370 entry daha
  • belki de bunları çağdaş sanat başlığında yazmam gerekiyordu, zira bienaller, çağdaş sanat müzeleri vs. hakkında efkarlanacağım (fikir'in çoğulu efkardır ya!..) bu yazılacak metnin uzunluğuna bakıp aldanmayın, herhangi bir iddiada bulunuyor değilim. sadece ve sadece, sesli düşüneceğim, o kadar.

    şurada bir video var. société realisté adlı sanatçı kooperatifinin binaların arkasındaki şehir isimli, ali akay küratörlüğündeki sergisi'nin tanıtımı. serginin başlığı, tarde'dan mülhem. buna göre, işte, ilüzyonlar çevriliyor, dekor dekora bakıyor. ne bileyim, yeşil kart başvuruları, dahası east west bank gönderleri, avrupai çarpık doğu algısının eleştirisi, yeniden kurgulanmış sömürge haritaları, orta çağ yahudilerinin kullandığı bir yazı karakterinin naziler tarafından da kullanıldığı şeklinde kaderin cilveleri vs. gibi işler varmış bu sergide.

    öncelikle, sanat konusunda derinlemesine kuramsal bilgiye sahip olmadığımı tekraren belirteyim. elbette, "sanat" başlığı altında bir kısım bilgileri gayet bildiğim halde hiçhiç benimsemediğimi ve en nihayetinde, bir kısım az buçuk şeyi de, nispeten iyi bildiğimi düşündüğümü söyleyeyim.

    ve hasılı, çağdaş sanat deyince bu yukarıdaki gibi bir şeyi anlıyorum, diyeyim. evde hacetimizi giderdiğimiz klozeti değil, sanat olarak, belirli bir saikle ve belirli bir biçimde, seyirlik olarak koyulmuş, teşhirdeki bir klozet şeysini yani.
    yukarıda, akbank sanat galerisi bahsini o sebepten açtım, betimledim. beni düşündüren, ancak duygulandırmayan, duygulandıramayan o haritalama, enstalasyon gibi şeyler... hani "düşündüren ama güldürmeyen" fıkra misali, "affekt", bir duygulanım etkisi yaratmayan, gündelik deyişle kalbe hitap etmeyen ama beyne hitap eden, daha da sokak ağzıyla sevgilimle öpüşürken, tartışırken ihtiyaç duymayacağım amma sevgilimle tartışırken, hasbihal ederken temaşa etmek, gezip görmek isteyeceğim o şeyler.
    ben, bunların, en nihayetinde, sanat olduklarını düşünmüyorum.
    yanlış anlaşılmasın, elbette, kendilerine sanatçı dediklerine göre, çikita muz ajdar da sanatçı, şahan gökbakar da sanatçı. ne bileyim, bunlar pink floyd'dan, bach'tan, tarkovski'den daha az sanatçı değiller. daha az iyi sanatçı olabilirler, daha az duygulanım yaratan sanatçılar olabilirler, ancak daha az sanatçı değiller. sanatçı sanatçıdır, piyasa koşulları nezdinde.

    benim yapmaya çalıştığım şey, piyasa gibi bir "sonuç" şey üzerinden değil, "nedenler" tefekkürü yürütebilmek.

    ***

    bazen en kaba nitelemeler, en fazla şeyi söyleyebilir. en azından bir arşimet noktası oluşturmamızı sağlayabilir.

    bütünüyle evreni kavrama uğraşı ve ona bir anlam verebilme gayretiyle, eşya ve beşere dair üç temel kategori varsayalım; siyaset, etik, estetik.

    tanımları da:
    siyaset: dost düşman ayırımı,
    etik: iyi - kötü ayırımı,
    estetik: güzel çirkin ayırımı,
    şeklinde olsun.

    yapıp ettiğimiz her şey, kişisel bir edimden, örneğin çabuk öfkelenir olmaktan bir teşhirlik nesneye, örneğin klozete değin her şey, elbette bu üç temel kategoriden de pay alır. çabuk öfkelenen insan, etik konuda çok başarılı değildir muhakkak. hacetimizi giderdiğimiz tuvaletin de, davut heykeline nazaran, pek estetik olduğu söylenemez. misal ernesto "che" guevara, bir devrimci. sömürgeci mantığa karşı, halkın safında dövüştü (dost-düşman ayırımı). en nihayetinde, "son tahlilde" bir devrimci olsa da, onu devrimciliğe götüren öncüller, ne bileyim, sömürüsüz bir dünyanın daha ("iyi" anlamında) etik olacağına ve daha ("güzel") estetik bir varoluşa, daha az yabancılaşılmış şekilde yaşanılacağına dair bir ön kabule dayanıyordu. aksine; birkaç sene evvel, nagehan alçı'nın "che bir yamyamdır, katildir" çıkışını hatırlayın. bu çıkış, temelde, etik ön kabulden bir siyaset algısı eleştirisiydi (berbat bir liberal okumaya dayanıyordu elbette: "insan öldürmek kötüdür, onlar katildir, katiller kötü ve çirkindir, dolayısıyla insan öldürenin dost düşman tayinine ihtimam gösterilmemeli" tarzı bir "teknoloji"yi, bir iktidar teknolojisini devreye sokuyordu en nihayetinde) gibi gibi.

