46 entry daha
  • kitap okumak için belli bir ritüelim yoktur. öyle yağmur, kahve, battaniye romantiği değilim. kedi ile zaten aram yok. neyse ki, uçan kuştan, esen yelden, açık duran dolap kapağından, eğik takılan kubbe aleminden bozulan konsantrasyonum, konu kitap olunca bin yıldır hareketsiz duran bir bir buddha heykeli suretine bürüneviyor. sanırım şu hayatta en şanslı olduğum konu bu. mekan ve zaman farketmeksizin kitap okuyabilirim.

    son bir kaç yıldır sadece mustafa kutlu okurken bir ritüele sahibim. son 3 yıldır kutlu'nun çıkardığı kitabı hep aynı kayısı ağacının altında, aynı menekşelerin dibinde okudum, bir oturuşta. anadolu yakası 'nı okurken de bu ritüele sadık kaldım. mustafa kutlu ne yazarsa yazsın, okurken insan kendini ferahfahur hissediyor. tarla tapan, mal davar, çiçek böcek, ay yıldız, köy kent derken kitap bitiveriyor. bu da hikaye mi canım diye dudak bükerken, kendimizi çok eskiden bildiğimiz ama şimdilerde unuttuğumuz bir kurgunun içinde buluveriyoruz.

    kutlu bu geleneğini yine değiştirmeden ve son yıllarda yaptığı gibi, sadece bir hikaye anlatmak yerine alt metinde okuyucuya fikirlerini de söylüyor. evvel eskiden beri yapar bunu. iyi ki de yapar. ama bu fikreden ses hikayede biraz gür çıkınca ortadaki hikaye flulaşıyor. bir fotoğrafın netlik ayarı gibi. önde fikirler netleşirken, fon bulanıklaşıyor. bir zararı var mı? elbette ki yok. ama ben her mustafa kutlu kitabı kapağı açtığımda içime dolacak olan o başak, yağmur, hanımeli kokusunu hâlâ ve ısrarla arıyorum.

    anadolu yakası güzel bir hikaye ama bir uzun hikaye değil...
82 entry daha
hesabın var mı? giriş yap