• doğrusunu isterseniz, tanrı ilk meleği yaratıp da ne biçim bir varlık yaratabildiğini fark ettiği andan sonra sizin zamanınızla yedi yıl uğraşarak onu yaratmış ve sonra da sıkılmasın diye yedi günde dünyayı yaratmıştı. yine de en büyük saçmalığı onu bana musallat etmesi oldu.

    fakat kızamıyorum; muhtemelen o da benim kadar çabuk kanıyordu onun herhangi hallerine ve hem de bir o kadar hayrandı kahvesiyle baş başa kaldığında yedi günlük dünyayı yok sayışındaki o kendine dairliğine.

    s.'nin o anki sevgilisinin anneannesiyle birlikte yaşayan, büyüyememiş, sorunlu ve çulsuz bir gitarcı olduğunu söyleyip artık herifin kendisini sadece sevişmek için eve çağırmasına dayanamadığını ağlayarak anlattığı bir gece, benden daha da evvelki, onu tekme tokan döven davulcu sevgilisinin hayatını mahvedişine dair çözümlemesini ve o yüzden de hep yanlış adamları seçtiğini anlatışını sabırla dinledim. "sanırım hayatıma giren tek doğru düzgün insan sendin ve seni de ben terk ettim." deyip sarıldı ve arka planda yağmurlu mağmurlu ağlaştık. maalesef beni de müzisyen sanıyordu; cebimden o gün yamaha marka bir piyano için aldığım yamaha marka parlatma bezini çıkarıp saçlarını sildim.

    o, o anki sevgilisiyle hangi pozisyonda sevişmekten bunaldığını anlattıktan sonra ben de, onun gidişinin ardından bir hayli bocaladığımı söyledim ve şöyle dedim: "ama bi kız var!"

    daha önce hiç görmediğim veya gördüğümü hatırlamadığım bir kıvançla sevindi. gözleri parlıyor, saçları alev alev yanıyor, dudaklarını kemiriyordu:

    "yaşadığımız onca şeyden sonra bunları konuşabilmemiz ne iyi değil mi?" diye sordu.
    "biz her zaman konuşuruz" dedim. canım, kaldırabileceğimi tahmin ettiğimden çok daha fazla yanıyordu.

    "sen bana dost oldun, ama ben seni anlayamadım" dedi, "çünkü dostlarım hiçbir zaman sandığım insan değillerdi. dostluğa inancımı yitirmiştim. seni tanıdığımda sadece şu geçti aklımdan, 'bu adamla asla sevgili olmamalıyım, o benim aradığım dost!' fakat sonra olanları biliyorsun. yine de şimdi bizi bu halde görmekten, seninle dostluğu yakalamış olmaktan çok mutluyum."

    "hayatımda olmanla ilgili dostluk, sevgililik, çıktığımlık, fakbadilik, sırdaşlık gibi bir ayrım yapacak durumda değilim, hiç yapmadım" diye cevap verdim, "beni biliyorsun seni çok sevdim, hep seveceğim ve özlüyorum da, ama bunlar benim meselem, bir şekilde hayatımda olduğun sürece ben de mutluyum."

    bunları söylememeliydim. söylenecek şeyler değil. onun duymak istediği buydu zaten: karşısında zayıf olduğum ve onu unutamadığım falan gibi şeyler. inanmayacaksınız ama hepsini o söylettirdi. sonra bir baktım sorularını cevaplıyorum.

    - adı ne kızın?
    - dürdane
    - kaç yaşında
    - 35
    - nerede oturuyor?
    - tarabya'da
    - tek mi yaşıyor?
    - evet
    - seviyor mu seni?
    - maalesef çok
    - sen seviyor musun?
    - sevsem iyi olur.
    - ne okumuş?
    - uluslararası
    - nerede?
    - amerika
    - güzel mi?
    - çok güzel
    - uzun mu?
    - senden kısa
    - ben uzun muyum?
    - bence normal türk kızına göre uzun
    - güzel miyim?
    - saçmalama ya... ne sorup duruyorsun, ben tuvalete gidiyorum.
    - git, oradan da kalkarız.
    - tamam.

    kalktık, sarhoş olmasına rağmen hiç koluma girmedi, sonra birkaç fotoğraf çekmek istedi, çekti. durup durup akm'nin fotoğrafını çekerdi zaten, bir de önünde beni çekti. annesi aradı sonra, "biniyorum" deyip kapattı. sarıldık, bayağı uzun sarıldık kesin, peşinden dolmuşa bindirdim, arkasından baktım, en arkadaydı, döndü bi baktı, selam verdim, kayboldu.

