3 entry daha
  • magnum ajansi’nin kurulmasi
    bir hikayenin sadece bir başlangıcı olmaz, bir hikaye tekrar ve tekrar başlar. magnum’un
    hikayesi 1934’de bir ocak günü, montmartre ve montparnasse arasında giden bir paris
    treninde başladı. biz yolculardan ikisi üstünde duracağız. bunlardan biri genç, uzun boylu,
    zayıf, sarışın, açık tenli, ateşli gözleri tutkuyla dolu ve bej ceketi ile gayet şıktı. ve biraz
    önce objektiflerini yeni taktığı bir leica ile meşguldü.
    karşısında hafifçe kıvrılmış bir başka adam oturuyordu; kısa ve hatta ilk adamdan daha
    zayıf ve gençti, yoksul bir giyinişi vardı. gözleri kalın camların ardında saklanmış, bir
    büyü içinde diğer adamı inceliyordu. sonunda sessizliği bozdu ve karşısındaki adama “bu
    ne çeşit bir kamera?” diye sordu. ikisinin de gözleri leica üzerinde buluştu. o anda,
    hiçbir fotoğrafçının kolayca yakalayamayacağı güçlü bir arkadaşlık doğdu: henri cartier-
    bresson ve david szymin, (bazıları chim bazıları david seymour olarak tanır) yirmi iki yıl
    sürecek bir dostluk kurdular.
    bir kaç hafta sonra dome café’de chim ve henry uzun boylu, iri yarı bir adamla el
    sıkışıyorlardı. adam, bir aşığın gözlerine ve içten bir gülüşe sahipti. bu kişi, daha sonra
    robert capa olarak tanınacak olan andre friedmann’dı. andre yakışıklı bir adamdı ve
    henry bu güzelliği takdir ediyordu. andre hayat doluydu ve henry’de hayatı seviyordu.
    bresson ve capa bir araya geldiklerinde o inanılmaz dengeyi yakalamıştılar.
    bu, magnum ve kurucularının başlama noktasıdır. bu iş kolaylıkla burada da kalabilirdi.
    temel fikir dört yıl sonra, bob capa’nın çeşitli müşterileri tarafından gönderildiği çin’de
    şekillendi. bütün proje capa’nın editörü simon guttmann tarafından 1932’de berlin’de
    gerçekleştirildi. bir arkadaşına yazdığı mektupta capa, atölyesinin, geleceğinin ve çin
    gezisinin onun fikri olduğunu söyler. birkaç gün sonra capa eski bir arkadaşı olan ladislas
    glück’a genç fotoğrafçılardan oluşan bir toplulukla çalışmaya başladığını, cartier-bresson
    ve chim ile birlikte avrupa’da bir organizasyon kurmayı planladığını ve bunun hiçbir
    şekilde sıradan bir ajans olmasını istemediğini söyler. capa’nın biyografisini yazanlardan
    richard whelan bu mektubun magnum’un tohumlarını barındırdığını söyler.
    kıvılcım montparnasse’de çaktı, fikir han-ku’da şekillendi ve anlaşma 1947 nisan’ında
    new york’taki modern sanatlar müzesi’nin çatıkatı restoranında gerçekleşti. kurucu
    üyeler robert capa, henry cartier-bresson ve david seymour’un yanında george rodger
    ve william-rita vandivert’ten oluşuyordu. rita başkan olarak seçildi. maria eisner
    organizasyonun sekreterliğini ve muhasebesini üstlendi. o zaman hiçbir isim verilmemişti,
    fakat 22 mayıs 1947’de magnum fotoğraf şirketi resmi olarak new york eyaletinde
    tescil edildi.
    neden bu soylu ve ağırbaşli roma ismi seçilmişti? bağımsızlığını kanıtlamak ve önemli
    ticari medya kuruluşlarının baskılarına karşı koyabilmek için topluluk, amaçlarının
    çerçevesini ve üyelerinin başarılarını göstermek zorundaydı. antik bir isim seçmek,
    tekrar keşfedilmeye ve ağırlık kazanmaya hazır bir çalışma alanı yaratmanın yollarından
    biriydi. bununla birlikte kullanılan latince, bir macar, bir polonyalı, bir fransız, bir ingiliz,
    iki amerikalı ve bir alman’dan oluşan bir grup için doğal bir dil seçimiydi. sonunda capa,
    magnum kelimesini şampanya ile ilişkilendirdi, bu isim onun kamerası için hayal ettiği

    parıltılı özelliklere sahipti. her durumda, en azından capa’nın ölümüne dek ajans sayısız
    başarılarının herbirini, aynı heyecanla şekillenmiş bu şişeleri açarak kutladı.