    bunlar bir tarafa, işte tam da ben, sanatı, böyle bir noktada konumlandırıyorum. yani son tahlilde, güzel ve çirkin ayırımına. pink floyd - the wall albümü, elbette politik bir albüm. elbette, yabancılaşmaya dair, yani "iyi olan ve kötü olan"a ilişkin bir şeyler söylüyor. ama ben o albümü, siyaset nedir hiçbir fikrim yokken, hatta ingilizce dahi, yani şarkıların neyi söylediğini bile bilmezken, dolayısıyla etik kodlarla ölçemiyorken dahi, yaklaşık 9 yaımdan beri seviyorum. çünkü bana "güzel" geliyor. beni felaket duygulandırıyor.

    şimdilik, hangi tür şeylerin hangi sınıftan ve statüden insanlara güzel geldiği kısmını, yani pink floyd severler vs. justin bieber severler karşılaştırmasını bir kenara bırakıyorum. bu, en nihayetinde sosyolojinin yetkinde saptayabileceği bir temayüller, yatkınlıklar meselesi. opera sevmek ile rock sevmek arasında, elbette bir güzellik çirkinlik ayırımı koyabiliriz. sonuçta ben opera'ya günaşırı giden biri değilim, amma günde üç progresif rock albümü dinliyorumdur. bu mezkûr rock-opera ayrımını, bir alan analizi ile alanda eyleyen faillerin biriktirdiği sermaye türleri üzerinden daha yetkince ve daha velûd şekilde açıklayabiliriz diye düşünüyorum.
    yine de burada açıklamalarla değil, neyin ne olduğu ve olmadığıyla ilgilenme amacındayım.

    bütün bu* mülahazalar neticesinde şunu söyleyebileceğimi düşünüyorum. ali akay'ın bahsettiği "avrupa ve sömürgeleri" meselesinin bir harita üzerinden gösterilmesi, sanat olamaz. çünkü bu, güzellik veya çirkinlikle alakalı değil. çünkü bu harita bilinçdışına, ya da almanca orijinaliyle, "bilinemez"e hitap etmiyor. bu harita, ya da duvara asılmış yeşil kartlar, aksine, doğrudan bilince hitap eden şeyler. eğer bilince hitap eden bu şeylere "sanat" diyeceksek, o halde (bkz: madem sosyalist ekonomi iyiydi sscb neden çöktü) başlığının da bir sanat olması lazım. ironik, zira sosyalizmi bir kalkınma iktisadına eşitliyor. ironi daha bir ifşa edilse, yani, başlığın yazarı belirli bir marksist felsefi geleneğin birikimine sahip olsa, "işte, sovyetler de, sosyalizmden, bir kalkınma fikri, salt bir "elektrik+işçi konseyleri" algıladı da ondan çöktü", diyesi... (ki bu, geçmişte yapıldı da. "société realisté"nin sergisi sanat ise, bana kalırsa, sözlükteki dengizik rumuzlu kişi, vaktiyle, burada sanatın en şahikalarını üretti. otisabi'nın çoğu girisi, gofret beyin'in kimi yazıları filan da öyle).

    meramımı umarım anlatabilmişimdir. ben, tuvalet kağıdının eğilip bükülüp teşhir edilmesini, birbirine karşıt aynalar ile çeşitli zahiri görüntülerin üretilmesini, ve tüm bu bienal "saçmalıklarını" sanat olarak göremiyorum maalesef. yalnızca "güzel"e, hani büyük g'li olan güzel'e dair hiçbir özgül/yeni şey söylemeye çalışmadıkları için değil, (darbeci paşa misali) "netekim bunu ben de yaparım" dediğim pek çok teşhirlik eserin, ekseriyetle beni hiç mi hiç duygulanıma sokamaması yüzünden, duygulandıramaması ve fakat, ancak, "haa şunu diyormuş" diye bilincime doğru, siyaseten bir şey söylemesi yüzünden diyorum bunları. tüm bu çağdaş sanat bahsini ben, icra edenlerinin aksine, sanat olarak değil, hayata bir müdahale, bir siyaset edimi biçimi olarak görüyorum. doğrudan siyasetten, örneğin "halkın dostları kimlerdir" diye bir metin yazmaktan yegane farkları, siyaseti imge üretmek üzerinden örgütlemeleridir. bu yeni bir şey değil. romantik hareketten, yani tee rousseau'dan beri bildiğimiz, 300 senelik mazisi olan; günümüzde kendisini bazen özgül bir "kaldırım taşlarının altında plaj var" (68 fransası) sloganıyla bazen, yalınca "diren" kelimesi (gezi) üzerinden gösteren, ne bileyim, 1 mayıs 77'deki o bir kolu zincirli diğer kolu çekiçli (bir ağır sanayi işçisi olduğunu haber edercesine) ve epeyce kaslı işçi imgesinde zuhur eden bir duruma benziyor. hepsini boşverin, sosyolojide yaratılan ideal tipleri, mesele, karizmatik lider'i alın. mills'in "iktidarın seçkinleri" imgesini alın. işte böyle bir şeymiş gibi geliyor bana "çağdaş sanat"ın, en azından bir kısmının, "tarz-ı siyaset"i. üretilip belirli bir şekilde yerleştirilen imge tasarımlarıyla iyi kötü bir "siyasi faaliyet" gütmek...