    onun beni terk etmesinin ardından geçirdiğim süreyi, bu süreyi nasıl da geçirebildiğimi, aslında öldüğümü ve fakat bir başkası olarak yeniden yaşamaya başladığımı, esasen iyi durumda olduğumu, artık onun gerçeği belirsizleştiren bakışlarını, başından geçen başı sonu muallak hikâyeleri, anlatıyor görünüp de hiçbir şey anlatmamalarını, herkese ama herkese yalan söyleyip de sanki bir bana doğru söylüyormuş gibi günah çıkartmalarını, "yeter artık yalan söyleme" diye yalvardığımda "artık yalan söylemek istemiyorum" diyerek boynuma atılmalarını, sabahları hiç tanımadığım biriymiş gibi uyanmalarını çekmek zorunda olmamamın belki de bir lütuf olduğunu düşünerek beşiktaş'a kadar yürüdüm. artık bunlar benim sorunum değildi. eve girdim, duvarda asılı duran, hep o yanımdayken bir şeyler yazdığım ve gittiğinden beri de indirmediğim beş yıllık kartona bakarak bir güzel marmara indirdim ve sonra kartonu duvardan söktüm. tam parçalayıp atacaktım ki telefon çaldı.

    "s.?"
    "bunu söylememeliyim ama seni çok özlemişim."
    "neredesin?"
    "inip sana gelmek istiyorum. taksi parasını ödeyebilir misin?"
    "neden geleceksin?"
    "duyamıyorum. bahçeye çık."
    "ney?"
    "bahçeye çık sesin gelmiyor."
    "neden geleceksin diyorum..."
    "çok yalnızım istanbul'da."
    "ben de."
    "ödeye..."
    "bekliyorum."
    "tamam."

    wife beater atletlerimi sevmiyor diye üzerime bir kazak geçirdim. ayaklarıma parfüm sıktım. belki bir aydır değiştirmediğim nevresimleri kalır da, yatarsa temiz olsun diye değiştirdim. bi an dürdane'nin eşyalarını ortalıktan kaldırasım geldi ama dürdane'nin beni sevişindeki, s.'yi; bırak beni, herhangi birine sevdiğini söylemiş olmaktan utandıracak diğerkamlığı aklıma geldiğinde yapamadım. beni terk eden bir kadına bu kadarı fazlaydı. yine de ağzıma giren bıyıklarımın uçlarını düzelttim ve saçımın gözüme batan fazlalıklarını makasla biraz kırptım. saçım çok mesnetsiz durdu, biraz daha kırptım. daha beter oldu. o gelmeden ne kadar vaktim olduğunu bilmiyordum. telefonu yanıma alıp tıraş makinesini çıkardım ve kafamı üç numaraya vurdum. zil çaldığında nefes nefese kalarak buz gibi suda yıkadığım kafamı kuruluyordum. zil üç kez çaldı ve telefon çalana kadar aynaya baktım, gördüğüm insanı tanıyamıyordum.

    süratle kapıya koştum, sonra dış kapıya, "n'aaptın sen?" deyişine aldırmadan, "yarabbi ne saçma sapan bi dünya bu, keşke yedi günde kesip atmayaydın da biraz daha uğraşsaydın" diye hayıflanarak taksi parasını ödedim. şaşkın bakışları arasında apartmandan içeri girdik. ve maalesef o aralıkta kaldık. anahtarı içeride unutmuştum. kapı kapanmıştı.

    normalde böyle durumlarda cinnete yaklaşır, sözünde salaşlığa, pisliğe, mekânlara aldırmayan, aşk olsun da her yeri, her hali, her zorluğu umursamazmış gibi görünen s.'nin kıçımın leydisi hanımefendiliği tutardı. ilk önceleri uzun süre bu yüzden kendimi hayli suçlamıştım. "bir kadını dilediği biçimde yaşatamıyorsun" diye kendime kızdığım, kendimden nefret ettiğim çoktur. sonradan anladım ki bu benimle ilgili değildi. s. hiçbir zaman memnun olmayan, babasının kendisini prenses gibi hissettirmemesinden sebep prenses gibi şımartılan bütün kızlarları ve babalarını freudyen teorilerle destekleyerek yerden yere vurmasına rağmen birlikte olduğu tüm heriflere, belki de sadece bana, o kayıp prenses gibi hissettirme sorumluluğunu yükleyen ve bu yüzden habire işkence eden bir psikopattı. fakat bu defa öyle olmadı. "seni bu yüzden çok özlüyorum" dedi, "başımıza neler geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı hiç tahmin edemiyorum."

