211 entry daha
  • aşağıdaki entry'yi "anne" başlığına yazmıştım esasen. ama yeri burası sanki. kendi taşımamı kendim yapayım dedim.

    bahane aslında. öleli beş buçuk ay oldu. annemi çok özledim.

    .../...

    "ali nerde?” dedi. "o hastayken ben ona ne güzel bakmıştım. hiç gelip gittiği yok." sonra, ancak narkotikler yardımıyla dalabildiği fasılalı, rahatsız uykusuna geri döndü...

    .../...

    yaklaşık 5 ay önce çektirdiğimiz mr’da annemin omurgasında lezyonlar olduğu ortaya çıktığında kardeşim de ben de başımıza gelebilecekleri tahmin ediyorduk. çünkü babamın hastalığı da aynı şekilde teşhis edilmişti: metastatik akciğer kanseri. evre 4. ama annem bir onkoloğa gitmeyi asla kabul etmedi. gideceği diğer doktorlara mr sonuçlarını göstermemizi de yasakladı. evet başka doktorlara gitmek istiyordu çünkü sırtında dayanılmaz ağrıları vardı, asla uzanıp yatamıyordu, mutfaktaki koltuğuyla oturma odasındaki kanepe köşesi arasında gidip geliyor, oturduğu yerde uyumaya çalışıyordu. sonunda kandırıp bir ortopediste götürdüm, götürmeden önce de ortopedistle konuşup derdimizi anlattım. sağ olsun annemin pet-ct’sini istedi ve 3 nisan 2012’de anneme teşhis kondu: metastatik akciğer kanseri. evre 4. evresini anneme söylemedik. ikinci bir organa sıçradığı anda bunun 4. evre demek olduğunu ve bunun da hastalığın artık sistemik bir hastalığa dönüşmesi, kanda dolaşması ve biz o an göremesek de başka organlara da sıçramak üzere olması anlamına geldiğini annem hiç bilmedi. ona sadece bilmesi gereken kadarını söyledik: “bak sadece akciğerinde, iki akciğer arası mediastinal bölgedeki lenf nodlarında ve omurganda var. istersen kendin bak pet sonucuna. babamınkinden çok daha iyi anne. valla bak. babamın hem karaciğerine, hem böbreküstü bezlerine, hem omurgasına hem de vücudunun her yerindeki lenf nodlarına atmıştı anne biliyosun işte. hem şimdi daha tecrübeliyiz bak. hem sen babamdan daha güçlüsün. babam bırakmıştı kendini, sen bırakmıycaksın.” bok... kendini bırakmanın ne demek olduğunu annemde görecekmişiz demek. teşhisi söylediğimiz zaman “tamam,” dedi annem, “bitti bu iş.”

    sonra...

    sonra bir sürü şey oldu...

    sırt ağrıları için radyoterapi almaya başladık. radyoterapi karından verildiği için mide bulantısı ve kabızlık yaptı. 1 aya yakın bir süre kustu annem. doğru düzgün beslenemedi. beslenemediği için güç kaybetti. güç kaybettiği için kemoterapi almaya başlayamadı. tedavinin yönünü belirleyebilmek için bronkoskopi yapılması gerekiyordu. tedavilerine başladığımız hastanedeki göğüs hastalıkları uzmanı bronkoskopi yaptı ama işe yarar bir parça almayı beceremediği için belirleyici bir tanı konamadı. iğneyle alınabilir dediler. bt altında iğneyle biyopsi yapacak olan doktor, tümörün akciğeri besleyen ana damarlara çok yakın olduğunu, biyopsi sırasında bu damarları sürekli görünür kılacak kadar çok opaklaştırıcı veremeyeceklerini, dolayısıyla damarları parçalama risklerinin olduğunu, parçalanırsa ciğere tüp takıp kanı dışarı atmak gerekeceğini söyledi.. “ne yapalım?” dedik, “bi göğüs cerrahına gidin” dediler. gittik. göğüs cerrahı, laparoskopik olarak gireceklerini ama tabii ki damara denk getirip yırtarlarsa “minik” bir kesik atıp damarları dikebileceklerini söyledi. “yan etkisi?” dedim, “ağrı yapar” dedi. annem zaten ağrıdan ölüyordu...