    capa 1938’de bu fikirle ortaya çıkana dek ve savaş boyunca, bu adamlar kendi kişisel
    başarılarını kanıtlamışlardı. savaştan sonra herbiri önemli editörlerin isteklerini
    karşılayabiliyorlardı. öyleyse niye bu yeni fotoğrafçılar-çoğu zaman bireysel ve
    yalnızdılar- güçlerini birleştirmeye ve birlikte çalışmalar üretmeye yönelik bir birliktelik
    kurmayı seçtiler. neden hedonist capa, saf bir barışçı olan hcb’ye kancayı atmıştı veya
    gezgin chim, koyu ingiliz george rodger’e?
    fotoğrafta yirminci yüzyılın ilk yarısındaki gelişmeler üzerine bir uzman olan ve
    magnum’un ortaya çıkması ve gelişmesini büyük bir ilgiyle izleyen uzman romeo martinez
    bu durumu şöyle açıklıyor: “capa’yı yönlendiren bir nosyon vardı ki bu, fotoğraf
    tarihindeki en sağlıklı fikirdi: bir muhabir eğer kendi negatiflerine sahip değilse hiçbir
    şey değildir.” bu topluluk, muhabirlerin haklarını koruyan ve hareket kabiliyeti sağlayan ve
    sigorta eden iyi bir organizasyon şekli kurdu. bir başka deyişle, capa ve arkadaşları
    fotoğrafçıların telif haklarını icat ettiler. hiçbir şey yapmamış olsalar bile en azından
    ticari özgürlüklerini sağladılar ve çalışanları kendi hayatlarının kurallarını koyabilen
    sanatçılara dönüştürdüler.
    doğasında esnek olan bir ofis yapısı ile bu organizasyon, her fotoğrafçının kendi konusunu
    seçmesine izin verdi: bundan böyle bir fotoğrafçı kendi isteği dışında, örneğin mısır’a
    gönderilmedi. üyelerini, büyük bir derginin veya ajans editörlerinin kalıplaşmış
    isteklerinden ve muhabirlerin zamanını ve negatiflerini canı istediğinde kullanma
    alışkanlıklarından kurtardı ve magnum, yeni bir imaj yakaladı. bununla birlikte belki de
    yeni bir stil.
    ernst haas’a göre, (kendisi kurucuların yakın bir arkadaşı ve magnum’un 1948’den 1966’ya
    kadar üyesiydi), iki çeşit fotoğrafçı vardır: fotografı üretenler ve çekenler. bunlardan
    ilki stüdyolarda çalışır. ikincisinin stüdyosu ise dünyadır. hayatın devamlı akışı onları
    etkiler. onlar buna her zaman açıktırlar. onlar için sıradan yoktur: hayattaki herşey bir
    gıda kaynağıdır. capa, chim ve hcb, magnum’u yaratarak bunu film üzerine aktarmayı
    amaçladılar.
    bu derin düşünsel uyum tek bir tarz yaratırken mutlaka gerçekleşmek zorunda değildi.
    dışarıda iki tarz vardı. capa özellikle içgüdü üzerinde çalışıyordu. cartier-bresson’un
    çalışmaları daha strüktürel ve kendi halinde idi. capa’nın tarzı dışa dönüktü. cartier-
    bresson ise içe dönüktü. belki de magnum tarzını ortaya çıkaran, daha sonra bischof ve
    morath, arnold, erwitt, riboud, davidson, griffith veya salgado tarafından karakterize
    edilen, bu iki mizacın, iki vizyonun, iki düşünüş ve davranış tarzının birbirine benzemeyen
    birleşimleriydi.
    yaşamımızdaki mekanik ve geçici anları onu tekrar yaratmak için (ticari amaçlarla veya
    değil) yakalayan fotoğraf anlayışı magnum’un ortaya çıkışından bir yüzyıl öncesine
    dayanır. nadar’ın portreleri, william henry jackson’un belgeselleri, demachy’nin
    kompozisyonları sadece basit zanaat objeleri değil, zaten örnek alınan modellerdi. fakat
    eğer bir oluşumu anlamak mümkün olsaydı, nisan 1947’de kurulmuş olan magnum gibi, bu
    1920’lerin insanının geleceği hazırlamış olmasından ve fotoğrafı güzel ve doğru, sanat ve
    gerçek, haber muhabirliği ve “yaratıcı fotoğrafçılık” arasında parçalanmaktan kurtarması
    sayesindedir.

    romeo martinez’e göre, özellikle iki adam, lüksemburg’lu edward steichen ve italyan
    longanesi, fotoğrafı öne çıkardılar ve kurallarını koymasını sağladılar. onlara göre bu,
    sanat ile bilgi arasında bir seçim olayı değil görüntülerden oluşan bir kullanımdı. fakat
    diğerleri görsel dilin gelişmesinde, geçen yüzyılın ilk yarısında önemli bir rol oynadılar.
