaklarına ve ellerine kına döktüler. onun hikmeti nedir bilemiyorum. benim ellerime yakardın küçükken. bir gece ellerime çorap sarar, öyle yatırırdın. sabah olunca çorapları elimden çıkarır, kınaları güzelce yıkardın. o kırmızılık, zamanla siyaha yakın bir renk alır, sonra yeniden kırmızılaşır, zamanla açık turuncu ve sarı olup, kaybolurdu. ama biz sana kınayı yakmadık. sadece döktük eline ayağına. dalga geçer gibi. öldüğü için kına mı yakılır bir insana? artık hangi saçma geleneksel bir mantıkla yapılıyor bilemiyorum. gül suyu olayını sevdim ama. tabutuna sarılıp ağlarken mis gibi kokun geliyordu burnuma. gül suyunu çok seversin.

    kefenle güzelce sarılıp, yırtılan parçalarıyla da bağlandıktan sonra artık üst kata çıkma hakkını kazandın. cenaze namazını kılacaktı erkekler cuma namazından sonra. beklemeye başladık. senden sonra tam on altı cenaze daha yıkanıp geldi. karşıyaka mezarlığının o kadar büyük olmasına şaşmamalı. bir seferde on yedi cenaze. dile kolay. tabutların çevresinde toplanmış kadınların çoğu ağlıyordu. bir ara feryatlar o kadar yükseldi ki, hangi grup cenazesine daha fazla ağlayacak, gibi bir yarışma düzenleniyor sandım. kısacası gülkız babaannem, orda olmaman gerekiyordu.

    dörder beşer okudu hoca isimlerinizi, teker teker kılınmadı cenaze namazlarınız. savaş zamanı olmasa da, büyük şehir yoğunluğu. erkekler önde, kadınlar arkada haklarını helal edip, iyi bilirlerken, cenaze namazı kılınmaya başladığında dedikodu yaptı kadınlar. çok ilginç geldi. bazı hemcinslerinin de cenaze namazı kılmasını ayıplıyorlardı. neymiş efendim, kadınlar cenaze namazı kılmazmış. boş işler.

    cenaze arabalarına götürülürken karışmayın diye tabutların üzerine isimlerinizi yazmıştı görevliler. sevdiğin bir insanın adını o beyaz kağıdın üzerinde görmek kolay değilmiş. senin mezarın camiinin hemen altındaki yolun solunda. amcama, yani oğluna yakın. ayrı geçen on iki yılın hasretini giderirsiniz artık ana oğul. ''seni tabut da almaz gülkız hanım'' derdi yengem şakasına önceden. hakikaten de biraz yan koyabildiler tabutuna. yıllardır tam yüz kilo gelmeyi nasıl başardıysan, bir şekilde sığdırmayı öyle başardılar.

    herhangi bir mezarlığı seven insan var mıdır bilmiyorum fakat ben bu karşıyaka mezarlığını hiç sevmedim. yokuşların arasına insan gömüyorlar. en iyi ihtimalle italik harfler gibi durabildiğimiz bir yere omuzlarda taşınarak getirilmeni bekliyorlar. gören de koca ankara sadece dağ, taş, tepeden oluşuyor sanar. bir süre sonra bedeninin yumuşak kısımları kalmayacak olsa da, yine de sıkış tepiş o kadar yan yana, o kadar boş olan her yeri değerlendirelim mantığıyla gömülmen hoşuma gitmedi.