    sonra bir göğüs hastalıkları uzmanı bulduk. yıllarca tezgah başında oturup halı dokumuş bir kadının ilmek atışının çevikliğiyle annemin burnundan girip taa lenf nodundan aldı örneği. ellerine sarılıp öpmek istedim... patoloji sonucu geldi sonra: küçük hücreli dışı akciğer kanseri... ne çok sevinmiştik. ne de olsa küçük hücreli akciğer kanseri çok daha agresifti... bok.

    esasen, biyopsi için çekilen bunca sıkıntı hiçbir işe yaramayacak, çünkü annem hiçbir zaman kemoterapi alacak güce ulaşamayacaktı... ama biz o zaman bunu bilmiyorduk...

    radyoterapinin yan etkileri kaybolmaya başlamıştı ki hastalığın boyun omurlarına yapmış olduğu metastaz kendini hissettirmeye başladı. günlerden bir gün sol kolunu kaldıramadı annem... beyne metastaz yaptığını sandık, aklımız başımızdan gitti... çünkü küçük hücreli dışı akciğer kanseri beyne çok kolay metastaz yapıyordu ve babam beyin metastazından sonra ölmüştü. beyin mr’ı çekildi. şimdi durup düşününce fark ediyorum ki hayatımda hiçbir şeyden o mr’ın sonucundan korktuğum kadar korkmamışım. anneme, daha hastalığını öğrenir öğrenmez öleceğine kanaat getiren bir kadına, beyin metastazı olduğunu nasıl söylerdim? söylemesem onu radyoterapiye hangi bahaneyle sokardım? beyin metastazının sonuçları ne olurdu? babamın yüzünün yarısı felç olmuştu. annem de kollarını kullanamaz hale gelirse zaten kahrından ölürdü... sonuç temiz geldi. o anda en yakınımda bulunan arkadaşa sarıldım, ağladım. beyin metastazı yoktu ya, tamamdı... bok...

    kolundaki sıkıntı ağrıya dönüşünce bu kez de boyun mr’ı çektirdik. boyun omurlarındaki lezyonların sinirleri sıkıştırdığı, bunun da kuvvet kaybı ve ağrı yaptığı ortaya çıktı. boynuna radyoterapi almaya başladı. ama boynuna ışın verebilmek için annemin başını masaya sabitlemeleri bunun için de hastaya özel hazırlanan bir maskeyi kullanmaları gerekiyordu. beynine radyoterapi alırken babama da takmışlardı aynı maskeden. ama annem sıkıntıya gelemedi. radyoterapinin üçüncü gününden sonra şekeri 477’ye çıktı. acile kaldırdık. şekerini düşürdüler, düşürücü bir ilaç yazdılar. bir süre takip edin gerekirse insüline başlarız dediler, gönderdiler. radyoterapiyi yarım bıraktık. annem göz kapaklarını dahi açamıyordu. sadece uyuyordu. zorla bişeyler yediriyorduk. o hafta içinde annemin şekeri 509’a çıktı. düşürücü verip yarım saat sonra tekrar ölçtüğümde 538 olmuştu, çağırdığımız ambulans geldiğindeyse 593... bir kaç gün hastanede yattı. şekerini ayarladılar, insülin raporu çıkardılar, kucağımızda kutu kutu insülin iğnesiyle evimize döndük. annem gözlerini hala açamıyordu...

    onkoloğuyla konuştum. kan değerlerine baktı, annemin halsizliğinin sodyum düşüklüğünden kaynaklanabileceğini söyledi. hastaneye yatırdık. 4 gün sodyum yüklemesi yapıldı. bu arada kan değerlerinden vücudunda ciddi oranda bir enfeksiyon olduğunu anladılar ve antibiyotik tedavisine başladılar. 4 günün sonunda annem gözünü açtı. evimize döndük.