    örneğin macaristan’dan simon guttmann, birçokları gibi kübizmi, sürrealizmi, dadaizmi ve
    spartakus hareketini deneyerek yirmilerin sonunda berlin’de dephot ajansını kurdu. bu
    organizasyon o günün bazı önemli muhabirleri umbo, felix man, walter bosshardt ve
    robert capa’yı dünyanın çeşitli yerlerine gönderdi. bu arada romeo martinez’in
    camera’nın editörü olarak oynadığı rolü, life’ın bir ön oluşumu olan vu’yu kuran lucien
    vogel’i, pix ajans’ını kuran leon daniel’ı veya verve’nin ünlü editörü teriade ‘yi unutmamak
    gerekir.
    bu isimler ve diğerleri, magnum kurucularının çalışmaya başladığı fotoğraf dünyasını
    yapılandırdılar. aynı süreçte politik ve sosyal çevre, fotoğrafın tarihsel dökümanter ve
    bilgi verici bir araç olarak gelişen önemini kavradı. otuzlarda yükselen faşizm ve
    kurumsallaşan militarizm, roma’dan berlin’e, tokyo’dan burgos’a dünyayı bir trajedi
    sahnesine çevirdi. bu “stüdyo” birçok konu sunuyordu: etopya anlaşmazlığı, vahşi
    nürnberg tiyatrosu, manchukuo savaşı, fransız popülarizminin yükselişi, ispanya iç
    savaşı... savaş, fotoğrafçılar için doktorlara yarattığı kadar iş yarattı. savaş kesinlikle
    fotojenik değildi. fakat bu görüntüler için medyada büyük bir iştah, güçlü bir istek,
    muhabirler için karmaşık ama yaratıcı bir yarış hissi yarattı.
    japonlar’ın pekin’i bombalamasından, rus ve amerikan askerlerinin elbe adasındaki
    buluşmalarını kapsayan on yıllık zaman, fotoğrafı çok değiştirmedi. fakat bunlar
    fotoğrafçıların konumlarını yalnız maceraperestlerden gerçeğin tanıklarına ve “özgürlük
    savaşçılarına” dönüştürdü.
    capa, chim ve rodger gibi insanlar kahraman olarak gösterildiler. daha sonra,
    profesyonel fotoğrafçıların güçlü görüntüleri robert capa’nın yedi yıl önce çin’de
    başlayan hayalinin gerçekleşmesine yardım edecek hale geldi. eğer organizasyonun üç
    önemli kişisi (biri italya’dan diğeri fransız yeraltından, üçüncüsü birleşik devletler’den
    dönüyordu) savaştan sonra buluşmamış olsaydı ajans gün ışığını göremezdi. elbette
    vandivert’lerin yaratıcı rolünü ve özellikle george rodger’in rolünü gözardı etmek
    haksızlık olur. rodger organizasyonun kanadında aktif bir üyeden çok bir katılımcı olarak
    kaldı. sorumluluğu redddetti fakat destek teklif etti. biz bu temel üçlü üzerinde
    yoğunlaşacağız, ki onlarla magnum’un büyüsü hiç olmazsa tarihi bir anlam kazandı.
    robert capa’nın bir fikri vardı. bunu hayata geçirdi ve ajansın itici gücü oldu. eğer
    fotoğraf hayatsa, capa fotoğrafçıların fotoğrafçısıydı. fakat fotoğraf bundan daha
    fazlasıydı. bu capa’nın, chim’in bakış açısına ve cartier-bresson’un kompozisyon duygusuna
    neden ihtiyaç duyduğunun kanıtıdır. capa’nın rolü - enerji ve hayal gücü - elbette çok
    önemliydi: o george washington ile karşılaştırılabilirdi, chim, jefferson’ın düşünceliliğine
    sahipken, cartier-bresson madison’un kabiliyetine sahipti. bu faşizm veya savaş
    yüzünden değildi, andre friedmann parlak bir işadamı olabilir veya budapeşte’de bir
    tiyatro ya da bir orkestra yönetebilirdi. her durumda çevresindeki dünyayı radikal bir
    biçimde değiştirmiş olacaktı. fakat o guttmann ile tanıştı, dephot ile çalıştı: ilk önemli işi
    troçki üzerine 1932’de danimarka’da yaptığı çalışmaydı. iki yıl sonra naziler onun peşine
    düşmüştü, o da paris’e kaçtı.