    erkekler tuttu kefeninin uçlarından. özenerek yerleştirdiler buz gibi çukura. hemen yukarıdan sana bakıyordum. montumun içinde donarken, o bez parçasının içinde üşüyüp üşümediğini düşündüm. kıble, sana göre sağdaymış. o yüzden başını ve bedenini hafif sağa çevirdiler yatırıldığın yerde. sadece bacaklarının olduğu kısma biraz toprak attılar. sonra beton kuyu kapaklarına benzer, ince yassı dikdörtgenden yapılmış gri üç taşla kapattılar üzerini. yüzün ve o kuyu kapakları arasında tahminimce en fazla otuz santim falan bıraktılar. sonra da işte ilerde mezar taşının koyulacağı yere kadar toprakla kapattılar mezarını. artık ne zaman birisi çıkıp, ankara'nın griliği geyiğini yapacak olsa aklıma sen geleceksin. ankara gri bir mezar kapağı. sen toprağın altında yatarken, başında dikilip sakince dua okuyan insanlara baktığımı hatırlıyorum. gözümü açtığımda bileklerimi ovan, bana su içirmeye çalışan kalabalığın ortasında buldum kendimi.
    aklıma yıllar önce seninle bindiğimiz bir belediye otobüsünde sıcaktan bayıldığım geldi. gözümü açınca o kadar insanın seni sakinleştirmede başarılı olamadığını görmüştüm. mezarından çıkıp ''yavruuuumm ne oldu sana kuzuuumm'' diye ortalığı yıksaydın yine keşke. buna bile tepki veremediysen, gerçekten öldün galiba gülkız babaannem.

    ve biz mezarlıktan sonra senin evinde gidip yemek yedik. sonra da helva. yemek istemeyenler için de kılıfı hazırlanmış gelenek ayağına ''yiyin yiyin, onun canına gidiyor'' inandık mı? senin canına nasıl gidebilir ki? o değil de, biz seni çok seviyorduk babaanne. seni o kadar çok seviyorduk ki, sen buz gibi mezarda yatarken, biz yemek yedik. başka nasıl olabilir bilmiyorum. ilgilenmiyorum da. ne kadar ikiyüzlü olduğumuzu iyi ki görmüyor ölüler...

    ne güzel bir isim seçmiş sana ''gülkız'' diyen. öyle demiş ve sen de o zor hayatına rağmen itiraz etmeden gülmüşsün. aklımda hep bir şeylere nefessiz kalana kadar güldüğün anlar var. ne zaman kemençe sesi duysan hepimizi yan yana dizişin, her telefon açışımda ''kurban olurum seslerine yavruuuum'' diye bağırman... ama en çok da son iki yıldır bir türlü yanına gelemeyişim yüzünden ''seni çok özledim yavrum gel de göreyim ne olur'' diye ağlaman yiyor içimi.
    sağlığında son kez göremedim, konuşamadım ya nefret ediyorum kendimden. anjiyonun ardından apar topar by pass ameliyatına alınırken, telaşlanmayayım diye haber yollatmamışsın. daha neyde telaşlanılacaktı... durumun ağırlaştığında artık mecburen haber vermişler bana. tam iki yıl bir fırsat yaratıp gelemeyen ben, akşam onda aldığım haberle, sabah yedide yanındaydım. demek ki mesafeler en yakındaki uçakla hemen halledilebiliyormuş. demek ki istesem gelirmişim önceden de. gelmedim. ama yemin ederim ki istemediğimden değil. haftaya gideyim, gelecek ay gideyim, şu tatilde gideyim... hep koşturmaca be babaanne. ya da belki sadece babama çektiğim için.

