22 entry daha
  • dokunmaya bile kıyamayacağınız bir bedeni, bıraktığınız yerde, bembeyaz çarşaflara sarılı bulmak, cansız bedenindeki hafifliğin sebebini anlayamamak, geç kalınmış ya da elinizden daha fazla bir şey gelmediği için kaybedilmiş her fırsatın, daha kısa haliyle "yapamadıklarınızın", "kaçırdıklarınızın" acısını derinden hissetmek, yıllara yayılmış bir tutkunun daha dokunamadan avuçlarınızdan kaybolmasına sadece seyirci kalabilmek, sararmış kağıtlara düşüen bazı notlar ve sözlerin aslında ölümden başka bir çare bırakmadığını anlamak ne demektir diye merak edenler için hazırlanmış bir "yaşamdan ve aşktan korkma kılavuzu" olarak niteleyebilirim söz konusu filmi.

    sahneler arası geçişlerde belki nefes almaya fırsatınız kalıyor, ama o boğazınıza düğümlenen ve nefessiz bırakan şeyin verdiği rahatsızlık hissini kaldırmanız pek mümkün olmuyor. duyguların resim çerçevelerine sığdırılmasının pek mümkün olmasını beklememek lazım aslında, ki zaten hem senarist, hem de yönetmen bunun farkında olarak el atmışlar filme.

    çerçevelerden taşan, üzerinize gelen bir yoğunlukla karşı karşıya izlemek durumundasınız filmin her geçen saniyesini. olayların, sessizliğin ve üç beş tavrın ortasında kaldığınızda, bir sonraki saniyenin, aslında bir önceki saniyeden çok farklı olmadığını, ama bir öncekini anlayabilmek için bir sonrakini çözmüş olmanın gerekliliğini, sonrakini çözebilmek için ise öncekini iyi algılayabilmiş olma zorunluluğunu görüyorsunuz. peki nasıl oluyor bu çözümleme ve empati? çok da zor değil aslında...

    en duygusuzundan, en öküzünden ve türüne tek örnek olacak kadar mekanik bir insanın bile, deştiğimizde dibinde asla dayanamadığı, kaldıramadığı ve hep üzerini kumla örttüğü bir yanı, anısı ya da düşüncesi çıkmaz mı? işte senaryo öyle güzel hazırlanmış ki, hangi noktadan gireceğini bilemediğiniz bir yerden dalıveriyor bilinç seviyesinin altına ve koca bir yara kabuğunu yerinden söktüğü gibi yere atıveriyor. acının verdiği yanma ile mi, yoksa kaçtığınız o duygu sağnağına tekrar yakalanmanın etkisi ile mi bilmiyorum kilitleniveriyorsunuz o anda. tezahuru herkeste farklıdır bunun eminim, ama klasikleri haklı çıkaracak kadar belirgin ve şablonvari bir görüntü hakim oluveriyor izleyenlerde. bir kaç iç çekme, nefessiz kalış, gözleri kaçırış, biraz inkar, öfke... ama eninde sonunda gelinen yer hep aynı; hüzün, biraz ıslaklık ve anlamsız cümlecikler.

    kaçmaya pek gerek yok. "i've always loved you"... bu nasıl bir aşk? bu nasıl bir bağlılık?

    hastalıklılık seviyesinin ötesinde bir tutkuyla iki insan nasıl bağlanabilir. ölüme meydan okumak bu kadar kolay olabilir mi? ya da yaşamın ucundaki son saatlerde insanın cesaretindeki bu tavana vuruş normal mi?

    yazmak bile anlamsız aslında. herkes kendine göre bir şeyler bulacak tabi ki. herkes kendi birikimleri ve yaşantı nitelikleri ölçütünde bağımsız duygulanımlara sevk olur, olacaktır. olmayana kafam girsin diyerek bunca cümlenin de içine edeyim ki, bu da benim savunmam olsun. duygusal yanımın su yüzüne çıkmasına izin vermemiş olayım. tüm freudyen arkadaşlara selamlarımla.
157 entry daha
hesabın var mı? giriş yap