3 entry daha
  • -yusuf akçura-

    bir müddettir türkçe gazete ve kitap gelmiyor diye sıkılıyordum. bu gün posta ile resmî ve gayr-ı resmî - gayr-ı resmî yâni tufeylî muharrirlerin bütçe hesâbına basılıp da kaarii olmayan ve resmî posta ile herkese sunulan eserleri- ve daha bâzı kitaplar geldi. içlerinde ankara türk ocağı'nın "türk yılı" diye çıkardığı kırmızı kaplı, sâlnâme çeşnisinde, kocaman bir kitap vardı. bu ocak mecellesini okumak üzere yatağıma uzandım.

    bu kitabın başlıca merâkı celbeden kısmını "türkçülüğün târihi" diye yusuf akçura yazmış. onbeş sene evvel bir gün cenab şahabeddin demişti ki: "ak çura, kara çura geçitte belli olur!" bu söz hatırımda kaldı. maamâfih onbeş seneden beri hayli geçitlerden geçtik. şu kazanlı mütefekkirin ak mı kara mı olduğunu anlamak henüz kaabil olamadı. bir bakıma göre bu zâtın bir fârikası var gibidir; türklüğün hâricinde bir satır yazı yazmaz ve bir söz söylemez, ihtisâsı türklüktür. ancak şu yirmibeş seneden beri peşinden koştuğu türklüğe dâir yirmibeş kelime ile ifâde edilebilecek bir fikri sâbit midir? işte dikkat olunacak nokta budur.

    gökalp, yusuf akçura'yı dinmez bir kinle tâkîb eder, idealsiz ve tereddüdün timsâli bir adam olarak târif ederdi. onun bu kîni gerçi politikacılığından mütevelliddi; zîrâ yusuf akçura'yı ittihadcı olmak üzere merkez-i umûmî'ye sevketmişti, ona da maskeli adamları, üstünde bir ruvelver, bir kur'an bir de yemin metni olan masayı hazırlatmıştı, fakat yusuf akçura edecek yemin metnini görüp osmanlı, islâm gibi kelimelerine tesâdüf edince, böyle hâyîde ve avâm-pesendâne mefhumlar uğrunda fedâ-yı cân edemiyeceğini beyân etmiş ve merkez-i umûmî'den kapıdışarı edilmişti. ziya bey, o zamandan beri idealsiz, mütereddid diye yusuf akçura'yı bir engizisyon hışmıyle tâkîb ediyordu. bu işe âgâh olan ittihadcılardan bâzıları bir gün diyorlardı ki: "yusuf akçura, osmanlılık ve islâm uğrunda fedâ-yı cân etmek taahhüdünü medeniyetperverliğe muhâlif gördüğünden değil fakat betahsîs "fedâ-yı cân etmek" taahüdünden korktuğundan ric'at etmişti." bu müşâhedede bulunan babayiğit zevâta ben de bir şahsî mütâlâamı serdettim: "şu yusuf akçura'nın idrâkine bakınız ki asıl şimdi fedâ-yı cân etmek vaziyetine düştü; yoksa sizin aranıza girseydi, hakîkaten ibkaa-yı cân ederdi. kendisinin cebânetine değil belâhetine hükmetmek daha doğru olur." dedim.

