4 entry daha
  • ı.
    ...
    ilk dizesi olmayan bu şiir
    öncesiz bir dala benzeyecektir
    nasıl ki başlangıcı yoksa yolculukların
    sonu da yoksa
    ağaçsız bir dal gibiyse her yolculuk.
    sevda, acı, mutluluk
    onlar da
    zamanla bir başlarına kalacak hepsi
    öncesiz ve sonrasız
    içi boş odalar gibi.
    anımsa istersen yıllar sonra
    yaşamdan onca yorulup
    ne çıkar, sözgelimi bir öğle vakti.

    ıı.
    konuşuyoruz desem konuşmuyoruz da
    ayrı ayrı şeyler düşünüyoruz üstelik
    birbirimize bakarak
    ne seviyoruz ne de sevmiyoruz birbirimizi
    ne varız ne de yoğuz gerçekte
    iki lamba gibiyiz, iki ayrı yerinden
    aydınlatan odayı
    değilsekte yakın birbirimize
    uzak da sayılmayız büsbütün
    gökyüzünde iki uçurtma başıboş
    yanyanayızdır sadece
    her çiçek bir çoğulluktur gününe göre
    yalnızlık bir çoğulluktur
    sanırım bir giz de yok bu beraberlikte.

    ııı.
    kötü bu, susmuştuk, şimşirler hışırdadı
    yapıştı suskunluklarımız birbirine
    bir o konuştu yalnız – gene o -
    en gencimiz belki de
    dalarak uzaklara, çok uzaklara
    insan: mavinin içindeki düşünce!
    topladık meyvayı biz – topladıktı kendi
    kendimizi ağacımızdan -
    soyduktu kabuğunu, kırdıktı çekirdeğini çok
    bilinmez olan ne?
    anımsanmasıydı sanki herhangi bir olayın
    hızlandıkça adımlarımız
    yağmurda, yolun üstünde.

    ıv.
    şurada şurada
    ıslak palmiyelerin altında
    yağmurdan ıslanmış palmiyelerin altında
    yağmurdan yağmurdan yağmurdan
    ıslanmış ıslanmış ıslanmış
    palmiyelerin
    altında.
    güneş kurutuyor onları
    yağmurdan ıslanmış palmiyeleri kurutuyor güneş
    palmiyelerin altında
    ne vardı palmiyelerin altında
    ne vardı, ne yoktu, ne olmalı
    altında palmiyelerin.
    taş kesilmiş taş
    duruyor kıpırtısız
    bir çakıl kadar sade
    o işte, o avuntusuz vakit.

    v.
    venüs ve turunç doğuyordu bizden, içimizden,
    kara güneşi akşamın
    böyle bağırdı biri. eski hüzünler kazılardan
    çıkarılmış heykellerdir
    tanrılardır, mezar yazıtlarıdır – yaşamazlar,
    andırırlar sadece -
    diye ekledi sonra. hüzün özüne sinmiştir evrenin
    bu eğim, bu bükülüş, bu yükselti, bu derinlik?
    belliydi, sürdürsün istiyordu konuşmayı.
    batınca güneş herkes birbirine baktı -nedense-
    özgün bir şeyler söyledi çoğu
    o sustu yalnız, şiire inanmadığı için değil
    mozayıktan bir tasvir gibi birleşti, parçalandı
    yaratılmak istiyordu yaratırken.
    kim? ne zaman? hangi ülkede yaşamış?
    bilen yok, hepsi o kadar
    toparlanıyorduk, susmuştu ağustos böcekleri de.

    vı.
    yüzüne bir haç çizdi, külden ve kireçten bir haç
    acıdan, menekşeden
    oturdu çeşmenin taşına, su içti
    susmamı söyledi yakınarak -ilk o görmüştü anlaşılan-
    bak dedi -usulca- deniz dalgaların üstünde
    göğün eğrisindeyse bir alev çanı
    görüyor musun?
    gördüm, bir gidip bir geliyordu yüzünde
    acıdan menekşeye
    kireçten küle.
    dokunsam, duysam, yaratsam, diyordum ben de
    ve sunsam ona, denizin
    sunuşu gibi kendini dalgalara.
    ona, yalnızca ona
    beni bir deniz kabuğundan daha ayrıntılı yapana.

    vıı.
    ne olmuş kıyıda gördüğü yengeç -ilk bunu sordu-
    dumanlar içindeymiş o gün kasaba
    kimmiş vurulan ormanda, kayın ağacının altında?
    halatı kopan gemi -nerdeymiş şimdi-
    yıkılan otel -hadi neyse- ya boşluğuna
    alışamayan karanlık
    -az kalsın unutacakmış -nerdeydi sahi
    odasındaki yuvarlak masa
    konsol, konsolun üstündeki lamba?
    -bir değil, iki lamba, eskimiş süt rengindeki-
    ve sırayla
    musluk, lastik hortum, bahçe?
    mezarlık, taş köprü.
    yüzüme baktı uzun uzuan
    “hiç değişmemişsin” dedi yavaşça
    “bazı eşyalar anıdır” -bunu bilmezdim-
    “bazı anılar eşya”
    yaşlanmış bir düş gibiydi, yürüdü gitti.
    geçti mezarlığı, oteli, taş köprüyü
    yitecekti gözden tam
    bir silah patladı ormanda -kimmiş vurulan ormanda-
    öldü düş.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap