7 entry daha
  • interpol'ün ciddi eleştiri mercilerinde sabahlara kadar şaplaklanması gerektiğini gösteren albüm. interpol ve the strokes başta olmak üzere genel olarak post-punk/revival birkaç şey söylemek istiyorum albümün kabataslak bir eleştirisi yanında.

    2000'lerin başı söz konusu etiket altında kategorilendirilen ses çıktıları açısından altın yıldı. bu altın yılın en güçlü iki ayı da şüphesiz is this it ve turn on the bright lights idi. kaydadeğer birçok listenin, geniş zaman aralıklarında en iyi albümler listesinin başını çeken albümler oldular. ister istemez bir nostalji kendi kendini yaratıyordu aslında ta o dönemlerden. bu tür referans noktalarının yaratım aralıklarında bir kişi bu referans noktalarının oluşumunu kolay kolay kavrayamayabilir (kaldı ki, kavrayamaması gerekir zira bu noktaların oluşumu katı şekilde tarihsel bir bakış açısıyla oluşturulur). bu demek oluyor ki, turn on the bright lights'dan sonra dinleyicilerin bu noktaya refleksif olarak nostaljik dönüşler yapmak istemesi kaçınılmazdır. bu referans noktaları estetik söylem açısından bir normativite oluşturmazlar. yani, turn on the bright lights en güzel albüm değildir, sadece bir referans noktasıdır. o yüzden ne self-titled, ne de el pintor turn on the bright lights'a yakın olamadığı için kötü değil (benzer bir tartışma için bkz: #33869129).

    grubun müziği üretirkenki yaklaşımı açısından dolaylı olarak bir etkisi olduğuna inanıyorum bu durumun. el pintor'un tamamının organik, ortaya koyulması gereken müziğin müzisyende oluşmasıyla bunun kaçınılmaz olarak ortaya koyulması denkleminden geçmediğini görmek zor değil. arz-talep ikiliğine takılmış, zorlama bir ses topluluğu olarak görmekte bir beis görmüyorum el pintor'u. kulakları kıyaslama hakimiyetine sahip olan her dinleyicinin ortaya koyulan ses topluluğundan (albüm) (ürün) geriye doğru giderek, o albümün üretilme sürecindeki motifi çözebileceğine inanıyorum. interpol'ün ortaya koyduğu bütün albümleri şöyle kafasında hızlıca döndüren birinin el pintor'un üretilirken stüdyoda, sanatçının zihninde nasıl bir atmosfer döndüğünü hayal edebileceğine inanıyorum.

    all the rage back home'un girişi albümün geri kalanı için umut veriyor aslında. daniel'ın bir elin parmağı kadar gitar vuruşu, paul'ün boğazından son derece doğal dökülen sözlerle interpol'ün self-titled'la başlayan afallamasının hafif sekteye uğrayabileceğine dair umut veriyor. ancak parça ritmini alıp hızlandığı anda parçayı paul'e silah zoruyla söyletiyormuş hissi kaplıyor parçayı. all the rage back home 1:50'ye doğru geldiğinde yine o baştaki, iç rahatlatıcı atmosfer kaplıyor parçayı ama bu da kısa sürüyor. bu noktadan itibaren albüm inorganik, ısmarlama, kulağa ödünç alınmış gibi gelen riff'ler, reverb'ler, tek düze davullarla dolu. paul'ün sesinin bile isyan ettiğini (tıpkı self-titled'daki gibi), diplerde bir yerde "beni bu şarkılardan kurtarın" diye bağırdığını hissetmek zor değil.

    my desire eğreti şekilde dans eden bir ritmle başlıyor. kısa kesilmiş, parça boyunca farklı formlarda kendini tekrar eden bu ritm en iyi ihtimalle taklit olmaya çalışan bir grubun ortalama parçasının gövdesini oluşturan bir ritm olabilir. bunun dışında anlam veremediğim, hiçbir şekilde kendini götürmeyen ritmler, yükselişler ve yersiz reverb'lerle dolu parça.

    anywhere'in girişi orta-üst tempo bir interpol parçası gibi geliyor kulağa, vokaller girdiğinde yine albümün başındakine benzer bir rahatlama ilüzyonu yaşatıyor parça. dingin, özgüveni yerinde, boğazı zorlamayan bir tonla giriyor paul. gitarlar parçanın atmosferini ele geçirmeye başladığında ("i could go anywhere" dendiği anda) yine script'i yazılmış bir yükseliş, yersiz bir hareketlenme seziyorsunuz.