    yusuf akçura idealist midir, değil midir, bu bir bahistir. bütün ömründe bir cereyânın arkasından koşan insanlara, meselâ sulh kongreleri peşinden pâyitaht pâyitaht dolaşan ve passifiste diye yâd edilen kimi süpürge sakallı, kimi alman gözlüklü bir çok tatsız hatiplere, yine bu nevîden esperantoculara, kü'ûl aleyhdarlarına, genç kızları fuhuştan kurtarma dernekleri âzâlarına, hâsılı dinlerin tevhîdi vâizlerine idealist diyorlar. çünkü bu adamlar bütün hayatlarında bir fikrin peşinden koşar addediliyorlar. bunun için böyle anılıyorlar. hakîkatte bu tufeylî sürüsü, muhtelif hükûmetlerin, bütçelerin, mütenevvi' cemiyetlerin sandıklarından taayyüş eden, beynelmilel içtimâlarda rîyaset masalarında uzun redingotlarıyle hakîkî şahsiyetlerin aralarında kendilerini gösteren, matbûâtta zaman zaman resimlerini gösteren, fakat hiç bir şey olmayan bir sınıf insandır. bu sınıfın arasında hakîkî bir idealiste çok nâdir olarak tesâdüf olunur. fakat belâhet bu sıfatı onlara verenlerdedir. idealist, hatta tufeylîce olmasa bile bir fikr-i sâbit peşinde koşan adama denilmez. nice idealistler vardır ki muhtelif ve hattâ biribirine zıd fikirleri tâkîb ettikleri halde dâimâ idealist kalmışlardır. meselâ şu son büyük harbde, 1914'de ölen fransız nâsiri charles péguy idealist insanın nümûnesiydi; yazıları okununca ne kadar idealist mizacda bir insan olduğu derhal anlaşılır. işte bu charles péguy önceleri sosyalistti. sonra birdenbire değişti, nasyonalist ve hıristiyan oluverdi, maamâfih neşriyâtına aynı ateşle devâm etti; hâlinde hiç bir döneklik görülmedi. sebebi gaayet basitti; zîrâ bu ulvî mahlûkun mesleği değişmiş, fakat "mizâc"ı değişmemişti. idealist, bir mizâcın sıfatıdır. ömerü'l fârûk, müşrik iken ne kadar âteşîn ve mûtekıd bir adamsa, müslüman olduktan sonra da o derece âteşîn ve mûtekıd kaldı. halbuki bütün hayâtında dimdik ve kaskatı, meşrûtıyyet-ı osmâniyye diye tek bir yol tâkîb eden ahmed rıza bey, bir defâ olsun bir idealist harâreti veremedi. çünkü idealist yaratılmamıştı.

    yusuf akçura'nın idealistliği de bu nevîdendir. yirmibeş seneden beri tek bir yazısıyle bir defâ hafif bir harâret olsun neşretmemiş, fakat daha şaşılacak şey, belirmiş bir fikir olsun söylememiş olan bu zât, ocak, dernek, kongre içtimâlarında, riyâset masasının başında, türkçülüğün "âbâ-i kenîsâ"sından bir havârî gibi görünür; ilmî tasnîf ıstılahlarıyle karışık, berbad bir şeyler söyler, köpürür, bu memleketin biz zavallı çocuklarına bizans bakıyesi gibi sıfatlar savurur. bizans dedim de hatırıma geldi. yusuf akçura bizans düşmanıdır ve osmanlılığı onun bakıyesi sayar, bizi türk görmez, rum devşirme piçleri gibi bir kemiyet bilir. maamâfih bu kazanlı mütefekkirin 1923 intihâbâtında nâmzedliği kars'dan konulmuştu. kars, kazan'a hayli mesâfede bir şehir ise de, harb-i umûmî ortasında erzincan'da olan kafkas cephemiz nev'inden, kars vesâirenin cihet îtibârıyle olsun, kazan'a bir nisbeti vardır. onun için bu tatar vatandaşın nâmzedliği oradan konulmuştu. fakat yusuf akçura kabul etmedi. istanbul'dan, bizans'dan mebus çıkmak istedi. istediği de yapıldı.

    o vakitten beri mülevves bizans'dan bahsetmeğe devâm ederek istanbul'u temsîl etmektedir.

    yahya kemal beyatlı

    iç. "siyâsî ve edebî portreler", istanbul fetih cemiyeti no: 60 / yahyâ kemal enstitüsü no: 11 / yahyâ kemal külliyâtı no: 8, 3.b., istanbul-1986, s. 124-127.
63 entry daha
hesabın var mı? giriş yap