    şekeri ilk fırladığından beri artık tek kişiye tutunup yürüyemiyor ya da kendiliğinden doğrulup oturamıyordu. ama şekerini de sodyumunu da düzeltmiştik ya, o da yakındı artık. biraz çaba gerekiyordu sadece. bok...

    sodyum yüklemesi sırasında bizim ricamız üzerine bir de antidepresana başlamıştı doktor. o mu etki etti nedir bilemedik ama annem radyoterapiye devam etmeyi kabul etti. 7 seansımız kalmıştı. ve fakat annemin merdivenlerden inmesi ya da çıkması söz konusu dahi olamazdı. biz de ambulans tuttuk. her gün ambulansla götürüp getirdik. radyoterapiyi tamamladık. artık annemizin ağrıları geçecek, annemiz kollarını kullanmaya başladığında da bastonla yürüyebilecekti. sonrası kolaydı... bok.

    boyun omurlarına verilen radyoterapi yutkunma zorluğu yaptı. su bile içemedi annem günlerce. bir şeyler içecek güç bulabildiğinde sadece mama içirebiliyorduk. yine güçsüz düştü. ciğerleri iltihap topladı. nefes alamadı. yine acile gittik. 5 gün yatırıp iltihabını temizlediler. gönderdiler.

    annem nefes alamamaya devam etti.

    bir bardak su ve bir de pipet alın. pipeti suya daldırıp üfleyin. annem nefes alıp vermeye çalışırken ağzından çıkan ses buydu işte. sanki ciğerleri ağzına kadar su doluymuş gibi. sanki köpürmüş gibi...

    hastaneden çıktıktan 1-2 gün sonar tekrar gittim. belki akciğer ödemi ya da plevral efüzyon falandır, ciğerlerinden sıvı çekerek rahatlatabilirler diye düşündüm. göğüs hastalıkları uzmanı akciğer filmini görür görmez “bu sıvı birikmesi falan değil,” dedi, “tümör dokusu akciğer içine nüfuz etmiş. annenizi sabahtan acile getirin. gerekirse yatırırız.”

    sabahı bekleyemedi annem. o gece, yani 5 temmuzu 6 temmuza bağlayan gece 19-11 tansiyonla yine acile kaldırdık. doktoruna haber verildi. odaya çıkarıldı. doktorun verdiği talimata göre ilaçlar verildi. kalbi 140 attı annemin bütün gece. hiç uyumadı. hiç huzur bulmadı. sabah 6’da damar yolunu açık tutmak için bağladıkları isolyte şişesi kendiliğinden düşüp parçalandığında evrenin bize bir şeyler söylemeye çalıştığını anlamalıydık belki. ama herhangi bir şeyi görecek durumda değildik. anneme bir nefes aldırsak gerisi kolaydı. nefes alamadığı için yemek yemeyi de reddediyordu çünkü. nefes alabilse. sonra yemek de yerdi. yemek yiyince güçlenir ve kemoterapi almaya başlardı. gerisi de gelirdi zaten... bok...

