4 entry daha
  • her şeyden önce bir kitap... cenk, selin ve şizofreniden peyda olmuş deniz üçgeninde yaşanan bir aşk hikayesi...

    kitap, rahmi vidinlioğlu tarafından 1994'ten başlayıp 2005'e kadar süren 9 yıllık süreç içerisinde yazılmış; büyük bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkmış olduğu belli. kitaptaki betimlemelere ve benzetmelere diyecek laf yok; hepsi birbirinden güzel, hepsinin üzerinde büyük bir uğraşın ve yaratıcılığın izleri var.

    fatih sultan mehmet'in istanbul'a olan aşkı gibi, bu kitap da bize gerçek aşkı anlatıyor; şehvetten ve yalandan uzak olan bir aşkı, insanların alelade bir bedene sahip olmayı sandıkları yalan aşkları değil. insanların, alelade bir bedene sahip olmayı aşk sandıkları yazıyor kitapta. bir servete sahip olmak gibi. ama önemli olan o servete sahip olmak değil, o serveti elde tutmak ve büyütmektir. ancak o serveti elde tutmak ve büyütmek için de, insanın olgun olması gerektiğinden bahsediliyor kitapta. bir çocuğun eline büyük bir servet geçtiğini düşünün. çocuk toy olduğu için, bu serveti büyütemediği gibi, elinde de tutamayacak ve harcayıp tüketecektir. ancak olgun bir insan bu serveti elinde tutup büyütebilir. bir insanın olgunlaşması için de, o insanın acı çekmesi gerektiğini söylüyor kitap. "acılar insanı olgunlaştırır" diyor.

    bu kitabı kupkuru ve buz gibi soğuk yalnızlığımla beraber okurken, kıskançlıkla karışık bir özlem hissetmedim desem yalan olur. the notebook filmi aklıma geldi sayfaları çevirirken. o film de bize gerçek bir aşkı anlatıyordu; suratımıza suratımıza çarpıyordu aşkın ne demek olduğunu. iki insanın birbirini delicesine sevmesi. kitapta da dediği gibi birbirlerinin ruh eşi olması. bakışları birbiriyle kesiştiğinde gözbebeklerinde oluşan o parlaklık. konuşmaya gerek kalmadan, birbirlerinin yüzüne baktıklarında anlatmak istediklerini hemen anlayıvermeleri; sevgiyi ve yalanı daha o anda yüzlerinden okumaları. aralarında hiçbir yalanın olmaması; kendilerini birbirlerine olduğu gibi açabilmeleri, içlerinde her ne varsa birbirlerine dökebilmeleri. bazen kavga edip sonra hemen tekrar barışabilmeleri. oğuz atay'ın tehlikeli oyunlar kitabında dediği, "bizi biz olduğumuz için sevmezler; güçlü olmalıyız" sözüne inat, birbirlerini sadece o olduğu için; hiçbir çıkar gözetmeksizin sevebilmeleri. birbirleri için her türlü fedakarlıkta bulunabilmeleri. birbirlerine her konuda yardımcı olmaya çalışmaları, birbirlerine destek olmaları. kitapta da dediği gibi, ruhlarını birbirlerine akıtabilmeleri. birbirlerini sadece mutlu etmeye çalışmaları. her şeyin, o varken anlam bulması. the notebook filminde noah'ın, çocukları yanındayken sevgilisi allie için söylediği, "anneniz benim evim" sözündeki gibi, birbirlerinin evi olmaları.

    bunlar... bu yukarıda anlattıklarım... güzel şeyler. ama hiç gerçekçi değil tabii. kim kimi böylesine sevebilir ki!? hiçbir karşılık beklemeden, yalandan ve şehvetten uzak. ancak kitaplarda veya filmlerde olur zaten böyle aşklar. gerçek hayatta böyle şeyler çok küçük ihtimaller dahilinde insanın karşısına çıkabilir, veya çıkmaz. her ne kadar gerçekçi olmasa da okuması güzel mi? evet güzel.

    edit: aylar sonra bugün tekrar aklıma geldi bu kitap. bugün düşündüm ve bu kitabın teması nietzsche'nin, "sevdiğini hor görmek zorunda kalmamış kişi ne bilir ki sevmeyi!" sözüne dayanıyor sanırım ve bu söz aynı zamanda kitapta da geçiyor.
5 entry daha
hesabın var mı? giriş yap