2 entry daha
  • bir mitti cem karaca. biz çocuktuk...

    biz çocuktuk, mitlerden anlamazdık.

    ankaralı çocuklardık, karbonmonoksit sonbaharlar* yaşadığımızın da pek farkında değildik. biz, gökyüzünün gündüz kül, gece ise lacivert-mor olan rengini doğal rengi sanıyorduk. ankara'nın yazları kurak ve tozlu, kışları karlı ve çamurlu sokaklarıydı oyun bahçemiz. ağlardık; ama boğazımızı yakan hava kirliliğinden değil, düşüp dizimizi incittiğizden. dünya meseleleri çok dışımızdaydı bizim. üzülürsek, ayhan ışık öldü diye üzülürdük... biribirini vuran kardeşleri pek duymazdık. hava kirliliği, ekonomi, sağcılar, solcular, öğrenci hareketleri kimin umrunda... onlar bizim zaten içine doğduğumuz şeylerdi. ilgilenmeye değmezdi. bilmezdik dünyada böyle sorunlar olduğunu. mitlerden hiç anlamazdık. ama cem karaca'nın şarkılarını bilirdik yine de... zülfü livaneli'nin, barış manço'nun, erkin koray'ın, edip akbayram'ın, timur selçuk'un şarkılarını bilirdik. sahibinin kim olduğunu bilmeden bilirdik şarkıları. tüm sağ ve sol sloganları bildiğimiz gibi*...

    hep evcilik oynamazdık ya. arada toplanıp yürüyüş kolunda marşlar söyleyerek arşınlardık ankara sokaklarını. askercilik mi sanardık bu oyunu, yoksa öğrencilik mi hatırlamıyorum. hatırladığım, bunu sadece askerlerin değil; koca koca ablaların abilerin de yaptığydı. hep bir ağızdan çocuk seslerimizi toklaştırarak söylerdik marşımızı:

    "1 mayıs, 1 mayıs işçinin emekçinin bayramı
    devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı."

    onu bitirir diğerine başlardık.

    "... ... ...
    bunların hiçbiri onları kurtarmayacak
    durduramayacaklar halkın coşkun akan selini"

    bizim çocuk sesimiz hiçbir zaman cem karaca'nınki kadar gür çıkmadı. abilerin ablaların sesleri de yeteri kadar gür çıkmıyordu belki de... halkın coşkuyla akan seli kesildi bir sabah. cem karaca'nın o gür sesi kesildi. sokakların bizden alınıp, askerlere verildiği tek bir gündü her şeyi değiştiren...

    ihtilal sonrasıydı... günlerimiz köşe başlarında, kuytularda, apartman boşluklarında bulduğumuz kitapları toplamakla geçiyordu. topladığımız kitapları eve getiriyorduk. annem, "toplamayın bunları, başımız belaya girecek. yasak bu kitaplar oğlum." diyordu. anlamıyorduk yasak masak. gezici kütüphane 15 günde bir geldiğinde görebildiğimiz, alabildiğimiz kitaplar her yerde bedavaydı. bu fırsat kaçmazdı.

    zaman geçiyordu. önce abiler ablalar bıraktı marş söylemeyi, sonra biz. parkalar yıllar sonra yüksel caddesi metalcilerinin raconu olana kadar çıkarıldı sırtlardan. sarkık bıyıklar kesildi, takkeler raflara kaldırıldı. unuttuk gitti eski günleri. ve artık duymadığımız marşları, sloganları unuttuk.

    biz büyürken çocukluk daha çocukça şeylere ilgi duymaya başladı. biz büyüyorduk, yeni çocuklara yer açıyorduk sokaklarda. ama yeni çocuklar pek sokağa çıkmıyorlardı. "haydi, haydi. atari geldi!" diye reklamlar vardı televizyonlarda. çocuklar okuldan çıkınca önlüğü çantaya tıkıp, çantayı bir kenara atmıyordu. eve gelip koltuğun üstüne atıyordu ikisini birden. sonra monitörün karşısı.

    mevsim değişivermişti bir anda. t.ö.rkiye başka baharlar yaşıyordu artık...

    ben artık delikanlı olmuştum. babaannemlerdeydik bir akşam, içeri odadaydım. televizyonlu odadan gelen kalın ses yırtıverdi gecemi:
    "gençler ve her zaman genç kalanlar, merhaba."

    annem benim olduğum odaya seslendi:
    "koş, cem karaca!"

    ben odaya geldiğimde annem içeridekilere kardeşimle benim çocukken cem karaca'nın şarkılarını ezbere bildiğimizi anlatıyordu. hatta, gereksiz yerlerde şarkıları, marşları söyleyip neredeyse başlarını belaya sokuyormuşuz. düşündüm, gerçekten de öyleydi. üstelik, yıllardır dinlemediğim, şarkılar ezberimdeydi hala... demek ki, gerçekte ne cem karacanın tok sesi kesilmişti; ne de biz o şarkıları unutmuştuk.

    şarkılarını ezbere bildiğim adamı ilk defa babaannemin siyah beyaz televizyonunda gördüm ben. ve o gece tanımaya başladım onu...

    herkes ona dönek diyordu. "nerede kalmıştık?" derken, gerçekten kaldığı yeri unutmuş gibiydi. biz onun nerede kaldığını arayıp bulmaya çalışırken. o kendisi de kaybedivermişti sayfaların arasına koyduğu ayracı. "efendime söyleyeyim" isimli programdında tüm türk halkı'ndan özür diliyordu. sonra duyduk ki semra hanım'ın elini de öpmüş. semra hanım büyük kadındı. hem uzayda kapladığı yer itibarıyla büyüktü, hem siyasette kapladığı yer itibarıyla. erbakan'a el öptürdüğünü, ince uzun sigarasını yaktırdığını biliyorduk. erbakan yerini korumaya, sağlamlaştırmaya çalışırken el etek öpmekle; cem karaca yerini kaybediyordu sanki. sonra dine döndüğünü öğrendik. sürekli yeni bir şeyler çıkıyordu. herkes ona dönek diyordu; biz ona dönek diyorduk. ve kendisi de farklı bir şey demiyordu:
    "ben döneksem döndüm diye... döndüm baba, döndüm işte. oh be!"

    keskin sirke küpüne zarar verir. çok acı çekmişti ve yaşlandıkça duygusallaşmıştı. artık, sadece keskin olmaktan değil; sirke olmaktan da vazgeçmişti. değişmişti biraz...

    yıllanmış bir şaraptı o artık. baktık tadına, çok lezizdi. sevgilimi ilk kez o şarabı içerken öptüm. o şarkı söylüyordu, biz tam önündeydik. ne öpüşmekten utandık, ne cem karaca'dan... doya doya öpüşürken sevgiliyle, kana kana o şarabı içtik.

    erken gitti ve biz özlüyoruz onu. tüm eski güzel günleri, güzel insanları özlediğimiz gibi... elimizde, siyah beyaz bir resim:

    "... ... ...
    benden sana son kalan
    bir küçük resim şimdi
    ... ... ..."
5 entry daha
hesabın var mı? giriş yap