• tuğladan evler yaparlardı çocukluğumda; taş duvarlı evimizin, taş duvarlı evlerin olduğu kasabada.

    solmuş bir turuncunun gölgesi renginde, olgunlaşmamış domates kırmızılığında tuğlalar aylarca beklerdi tarlaların başlangıcının asfalta uzandığı yamacın böğründe.
    tuğlayı ne zaman gördüm acaba ilk defa. briket görmüştüm “pirket” diye anıldığı köyümüzde evvelinde ama bu başka bir şeydi. bol delikli, hafif, üst üste legolar gibi oyundan bir dünya düşleten ama nedense yapay bir tat bırakan aklın ufkunda; taş evlerin soğukluğunu taşımayan, taş evlerin sıcağını solumayan bir havası vardı sanki…

    çiğdemler açardı son baharda. taş duvarlarından süzülür gibi çıkardık, soğuğa aldırmasız ve ucuz gocuklarımız sırtımızda. o günkü neşemizin belki bir ömür tadamayacağımız bir güzelliği olduğunu bilmiyorduk yaşamın. ne o enerji tekrar süzülecekti damarlarımızdan ayaklarımıza doğru, ne de o sadeliğin en kaba saba basit unsurlarının, taşının, çimenlerinin verdiği doyumu dahi veremeyecekti kalan yaşantımız boyunca bize hayat.

    olsundu. bilmiyorduk ki geleceği. geleceğin bilinmezliğine ya da mevcudun buharı tüten doyumlarının sığıncında değildik. sığınmak, endişelenmek, geleceği ve şimdiyi ayrımsamak gelmiyordu ki hiç aklımıza. biz yüzümüzdeki tebessümün başka türlüsünün yahut yoksunluğunun olduğu, olabildiği bir dünyayı bilmiyorduk ki henüz.
    saatleşmeden, sözleşmeden çıkıyorduk sokağa, mahallede buluşup o tuğlaların yığın edildiği yamacın üstündeki tarlalardan ufka doğru vuruyorduk.
    adımlarımızca sıklaşan ve buharı kesik kesik sesimizden, sıradan sohbetlere uzanan bir yolculuğu bölüşüyorduk arkadaşça. nasıl saçma sapan bir yoğunluğu oluyordu öyle basit şeylerin bile heyecanının? dünyanın tümünü satın alacak parası olsa insanın, anlatsa tüm yaşadıklarını sanki; o yol boyunca konuşulanların heyecanını ne anlatan ne dinleyen duyabilirdi ihtimalen…

    sonbaharda çiğdemler, yazın meyveler çağırırdı bizi boyumuzca ekinleri aşarak ulaştığımız kırlara. “çavdar tarlasında çocuklar” gibiydik. toprağı, çiçekleri, türlü meyvelerin tadını; bir çakıyla aşkının baş harflerini kazıyan bir gölge gibi kazıdığımızı nerden bilirdik ki aklımıza?..

    şimdi bu varlığı çıkmaz sokaklar gibi benliğimizi kuşatan şehirler; ciğerimizi öpen çocukluğumuz nefeslerine tezat, bu her soluk alıp verişimizde ciğerimize çöreklenen ölüm nedendir?

    neyi yitirdik biz büyürken; bu ülke neyi yitirdi ki böyle zerresi dirhemle ulaşıyor tebessümün yüzlere?
    neydi o sobalı evlerin*, taş duvarların sırrı?
    o çocukların, o çocuklukların içtenliğini kimin elleri boğdu? kim tüketti umudun herkesin bölüşümüne açık bir özgürlüğü olduğu gerçeğinin inancını içimizde?
    bu çirkin, bu yüzleri bencil karanlıklar kokan; bu para ve çıkarları uğruna memleketini, onurunu, ciğerini, insanlığını satan fotokopileri kim çoğalttı böyle?..

    nerede çocukluğum? bu anıdan kırıntılara da göz koyanınız var mı aranızda?..
hesabın var mı? giriş yap