    bütün hayatı boyunca bir göçebe olarak kaldı, hiçbir kalıcı adresi (montparnasse’de üç yıl
    kaldığı stüdyosu dışında) olmadı. hep paris’e geri dönmeyi sürdürdü. bu güzel bir kadın
    yüzünden miydi? manhattan’da, venedik’te ve viyana’da da güzel kadınlar vardı. bu, onun
    hayatının en mutlu yıllarını orada geçirmesinden olmalıdır. 1933’den 1938’e kadar, büyük
    aşkı gerda taro ile, sevgili arkadaşı david szymin ile ve onun üzerinde en büyük
    entellektüel etkiyi bırakan henri cartier-bresson ile birlikte..
    onun için, paris o zamanlar bir ziyafetti. çin veya japonya için ya da öndeki popüler
    kalabalığın içine dalmadan, sosyalist hükümetin başı olan ve sahneden konuşmalar yapan
    leon blum’u gözlemleyerek ya da komünist lider maurice thorez’i makinesi elinde
    fotograflayarak bütün bunlardan faydalandı,. o sıralar chim makinesiyle göstericileri
    takip ediyor olmalıydı. cartier-bresson ise sen nehri’nin kıyısında ilk ücretli izinlerinde
    eğlenen eski çiftleri fotoğraflıyor olmalıydı. 1935’de andre, andre friedmann’ı paris’e
    bırakarak “büyük amerikan fotoğrafçısı” robert capa’nın ismini aldı ve denizaşırı bir
    ülkeden friedmann’a sürekli övgüler yağdırdı. neden capa? macarca’da bu kelime kılıç
    anlamına gelir, capa’nın sık çalıştığı ispanya’da ise kılıf veya gizlemek anlamına gelir.
    ispanya iç savaşı, bir cumhuriyet askerinin top ateşi altındaki düşüşü ve havada fırlayan
    tüfeğinin fotoğrafıyla capa’ya ün getirdi. fakat savaş, cumhuriyetcilerin tankının altında
    kalan gerda’yı brunete yakınlarında 1938’de alıp götürdü. sonra capa ilgisini çin ve
    sscb’ye çevirdi ki burada john steinbeck’e bir araştırmada eşlik etti. life ve picture
    post için aranan bir muhabir oldu. fakat anılarında yazdığına göre 1942’de new york’da ve
    işsiz bir halde borçlara gömülmüşken ve kovulmakla tehdit edilirken (macaristan o sıralar
    almanya ile savaştaydı), bir sabah collier’den onu avrupa’daki savaşı görüntülemekle
    görevlendiren bir telgraf aldı.
    william saroyan, iki yıl sonra bu dikkat çeken bu adamı, “bir yanı fotoğrafçı olan bir
    poker oyuncusu” olarak tanımlıyordu. dünyadaki en büyük savaş fotoğrafçısı olmuştu.
    onun kamerası afrika’da, italya’da, fransa’nın arden ormanlarında ve heryerdeydi.
    zamanının diğer fotografçılarından çok daha fazla hayat ve ölüm anlarını yakaladı.
    o da en azından rakipleri kadar çok kadın sevdi ve çok para kaybetti. o, yılmaz, gururlu,
    küstah, ve hayatı herkes gibi yaşayan biriydi. ingrid bergman’ı baştan çıkardı ve bir ara
    arkadaşı oldu: john huston, george stevens, saroyan, irwin shaw, hemingway. hatta ilgi
    çekici başlıkları olan birkaç kitap yayımladı: death in the making, slightly out of focus…
    magnum’un 1947’de kurulması onun hayat tarzında ve profesyonel iş yaşamında hiçbir etki
    yaratmadı. elbette kurumun başkanıydı, enerjisinin büyük kısmını ajansa harcadı, bir
    saatte on fikir ortaya atıyor, yanındakileri sinirlendiriyor, olasılıkları arttırıyor, blöf
    yapıyor, ilham veriyor, kızdırıyor, kumar borçlarıyla ve astronomik harcamalarıyla ajansı
    tehlikeye sokuyor, fakat her zaman ayaklarının üzerinde duran yeni planlar ortaya
    koyuyordu. “bir kart oyuncusu, bir kumarbaz? belki, fakat kesinlikle bir hilekar değil”
    diyordu marc riboud onun için. irwin shaw ile israil’de, polonya’da, fas’daydı ve sonra
    picasso ve aga han’ın fotoğraflarını çekti. 1954 baharında hind çin’deydi, sonra laos’da.
    kuzey vietnam’daki thai binh ise bu destansı yaşamın bir kara mayınının patlamasıyla sona
    erdiği yerdi.
    onun ölümü, hayata getirdiği ve fotoğraflarıyla beslediği magnum’un sonu olabilirdi. fakat
    chim ve cartier-bresson kaldı. kısa boylu, kalın cam gözlükleri olan adam, david szymin
    başkanlığı kabul ederek en ağır görevleri yüklendi.