    yoğun bakımda, mavi gözlünün ''her an kaybedebiliriz'' demeleriyle toplanan kalabalığı ilk gördüğümde şöyle en az üç dört çocuk doğurasım geldi ilerde. torunların ve torunlarının çocukları sadece elliye yakındı. bir kadının sebep olduğu onca can. dedim ki içimden, yaşlandığımda falan iyi olur. biri bakmasa biri bakar. ne güzel toplanmış hepsi. yoğun bakım salonunun hemen önünde, fısır fısır miras konuştuklarını duyunca fikrim değişti. ve seni gömdükten sonra tırım tırım bütün çekmecelerde altın arayan halam yani öz kızın tamamen sildi. ben uzak bir şehirde olduğum halde, annem ve oğlun ben küçükken boşandığı halde bendeki emeğinin hakkını ödeyemem. kaldı ki seninle aynı şehirde olan bütün torunlarının ve çocuklarının hepsinin üzerinde bir ömürlük emeğin var. fakat hepsinin ne kadar boş olduğunu görmediğine sevindim.
    dört evladının, biri hariç, ki kendisi rahmetli oğlundur. diğerlerini çöpe atmak lazım. diğer oğlun yani babam, cenazene bile gelmedi. bundan aylar önce kendisinin öldüğüne dair bir haberler uçurmuştu bana. çok umrumda olmadığı için deşmemiştim. fakat yengemler deşmiş. senin bunlardan haberin yoktu dayanamazsın diye. uzun lafın kısası, ölmemiş. 118'ler sağolsun, bir sürü numarayı tek tek arayarak buldum onu. söyledim. yok azerbaycan'daymış da, bi' şeyler bi' şeyler... zaten on yıl önce evdeki hakkını almak için tutturduğunda senin kolunu ve kapını kırdıktan sonra bir daha hiç arayıp sormayan bir adamın, kalkıp gelmesini beklemiyordum. oğlunun babam olmasından utandığım çok zaman oldu şimdiye kadar babaanne. ama onlarca kişinin ''demek baban gelmedi'' deyip yüzüme bakmasıyla yüzlerce kez yerin dibine girdim. halam desen biliyorsun yarım akıl bile değil. zorlasan belki çeyrek. hayatta kalacak kadar kafasının çalışmasına şükretmek lazım. ama o birkaç hücresiyle altın bulmaya çalıştı. diğer kızın da cenazene gelmeyenler arasındaydı. aynı şehirde, hatta aynı semtteki diğer gerizekalı kızın. torunların ve onların çocuklarından da gelmeyenleri tek tek saymak istemiyorum artık. ama bütün çabaların boşaymış, bu bana verdiğin son ders. belki de dedemin hala oğlun olması sebebiyle, ya da sonraki kuşağın da hep akraba evliliği tercihiyle bilmiyorum, ailede akıllı adam sıkıntısı var. herkes bir tuhaf. ve ankara'nın göbeğinde doğup büyüdükleri halde nasıl o kadar cahil kalmayı başardığını anlayamadığım yakın akrabaların ayrı komedi. okumayı güç bela başarıyorlar fakat tespihle yetmiş bine kadar bir şeyleri çekip dualarlerken matematikleri hayret vericiydi. elli yasin'i paylaştırırlarken mesela, alkışlamak istedim. şimdi önlerinde yedi, kırk ve elli ikinci günlerinde dualanması için toplanması gereken sayılar var. umarım karıştırmadan halledebilirler. ki zaten her şeyin yolu da hazır şu canım memlekette. ''eksikleri melekler tamamlar'' temiz iş.

    dünya, gelmiş geçmiş en güzel yoğurt çorbalarını yapabilen kadını kaybetti. yani sadece seni tanıyanları ilgilendiren bir hadise değil vefatın. ve hiç tanımadığın halde sevindireceğin onlarca çocuğun hatıralarında yer edemeyecek oluşuna üzülüyorum. ceplerinde şekerler, çikolatalar, hatta nerden bulduğunu bilmediğimiz oyuncaklar... arkandan tespih çekmek saçma geldi. eğer ki varsa bir cennet, biliyorum gülümsettiğin çocuklar bile yeter en güzel köşesinden bir yer bulmana. gömülmenden iki saat sonra yemek yemiş insanım, yüzlerce yasin okusam ne manası var?