    halbuki, bir lenin eseriyle bir costa-gavras eseri arasında, bariz bir fark var. bir tanesi "halkın dostları kimlerdir" diyor, ve madde madde, "bilinç"e hitap ederek sıralıyor. diğeri, halkın dostları meselesini alıp onu nasıl güzel sunabilirim, hangi şartlarda "bilinçdışı"na seslenebilirim diye kafa yoruyor. duygulanımlarla ilgileniyor. ayırım, basit bir form ayırımı değil. "araç" meselesi de değil. daha temelde bir şey. üretilen eserin, hatta bizzat o kişinin "varoluş etiğiyle" alakalı bir şeyden bahsediyorum diye düşünüyorum...

    ***

    yukarıda yaptığım bu kurguya getirilebilecek meşru itirazlardan biri, "ya peki bir şey hem bir sanat eseri, hem sanat eseri eleştirisi olursa" kısmı. baskın bir karakteri olmasın da, (siyaset, etik, estetik alanındaki) iki, hatta üç kategori arasında gidip geliyor olsun?
    şöyle.
    nabokov, hem bir edebiyatçı, hem de bir edebiyat eleştirmeni. beğenin beğenmeyin, orhan pamuk da öyle. işte onlarda örtük olarak gözlemlenebilecek, izi sürülebilecek bir şey, bana kalırsa walter benjamin'de açık seçik izleyip büyülenebildiğimiz bir özellik olarak mevcut. (benjamin'de) sanat eleştirisi diye yapılan şeyin kendisi sanat. edebiyat eleştirisi dediğimiz metinler, has edebiyat metinleri. bir başka deyişle, "yaşam nedir" ile "iyi yaşam nedir" sorularına aynı anda cevap verebilecek metinler onlar. hem bilince, hem bilinçdışına hitap ediyorlar. hem etik hem estetik, ve hatta, benjamin özgülünde, aynı zamanda saf politik metinler bunlar...

    peki bu tarz metinleri nasıl kategorize edeceğiz?

    işte buna cevabım, birazcık anlatı dışı olmak, şimdiye dek anlattıklarımı bir nebze de olsa reddetmek durumunda.

    bir büyük entelektüel adam*, bir metninde*, "ömrüm, köpek gibi çalışmakla geçti, geçiyor" diyor. işte, aramızdan akıllı olan insanlar, köpekler gibi çalışılıp arşivlenmiş bir kültür dünyasına doğuyor. hatta, başka akıllı ve köpek gibi çalışan insanlarla birlikte vakit geçirebilecek kadar şanslı oluyorlar. ve bittabii bu hem kolektif, hem kişisel köpek gibi çalışmanın neticesinde, biz sıradan fanilerin ancak bir alanında bir bölüme hakim olabildiğimiz o üç kategorinin (siyaset, etik, estetik) hepsine birden, derin bir şekilde vakıf olabiliyorlar. hatta bazıları daha ileri gidip, üç alanı da kapsayacak bir ontoloji/epistemoloji üretmek suretiyle sistematik bir siyasal düşünce dahi geliştirebiliyor (misal badiou). "derrida" olmak yoluna gitmiş ve onca "derrida olamamış" figürü yok saymamak gerek, yüzlerce, binlerce kişi günde net 12 13 saat zar atıyor, bir tane derridar çıkıyor aralarından. ve, sadece "derrida" olup ismini bildiklerimiz değil, o denli hep deneyip hep yenilenlerin de yaşamlarının kendisi, yani biricik varoluşları, feyzalınası bir varoluş estetiği şeklinde oluyor. hele ki olmuşların, değil felsefeleri, yaşantıları bile bizlerin kudretini arttırıyor. bu kimi kıymetli varoluş estetiklerinin öyküsü dahi bizi fevkalade duygulandırıyor...

    sanat bahsinde, derin derin düşünmeden künhüne varamamada, "anlayamadı" durumlarına yelken açmada bize hayır yok, bu kesin; amma en azından, duygulanımlara, "çok anlayamadım ama beni şöyle şöyle etkiledi"lere evet. bunun peşisıra gitmeli.

    [sesli düşünme/off]
795 entry daha
hesabın var mı? giriş yap