    david szymin 1911’de varşova’da dini kitaplar yayımlayan yahudi bir ailenin çocuğu olarak
    doğdu. yirmi yaşında diğer konuların yanında fotoğrafik röprodüksiyon tekniklerini
    öğrenmek için paris’teydi. adolf hitler’in almanya führeri seçildiği ve fransa’da polisin
    yurtsuz insanlara pek dostca davranmadığı aylar süresince montparnasse’de veya paris’te
    yayılmış olan yahudi toplanma bölgelerinde 1933’ün sonlarına doğru andre friedmann ile
    tanıştı.
    budapeşte ve berlin’de capa daha önce çeşitli komünist guruplarıyla hiçbir partinin üyesi
    olmadan ilişkiler kurmuştu. chim regards adlı komünistler tarafından kontrol edilen bir
    derginin devamlı katılımcısıydı fakat hiçbir zaman organizasyonda yer almadı. ne zaman
    ki chim ve daha sonra capa, cartier-bresson ile arkadaşlık kurdular, üçü association des
    ecrivains et artistes revolutionnaires (a.e.a.r.) ‘a katıldılar. a.e.a.r. willi münzenberg
    tarafından yönlendirilen komünist olmayan bir organizasyondu. willi, anti-faşizm başlığı
    altında pek çok organizasyonun başıydı, fakat bunları kendi amaçları için kullanıyordu.
    bu üçlüden hiçbiri komünist militarizmine uygun olarak düşünülemez. cartier-bresson
    pasif özgürlükçü, capa, serkeş ve alaycıydı. chim yumuşak konuşkan bir adamdı, dünyaya,
    onun üzüntü ve sevinçlerine ironi ile bakardı. chim, dünyayı değiştirmek yerine onu
    anlayıp, mümkünse sevmek taraftarıydı. capa ne kadar küstahsa o da o kadar utangaçtı.
    bir arkadaşı kahkahalara boğulduğu zaman o sadece gülümserdi. david seymour için en iyi
    tanımı cartier-bresson yapmıştı. “chim, capa gibi montparnasse’ye aitti. matematik
    öğretmeni gibi görünen zeki bir satranç oyuncusu olarak, geniş merakını ve engin
    kültürünü çok çeşitli konulara yöneltmişti. kamerasını çıkardığında ise bir kalbin
    durumunu incelemek için çantasından steteskopunu çıkaran bir doktora benzerdi.
    yaralanmaya açıktı”.
    yahudi olma konusunda vatikan rituellerinden beklenebilecek kadar bilinçliydi. hayatının
    son yıllarında henry cartier-bresson’a roma’nın sürekli muhabiri olmak istediğini itiraf
    etmişti.
    capa’nın ölümünden iki yıl sonra “centilmen başkan chim” 10 kasım 1956’da süveyş
    kanalı’nda bir asker tarafından vurularak öldürüldü.
    henri cartier-bresson 1908’de paris yakınlarında chanteloup’da doğdu. onun kişiliğini üç
    kelime anlatabilir: hayat, isyan ve geometri. onun hayata olan güçlü hisleri anı yakalamak,
    beklemek ve hareket sırasında yakalamak için gerekli olanı veriyordu. bu, onu burjuvalık
    duygusundan, doğal ülkesinden, baskınlaşan batıdan kaçıran, hatta kendi şöhretine ve
    ününe arkasını dönmesine neden olan onun isyan duygusuydu. onun yerine o enerjisini
    yeniliklere, sürrealizme, üçüncü dünyanın dertlerine, iniş çıkışlarına çevirdi. hcb’nin
    gözünün önündeki bu manzara karşısında fikri oldukça derindi, şöyle söylüyordu: “ben
    buralı değilim, belki asya’lıyım. ben baş eğmeyen, dünyanın durumuna karşı sinirlenen bir
    budistim. ve temelde sertlikten yana değilim”.
    bresson sanatla ilgilenmeye, yetenekli bir ressam olarak başladı. peki neden kendini
    fotoğrafa adadı? belki macera ruhu uğruna. fakat sürrealizm de kendi içinde bir
    maceraydı. cartier-bresson breton’un “önce yaşam” sloganını “herşeyden çok yaşama
    yoğunlaşın” sloganına çevirerek buna sadık kaldı. yoğunlaşmak zayıf bir ifadeydi. yaşam
    onu büyülüyordu, o da bu konuda bir çılgındı. marc riboud’a göre hcb’nin anahtarı onun bu
    tavrında yatar. riboud “fotoğraf çekmeyi seviyorum” der, “fakat aynı zamanda
    dinleniyorum. henry bunu yapamaz. leica’sı elinde gece gündüz devamlı görüntü avcılığına
    alışmış”.