    ne çok severdin evini... son kez gördüm sanırım senin yerleştirdiğin şekilde eşyalarını. yirmi bir yıllık hayatım hiç kalır, elli küsur yıllık evinin yanında. o kadar anıyı nasıl taşımış hayret. kapının önündeki tahta sandığın üzerine koyduğun minderi buldum. mevsimi değildi aslında. sen genelde bahar ve yaz döneminde orda oturur, saatlerce bakardın karşıdaki parka. ben de baktım. ama bir şey göremedim. belki sen görüyordun orda eski fotoğraflar arasından bulduğumuz günleri. eskiden henüz orda park yerine askeriye olan günleri, ya da bahçede yapılan onlarca kişilik dev piknikleri, oğullarının sünnet düğünlerini, veya kızlarının gelinlikle çıkıp gidişlerini... neler görürdün baktıkça kim bilir.
    ev sevgim kesinlikle senden geçmiş bana. anısı olan eşyalara bağlılığım falan. ne kadar aptalca bir huy olduğunu anlamak için belki de ölmek gerekiyor. kirlenmesin diye üzerine bir şey örtmeden oturmaya kıyamadığın koltuklara, kaç gündür onlarca kocaman kıç oturdu. yıpranır diye yıkatmaya kıyamadığın, kirlenmesin diye inanılmaz dikkatli kullandığın battaniyeni, halıların örtmediği yerleri kapatması için yere serdiler. dolabında hiç giymediğin birbirinden güzel giysiler kim bilir kimlerin elinde üç günde eskiyecek. sen de sürekli aynı eskileri giydiğinle kaldın işte. her şeyin karneyle alındığı, bir çok şeyin paran olsa bile alınamadığı yılları gören pek çok yaşıtın gibi, her şeyi idareli kullanma hastalığına sahiptin. yarım ekmeğe bir parmak peynir, buz gibi evde açılmayan kombi, yamalı çoraplar, eski kumaşlar birleştirilerek yapılan tuhaf bezler... yemeyip, içmeyip, ısınmayıp, kendi canından kısarak biriktirdiklerin hiç olacak. adil değil.

    kötü olduğun haberini alıp hastaneye geldiğimde izin aldım doktorundan, yanına girmek için. yan yana yatan bir sürü hastanın içinde hemen çarptın gözüme. bir gözün hafif açık, sanki az önce senin beş katın birisinden öldüresiye dayak yemiş gibi yatıyordun. her yerinde kablolar, solunum cihazının ağzına giren borusu... morarmış ayaklarına kıyamayıp örttüm üzerlerini. elinden tuttuğumda önce hiç oralı olmadın. yüzüne dokundum. omuzlarına da. ellerinin soğukluğu yoktu hiç oralarda. kulağına yaklaşıp ''ben geldim'' dedim. ''babaanne ben geldim''
    bacaklarını oynatmaya başladığında hemşireyle göz göze geldim. onun gülümsediğini görünce anladım sana zarar vermediğimi. hortuma inat çıkarmaya çalıştın ya dilini, bir şey söylemek ister gibi. elimi o kadar güçlü sıkan sen olamazsın şu an toprak altında yatan.
    sakin olmanı, her şeyin düzeleceğini, benim hemen kapının orda seni beklediğimi, konuşmak için çok zamanımız olduğunu anlatırken elimi sıkıp, baş parmağınla elimin üzerini okşuyordun. sonra yine bir şey söylemeye çalışıyor, başaramıyordun. bu şekilde tam beş yüz seksen yedi yıl geçti birileri beni ordan çıkarana kadar.
    eskiden olduğu gibi yanına kıvrılayım, kokunla uyuyayım istedim. belki yine yüzümde öpmedik yer bırakmayarak uyandırırdın beni. nazlanırsam gıdıklardın. sen bütün gürültünle horlar, ben umursamazdım... olmadı.

    1923'te başlayan hikayen, 2012'nin soğuk bir gününde son bulmuş oldu. bana hep, sanki ben yaşlandığımda bile sen yine aynı yaşlı halinle yanımda olursun gibi gelmişti. yokluğun o kadar uzak bir ihtimaldi ki, ciddi ciddi aklımdan hiç geçmemişti. unutmadan, sanırım yetmiş küsur yıldır takıyor olduğun küpelerin, asırlık radyon, elinden hiç düşürmediğin tespihin, ördüğün beş çift patik ve hala beyaz saçlarının, kokunun durduğu baş örtün bende. daha iyi saklayabilecek başka birini tanımıyorum. için rahat olsun. benim içimi rahatlatmak istiyorsan eğer, tek bir sorum var sana. cevaplayamayacak olduğunu bilsem de, mucizevi bir şekilde ulaştırma yolları varsa eğer o taraflardan, beklerim gülkız babaannem;
    bana ne diyecektin?
5297 entry daha
hesabın var mı? giriş yap