    same town, new story'nin girişini duyduğu anda bir dinleyicinin tongaya düşmeye başladığını anlamaya başlaması gerekiyor bence çünkü bu albümün yapısını tamamen ele veren, ne kadar yapılanmış ve yapıları dışına çıkamadığı için sıkışık, havasız, bunaltıcı hissettiren bir albüm olduğunu same town, new story'nin girişi ele veriyor. paul bir parçayı rahat söylediğinde her daim kendi başına kurtarabilme potansiyeli olduğunu gösteriyor diğer yandan bu parça ama sadece kurtarma potansiyelini gösteriyor, kurtardığını değil. bunun en akıl alıcı örneği kesinlikle try it on'dadır. interpol'ün zirvesi olabilir, tartışılır.

    my blue supreme güzel bir durak aslında albümde. bende oluşan his albümün geri kalanından (belki all the rage back home kendini kurtarabilir) üst seviyede bir parça olduğuydu bu. ama kıyaslamadan bir yargı ortaya koyacak olsam, ne kadar iyiyse, o kadar da kötü bir parça olduğunu söylerdim. gerçekten öne çıkan bir yanı yok. zamanının bir kısmını bir insan ancak bu parça üzerine yazacaksa dinleyebilir herhalde (buradan dergilerde yazacak arkadaşlara selamlarımı gönderiyorum). bu parçaya albümün geri kalanından iyi demem albüm hakkında gerçekten çok fazla şey söylüyor olmalı.

    everything is wrong'un ismini değiştirdiğimizde çok güzel bir özeleştiri haline geliyor aslında. everything (about this album) is wrong. yine üstüne kelam ettiğiniz her saniyenin boşa gittiğini hissettiğiniz bir parça. bu parçayla ilgili en "rakı" anı muhtemelen interpol'ün baslarının nereden nereye gittiğine dair bir zaman çizgisini aklınızda çizmeye çalıştığınızda oluyor. carlos evrenin bir köşesinden bu albüme ciddi anlamda gülüyordur, hiç şüphem yok.

    breaker 1 çok açık şekilde obstacle 1'a bir gönderme gibi görünüyor. öyleyse obstacle 1 için büyük bir hakaret bu. analiz edilecek çok bir şeyi yok bu parçanın da. parçanın girişinde paul'ün buğulu, sisli, puslu, bütün bulanık sıfatları (olumlu anlamda) hakeden sesi sizi bir an etkisi altına alabilir ama aldanmayın. aynı çirkin ilüzyonun içinde olacaksınız.

    ancient ways albümün ikinci single'ıydı yanılmıyorsam. bu da albüm ortalamasının üstünde bir parça bana kalırsa (bu parçayı dinlediğimde tam tersini ummuştum. umarım albüm ortalamasının altında bir parça olur, demiştim yani). davul ritmleri bu parçanın en belirgin yanı. çok özel olmasalar da parçayı çekip çevirme açısından görevini yapıyorlar. paul'ün vokallerinin yer yer çatladığını görebiliyoruz ama aynı zamanda o tamamen zirve ile dinginlik arasındaki skaladan güzel örnekler de vermiyor değil.

    tidal wave'i atlayıp twice as hard hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. twice as hard albümün kalbını belki de en fazla zorlayan parçası. yine süzülen, uzayıp giden, istenmeyen reverb'ler var bu parçada ama interpol belki de en fazla interpol olmadığı anı yaşamış bu parçada. vokallerin parçaya dağılımı, kayıt-içinden-kayıt tonlu derinlik etkisi yaratan etkisi spotane bir otantiklik yaratmıyor değil ama bu da çok kısa sürüyor.

    genel olarak albümün dağılmadan önceki son albümü olabilir diyorum. bu albüme iyi diyebilen bir müzisyen, bununla tatmin olan bir müzisyenin (en azından bunu beyan eden) gece yatağında rahat uyuyabileceğini düşünmüyorum. albüm çıkmasının muhtemelen en güzel yanı interpol'ün tekrardan konsere gelebilecek olması.

    not düzenlemesi: 5.5/10
13 entry daha
hesabın var mı? giriş yap