    cartier-bresson’un fotoğrafla ilişkisi karmaşıktı. bir sanat? omuzlarını silkerdi. bir iş?
    bir arkadaşı onun bu çalışmasını kendisinin de onayladığı bir şekilde tanımlamıştı. “sen
    çalışmıyorsun. sen bu işten büyük bir zevk alıyorsun”. güçlü olması konusunda herhangi
    bir şüphe yoktu. o, an’ı yakalamak anlamında fotoğraf çekmekten hoşlanırdı. onun leica’sı
    kusursuz geometrik şekiller üretiyordu.
    en ünlü çalışması karar anı (the decisive moment)’dir. bu onun sanatsal ve profesyonel
    manifestosu olarak düşünülebilir. onun için önemli olan zamanın mekan ile olan ilişkisidir.
    fotoğraf tarzı kompozisyon ve sütrüktüre dayanır. leonardo da vinci’ninkiler kadar
    geometriktir. fırça yerine kamera ile çalışırken, herşey o önemli “an” da toplanır. o klasik
    bir fotoğrafçı olarak tanımlanabilir. ernst haas cahiers de la photographie’nin bir
    sayısında onu şöyle tanımlamıştır: içindeki sürrealist duygu reddedilmedi fakat şu hale
    kondu: “bizi sıradanlıktan, kaostan ve unutmaktan koruyan bir plastik düzen vardır”.
    işi hakkında konuşması istendiğinde, ilk reaksiyonu kuru ve vahşi bir gülüştür: “benim
    işim!” sonra size bu uzun konuşmaya ilgi gösterdiğiniz için teşekkür eder, sonra resme
    ilgisi hakkında konuşabilir, andre lhote ile çizime başlama zamanını anlatır. bunun yanında
    o iyi bir gurmedir. bazıları onu bir rahip olarak düşünür ama o hong kong, cakarta ve
    paris’teki en iyi restoranları bilir.
    fotoğrafçı olarak onun hayatı iki bölüme ayrılabilir: magnum’dan önce ve sonra. öncesi
    beaumont newman tarafından moma’da 1947’de organize edilen büyük “posthumous”
    sergisidir. sergiden sonra robert capa ona “etiketlere dikkat et. onlar sana bir güvenlik
    duygusu verebilirler, fakat biri üzerine yapışacaktır o da sürrealist etiketi. senin yolun
    debdebeli ve etkileyici olacak. sen haber muhabirliğine yoğunlaşıp gerisini küçük kalbinde
    tutmalısın” der. bu “küçük kalp” hiçbir zaman unutulmaz ve haber muhabirliği için, hcb
    arkadaşının bu önerisine çok önem verir. bütün aşkı ve ihtirasıyla bu yolu izler.
    ernst haas (bu ikisi öldükten sonra onun en yakın arkadaşı olmuştur) ın söylediğine göre
    capa genellikle cartier-bresson’un fotoğraf stilini “çöküntü” olarak nitelendirirdi ve hcb
    capa’nın fotoğrafçılığını çok fazla takdir etmezdi ama chim’in dikkate değer rahatlığını
    sevdiği kadar ona tapardı. ikisine de ihtiyacı oldu. ne zaman onlardan bir tavsiye istemiş
    olsa, genellikle ikisine birden karşı çıkmaya karar verirdi. her durumda hcb şöyle
    söylerdi: “chim, bob ve ben hiçbir zaman fotoğraf hakkında, teknik hakkında, iyi kötü
    çekimler hakkında konuşmazdık. biz genellikle hayat hakkında, dünya hakkında konuşurduk
    ki bunlar çok daha ilginçti.”
    robert capa motivasyon ve enerji, david seymour ruh ve incelik, henri cartier-bresson
    magnum’a tarzlarını (güzel ve gerçeğin garip bir karışımı) verdiler. hcb bu insanlardan
    sadece arkadaşlık anlamında değil aynı zamanda riski bölüşmek, grup çalışmasını
    öğrenmek, belirli bir zamana karşı çalışmak gibi genellikle olayların sıcaklığı içinde çok şey
    aldı.
    bresson, capa’nın söylediği gibi suni olma tehlikesi içinde miydi? haber muhabirliği,
    bundan korunması için kompozisyon yeteneğini bozmadan ona yardım etti.