    apartmanın kapısında çilingir numarası aradım, bulamadım. evin kapısını tekmeledim, yıkılmadı. tam camı kırıp oradan girmeye niyetliydim ki, s. izin vermedi. "bana verdiğin anahtar evde duruyor" dedi, "eğer kilidi değiştirmediysen..." değiştirmemiştim. ama anahtarı almak için sabahı beklemeliydik, sarhoştuk, uykumuz vardı ve çok soğuktu.

    apartmanın kapısına kağıt sıkıştırıp ben çıplak ayağımda terlik, kel kafa, eşofman üstü kazak; o konken teyzesi kılığında otel aramaya başladık. ilk denediğimiz otel evlilik cüzdanı istedi ve bizi almadı. ikincisinin güvenliği evlilik cüzdanı istemiyoruz dedi ama resepsiyondaki tip, yukarıdaki odalardan kadın çığlıkları ve öküz böğürmeleri geliyor olmasına rağmen halimizi beğenmeyip boş oda olmadığını söyledi. nihayet bakkalların çöplerinin yanında duran boş karton kutuları toplayarak eve dönüyorduk. sabaha karşı dört buçuk falan olmalı saat, hava kırmızıydı ve gökyüzünden üstümüze kıpkırmızı karla karışık yağmur dökülüyordu. birlikte yürürken tanrının o gece kıskançlıktan bileklerini kesmiş olabileceğini düşünüyordum. kapının önüne kartonları serdikten sonra sarılıp uzandık ve uyuduk.

    bir süre sonra o gitarcıyı, ben dürdane'yi terk etmiştim ve rutinimize dönmüştük. hafta içi dışarda buluşup içmeler, cuma'dan ailesine söylediği "arkadaşta kalacağım" yalanları ve pazar akşamına dek süren üç günlük film izleme, yemek yapma, içme, sevişme kaçamakları. pazar gecesi zar zor ayrılmalar...

    üç ay sonra hafta sonu gelmeleri bitti. çünkü çalışması gerekiyordu. sonra sadece bir sevişmeye uğramalar başladı. sonra ben aradığımda o evdeyim derken, arkadan gelen dışarı seslerini duymaya başladım. bir süre sonra telefonlar açılmamaya başladı. "müsait değilim, ariycam"lar. "yanında biri varken arkadaşça konuşan sevgili" pozları. "seviyorum ama sana yetmiyor"lar. on gün görüşmemişken yaz günü boyunda fularlı çay içmeler. dalıp sıcaktan daralıp da fuları çıkarınca birden ortaya çıkan boynundaki morluklar. "hatırlamıyor musun, sen yaptın, başka kim yapacak?" tartışmaları ve peşine bu yüzden tekrar bi on gün görüşmemeler. bir arkadaşın bir barda onu başkasıyla öpüşürken gördüğünü, sırf o itiraf etsin de beni bu duruma sokmasın diye söylemeyip, sonunda bir gün, "geçen memduh seni biriyle görmüş?" diye dokundurmanın, "sen anca onlara inan, ben sana gerçeği söylüyorum, seni sevdiğimi görmüyorsun bile" çıkışıyla geri tepmesi ve günlerce kendini hayvanlıkla suçlamalar. bu yüzden ambargo yemeler. lerler. larlar. tanrı sanırım o ara bana götüyle gülüyordu.

    ve encam bir ayrılma buluşması.

    "başka olur sanmıştım ama, aynı... hep aynı şey olacak!"
    "ne aynı s.?"
    "sen aynısın. kıskançsın. bu değişmeyecek."
    "keşke sen de kıskansan ya biraz..."
    "kıskandım. ama hataymış. ben seni aslında sevmiyorum. sadece o kızdan ayırmak için seninle birlikte oldum tekrar."
    "nasıl yani..."
    "öyle işte. onunla olmanı istemedim."
    "e, şimdi peki, işte seninle birlikteyim."
    "sorun bende. lütfen üzülme, sorun bende..."
    "ne sorunu?"
    "hep yanlış erkekleri seçiyorum."

    o yanlış erkeklerden biri değildim. ona yanlış hiçbir şey yapmamıştım. sadece sikmek için onunla birlikte olmamıştım, yalan söylememiştim, hiçbir zaman ondan önce kendimi düşünmemiştim, söylediğin tüm yalanlara inanacağım demiş ve inanmıştım, onu dövmemiştim. yanlış olan ben değildim ve bunu duymayı kaldıramadım.

    "bir çocuk yap. bizim bir çocuğumuz olsun isterdim ama sen buna izin vermedin. kimden olursa olsun, bir çocuk yap, ben buralardayım." dedim ve kalkıp gittim.

    eve girmeden dört şişe güzel marmara aldım; ikinciyi içerken müslüm dinlemeye başladım, üçüncüyü içerken kafamı sıfıra vurmaya başladım. dördüncüyü içerken kafamı duvara vurmaya başladım. sonunda şişeyi kafamda kırdım. uyandığımda apartmanın giderleri tıkanmıştı ve bütün apartmanın boku evin içinde yüzüyordu.

    bokları bir süre faraşla kovaya doldurmaya çalışsam da bitmek bilmedi ve belediyeyi arayıp vidanjör çağırdım. ekip bir süre sonra ayaklarında sarı botlar, ellerinde 20 metrelik ahmet enünlü kalınlığında hortum ve ucunda devasa bir penis ucuyla eve daldı. penis ucunu taşıyan adam bir yandan da, "senden çocuğum olsun istiyorum" diye sözleri olan bir şarkı söylüyordu.

    "yalnız ben hep yanlış erkekleri seçiyorum abi" dedim. güldü. bi sigara istedi. verdim. yaktıktan sonra,
    "yanlış erkek yoktur, iyi pişirilmemiş biftek vardır" dedi.
    "kızgın boğa ha abi?" diye sordum.
    "üstüne film tanımam." dedi ve vidanjörün ucunu apartman boşluğundaki rögardan içeri zorla soktu.

    o gün evde kalamayacağımdan tomturbaz ile evi temizlemesi için anlaştıktan sonra selma'yı aradım ve biftek alıp ona gitsem pişirmesinin mümkün olup olmadığını sordum. sevindi. "belki pirzola daha iyi olur ama sen bilirsin. içkiler de benden, bekliyorum" diye cevapladı.

    evden çıktıktan sonra bana evi ayarlayan emlakçının dükkanına gittim ve merhaba deyip elini uzattığı anda suratına tumturaklı bir yumruk patlattım. daha düşmeden bir tane de böğrüne geçirdim. yanında çalışan kadın bağırmaya başladı, diğer oğlan da üstüme atladı. ben ne olduğunu anlamadan umduğum gibi olmuş handaki tüm esnaf üzerime çullanmıştı. sürekli tıraş olduğum berber araya girene dek beni bir güzel dövdüler ve nihayet dışarı attılar. yürüyecek halim yoktu. bir kasap bulup en güzelinden beş kilo biftek vermesini söyledim ve bir taksiye atlayıp selma'ya gittim.

    selma beni çığlık çığlığa ve dövünerek karşıladı. polisi aramak, hastaneye götürmek, oksijenli su bulmak için çırpınıp duruyordu. bir havlu isteyip yüzümü yıkadım. yüzüm herhangi birinin seçeceği bir yüze benzemiyordu ve bu yüzden yanlış erkek olarak seçilmem imkânsızdı. biraz uzun sürdüyse de selma'yı bana bi kadeh rakı koyup orhan çalmaya ve biftekleri pişirmeye iknâ ettim. selma, o güne dek yediğim en güzel bifteği pişirmişti. bir ara, "senden çocuğum olsun istiyorum"u duyduğum kadarıyla söylemeye başladım.

    gece seviştik.

    sonra birlikte yaşamaya başladık.

    bir yıl sonra, doğum günümde s. aradı.

    "biliyor musun, bana, 'tanrı seni yedi yılda yaratmış olmalı' demiştin ya, hayatımda bana kimse bu kadar güzel bir şey söylemedi." dedi.
    "neredesin?" diye sordum.
    "beyoğlu'ndayım. gelebilir misin? sadecedoğum gününü kutlamak istiyorum." dedi.
    "tamam, bekle orada." dedim ve bakkala gitme bahanesi uydurup evden çıktım.
    bir daha da selma'nın yanına dönmedim.

    çünkü gittiğimde s. bir kafede oturmuş kahvesini içiyordu ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. tanrı biliyor.
12 entry daha
hesabın var mı? giriş yap