    6 temmuz sabahı doktoru gelip yoğun bakıma aldırdı annemi. öğlen 1 buçuğa kadar girip görmemize izin vermediler. ağrısı vardı. karnının ağrıdığını söylüyordu ama biz biliyorduk aslında kalbi ağrıyordu. son 1 haftada nabzı 110-140 arası atmıştı çünkü, hiç aşağı inmemişti. öğlen kardeşim girdi yanına. ağlayarak çıktı. annemi ölmekte olan hastaların arasına yatırmışlar. bilinci açıkmış. öğlene kadar bir yandan ağrı çekip bir yandan başka hastaların inlemelerine katlanmak zorunda kalmış kuzum. biz annemin bir kolunu pijamasına binbir nazla sokardık, orada üstündekileri keserek çıkarmışlar. belki de bizi istemiştir, azarlamışlar. “n’olur çıkarın beni” demiş. doktoruna gittim. “artık son olduğunun farkında mısınız?” dedi. “burada her hastaya 1 hemşire düşüyor katta buradaki kadar ilgilenemezler, hem orada solunum cihazı da yok,” dedi. ben de annemin orada kalırsa kahrından ve üstelik de çocuklarından uzakta öleceğini, eve götürmeye cesaret edemediğimi ama mutlaka yoğun bakımdan çıkarmak istediğimi söyledim. çıkardık. o sahne asla gözlerimin önünden gitmeyecek. altına bir hasta bezi sermişler. çırılçıplak soymuşlar ki kim bilir ne kadar utanmıştır. belinden altına pike örtmüşler, üstüne havlu sarmışlar başına da bir bone geçirmişler. sanki sokakta bir civciv bulmuşsunuz da havluya sarıp eve götürüyormuşsunuz gibi... eksik dişli ağzıyla son kez o zaman gülümsedi. çok sevindi çıkardık diye...

    odasına götürdük. yeni pijamalarını giydirdik. yatırdık. ilaçlarını verdiler. çorba içirdik. mama içirdik. o hastanede daha önce de defalarca kaldığımız için hemşireler annemi tanırlardı, severlerdi de... hiç de öyle yoğun bakım doktorunun dediği gibi olmadı. hemşirelerin biri gitti biri geldi. annemin mamalarını koymamız için buzdolabı bile ayarladılar bize.

    ama sonra annem kilitlendi. gözleri tavana sabitlendi önce. sonra kapandı. sonra vücudu yavaş yavaş kapanmaya başladı. kandaki oksijen satürasyonu düştü. mesanesi idrar bırakmamaya başladı. karnı şişti. tansiyonu 7-4 seviyesine indi. kalbi bir süre daha deliler gibi attı. sonra... bok...

    bizi odadan çıkardılar. odaya bazı cihazlar getirdiler. yarım saat kalp masajı yaptılar. 6 temmuzu 7 temmuza bağlayan geceydi. saat 01:55’ti. bir hafta daha beklese babamın ölüm yıldönümünü görecekti... hatta belki o günü geçirse, sanki uğursuz bir dönemeci atlatmış gibi saçma bir umut geliştirecekti. belki bu ona güç verecekti... bok...

    .../...

    teşhisi konalı daha 3 ay olmuştu... sadece 3 ay... bu 3 ayda günlerce ve gecelerce uyumadı annem. biz de uyumadık. son 2 ayında artık kendini sağından soluna çevirecek takati dahi kalmamıştı. günlerce ve gecelerce yüzlerce binlerce kez sağından soluna döndürdük, olmadı sırtüstü çevirdik, olmadı yastığını değiştirdik, olmadı kaldırıp oturttuk, olmadı tekrar yatırdık... vücudunun çeşitli yerlerinde, çeşitli nedenlerle, çeşitli yaralar çıktı. hepsini iyileştirdik ama o hiç huzur bulamadı, hiç rahat edemedi... avuç avuç yuttuğu narkotikler, kırmızı reçeteli ağrı kesici bantlar, kas gevşetici iğneler vesaireler midesini bulandırıp halüsinasyon gördürmekten başka işe yaramadı... o halüsinasyonlar sırasında abisini çağırdı kendisine yardım etsin diye, annesini çağırdı, ablasını... 5 yıl önce aynı hastalıktan ölmüş olan kocasını - ali'sini - çağırdı...

    "ali nerde?” dedi. "o hastayken ben ona ne güzel bakmıştım. hiç gelip gittiği yok."
1488 entry daha
hesabın var mı? giriş yap