    magnum’u yaratmak için daha fazlası gerekiyordu, nazizmin ilerleyip batıyı sarmasıyla
    vatanlarından çıkarılmış genç yahudi sanatçı veya demokratların oluşturduğu özel bir grup
    özgür ifade güçleriyle birşeyler yapmaya çalışıyorlardı. üçüncü reich terörü, birbirini
    izleyen savaşlar ve özel bir alet olan leica’nın ortaya çıkması arasında bir çeşit kesişim
    olmalıydı. 1932’nin en başında, andre kertesz leica kullanmaya başladı, bu kamera derhal
    cartier-bresson tarafından da kullanılmaya başlandı ve haber muhabirliği için ideal bir
    araç olduğu iddia edildi. sonunda birkaç kişinin etkisiyle, fotoğraf yayımlayan dergilerin
    oluşturduğu yeni bir kuşak belirdi: vu, match, regards, avrupa’da picture post, kuzey
    amerika’da life, collier’s ve llustrated bu genç fotoğrafçıları uluslararası medyanın
    gözdeleri yaptı.
    capa’nın 1954’de ve chim’in 1956’da ölmelerine rağmen şu bir gerçek ki kurucuların
    1947’deki rüyası gerçek olmuştu. kuruluşundan on yıl sonra, pierre de fenoyl’a göre,
    ajans tüm dünyadan en iyi yirmi beş fotoğrafçıyı toplamıştı bunların çalışması amerika ve
    avrupa arasında başarılı bir denge kuruyordu. fakat ayakta kalmak için en iyi olmak
    yetmezdi. ajans, kurucularının ruhuna sadık kalmak ve grup arasındaki birliği ve ticari
    verimliliği sağlamak zorundaydı. bu üç nokta üzerinde cornell capa başarılı oldu.
    kardeşinin 1954’de ölümünden hemen sonra magnum’a katılmış ve başkanlığı dört yıllığına
    üzerine almıştı. bu dönemde ajansa new york’luların aktif desteğini, kendi enerjisini,
    teknik yeteneklerini, iş mantığını, ilişkilerini ve onun tipik amerikan profesyonelliğini
    getirdi.
    fakat kendisinin de ifade ettiği gibi, paris ve new york arasındaki farklılıklar magnum’un
    yönetimini ve bir aradalığını sadece ekonomik açıdan değil aynı zamanda anlayış olarak da
    tehdit ediyordu. hcb magnum’un ilk halinin savunuculuğunu yapıyordu ki bu anlayış
    kazandı.
    böylece magnum özgür düşünen fotografçıların ellerinde kaldı. bir organizasyon olarak
    temelde enerjiye ve onun için çalışan bireylerin itibarlarına ve kendine güvene, yüksek
    kalitedeki profesyonel ürünlere ve bunların sonucu olan istek ve karara oturdu. gerçekte
    “seçme özgürlüğü” sözleri magnum’un ruhunu ve metodunu anlatıyordu ve bunu yeni bir
    üyenin kabulünden fotoğrafın kendisine kadar her durumda uyguluyordu. ilk aktif
    üyelerden eve arnold, “fotoğraftaki araç kamera değil fotoğrafçıdır” diye yazmıştı.
    fakat bu araç iki leica’nın aksine gösterişli veya orta halli olabilirdi. magnum’un gizi
    genellikle mucizemsi birleşmelerin içindeydi ve genellikle kişilerin değişmez seçimindeydi.
    ki bu insanlar bu ruhu koruma ve geliştirmede oldukça yetenekliydiler: orada olmak (en
    açık tanımıyla haber muhabirliği), orada olmayı seçmek ve hisler için kalıcı anlam ı tercih
    etmek: bunu anlamak için marc riboud’u örnek gösterebiliriz ki bu oldukça tipik olan
    magnum karışımının bir sembolü oldu ve hala sembolüdür.
    elliott erwitt magnum da çalışmaya devam ediyordu, ama o zamanımızın vahşi tarihini
    karıştırmaya çok yatkın değildi. o çocukları, müzisyenleri, aktörleri ve köpekleri “hayatın
    sessiz ve basit akışını” tercih ederdi. fakat bu davranış onu özellikle magnum’un önemli
    bir parçası yaptı. bu öznel tabiatı chim’in kurallarından biriydi. “benim fotoğraflarım bir
    yandan politiktir, onlar insanlık komedisi üzerine bir yorum yapmak isterler, bu politika
    değildir de nedir?”. erwitt insanlara “güvenli bir uzaklıktan” izlemelerini tavsiye eder,
    ama bu tavsiyeye kendisi uymaz. eğer vietnam savaşından uzak kalsaydı, büyük riskler
    alırdı. “doğru zamanda doğru yerde olmak” (onun fotoğraf tanımı) fotoğrafçı tanımına
    tam olarak uymuyordu “tembel bir adamın işi”.

    bruce davidson “ben devam ederim” bruce davidson diyordu. cartier-bresson gibi on
    yaşından beri çekmeye ara vermemişti. kırk yılda üç milyon çekim onun başarısıydı. an’ı
    yakalamaktan çok araştırmaktan söz ederdi. tatile çıktığında okumazdı ama kamera
    elinde daha çok manzara fotoğrafı çekmeye çalışırdı. fotograf çekerken temel amacı
    öğrenmekti.
    davidson sadece bir tek usta olduğundan söz eder: w. eugene smith. fakat kabul ettiği
    tek etki ise bir sanatçı ve psikoterapist olan karısıdır. yıllarını ikinci dünya savaşındaki
    toplama kampları hakkında büyük bir rapor hazırlamaya harcamıştır. onun için magnum,
    bir kızılderili kabilesine benzerdi ve geleceğini komançiler’in geleceğine benzetirdi, “en
    iyi olan yaşayacaktı.”
    bir haber muhabiri nereye kadar konusu içinde yer alabilir veya onunla bütünleşebilir?
    konusuna karşı sempati duyunca, bir insan, bir yer veya bir toplulukla ilgili derin bilgisi ile
    özgür ve yeteri kadar uzak kalabilir mi? bunlar hem bir muhabirin, hem fotoğrafçı ve hem
    de yazarların kendilerine sürekli sordukları sorulardır. susan meiselas’ın durumu buna bir
    örnektir. meiselas yeteneğini güney amerika’da, nikaragua’da el salvador’da ve
    filipinler’deki çalışmalarında göstermiştir.
    meiselas, nixon’ı khruschev ile fotografladığında bu görüntüyü nixon’un politik kariyerini
    desteklemek için kullanılmasını elliot erwitt engellemeseydi,, managua’daki kareleri
    hakkında söylenecek bir şey kalmazdı.
    susan meiselas magnum’un ikinci bayan başkan yardımcısıdır. onun ünü ve yetkinliği son
    zamanlarda bernard guetta ile polonya üzerine yaptığı kitabı ile güçlendi. meiselas’ın
    başkan yardımcısı olarak sorumlulukları onu ajansın anlamı, objektifleri ve organizasyonu
    üzerine uzun boylu düşünmeye zorluyordu. ileride geniş bir güvene sahip olmak ve
    magnum’un gelişen aktivitelerini önceden görmek istiyordu. aynı zamanda kendi kişiliğini
    yansıtan bazı karşı çıkışlar sergiliyordu: “birlikte hayal etmiyoruz”. fakat “birlikte hayal
    etmek” kurucuların çalışmalarını gözardı edip bir mezhep, politik parti veya gizli bir örgüt
    kurmaya götürmez miydi?
    magnum’un başa çıkması gereken bir başka zorluk vardı. ve bu da televizyonun
    emperyalizmiyle oluşan bir zorluktu. 1954’ün başlarında, robert capa marc riboud’u bu
    konuda uyarmıştı. cornell capa buna katılıyordu: “televizyon sadece haber fotoğrafçısının
    yaptığını değil, nasıl yaşadığını-çıktılarını, satışlarını, sergilediklerini, yayımladıklarını,
    sattıklarını da değiştirdi. basılı medyada fotograf ihtiyacı televizyon yüzünden azaldı. bu
    durum magnum gibi ajanslarda haber muhabirliğinin azalmasıyla sonuçlandı.”
    magnum’un en genç fotomuhabirleri olan, abbas, salgado, depardon, franck ve le
    querrec gibi isimler haber fotoğrafçılığının inişine inanmak istemediler. organizasyonun
    içindeki o canlı atmosfer yaratıldığından beri sürüp giden arkadaşlık canlı tutuldu.
    bütün dünyadan toplanan ve zamanımızın en ünlü fotoğrafçılarından otuzu tekrar birleşme
    için yeni üyelerini son ayların adayları arasından seçtiler. dört gün tartışarak, karşılıklı
    görüş alış verişiyle, kendi gelecekleri ve fotoğrafın geleceği hakkında konuşarak
    geçirdiler. hala, birbirine benzeyen bu ilişkiler bu hararetli ve ünlü kişileri bir arada
    tuttu. bir üye, richard calvar, bu ilişkileri şizofrenik olarak değerlendiriyordu.

    kim şimdiki başkandan daha iyi bir hakim olabilirdi ki? capa ve chim’in takipcisi burt
    glinn, “fotoğrafçılar kendi hayatları üzerindeki kontrolü kimseye vermek
    istemediklerinden, magnum hiçbir zaman bir kişinin başta olduğu gerçekçi bir eleman
    yapısına sahip olmadı. fotoğrafçılar yapı içinde birleştirici bir güç olarak hizmet etmek
    zorundadırlar ve tıpkı düklerin krallara rapor vermeleri gibi çeşitli bölüm başlarında
    rapor verirler. bu kolay ve iyi bir yönetim değildir, ama bu magnum’dur ve biz bununla
    yaşarız… kısaca, başkan eşitlerin arasında en azıdır” diyor.
45 entry daha
hesabın var mı? giriş yap