293 entry daha
  • edgar allan poe, hem yaşadığı kısacık hayatının şöhret ve sansasyon ile dolu yılları sırasında, hem de ölümünün ardından geçen yaklaşık 150 yılda, daima benzer sözlerle eleştirilen ve eleştirilmeye devam eden bir insan olmuş. poe'yu, onu yermek gayesiyle karşısına alanlar, lafı döndürmüşler, dolaştırmışlar ve en nihayetinde daima onun ne denli biçim düşkünü bir şekilci olduğuna, içerik yönünden ise hiçbir önem taşımadığına dair ithamlara getirmişler. eh, yazdığı edebiyat teorisi ile alakalı eserleri ile poe da, bir anlamda, bizzat çanak tutmuş bu eleştirilere. öyle ki, "the raven"ı «o şiirde kayda değer hiçbir şey göremiyorum» sözleriyle eleştiren ralph waldo emerson'un bu yorumu bizzat poe'nun "the philosophy of composition"ını temel alarak yaptığını iddia etsek, işkembe-i kübralarımızın sesine kulak vermiş sayılmayız herhalde.

    ama, ben diyeceğim ki, «onlar yanlış biliyor; poe, muhteviyatsız bir şair/yazar değil!» bunu, edebiyatı emerson'dan daha iyi bildiğimi iddia ediyormuşum gibi görünme tehlikesini göze alarak diyeceğim; çünkü arkam, yani argümanlarım gayet sağlam.

    misal, "the bells". ancak şairin gizemli ölümünün ardından yayınlanma fırsatı bulabilen "the bells" için gönül rahatlığıyla «poe'nun parmaklarıyla değil, kulaklarıyla yazdığı şiir» diyebilirim; zira şiir, bize, bunu diyebilmemiz için, ihtiva ettiği (ortalama bir şairin şairlik kariyeri boyunca kullandığından çok daha fazlası olan) işitsel ögeler ve yansımalar* ile, yeterli argümanı sunuyor. "the bells"in işitsel zenginliği, nesilden nesile bir masal gibi taşınıyor ve misal, rus besteci sergey rahmaninov, 1913'te yazdığı ve hakkında «["vsenoshchnoye bdeniye"** ile birlikte] en sevdiğim iki eserimden biri» dediği koral senfonisi "kolokola"*da, "the bells"in kelimelerinin işitselliğini, enstrümanlar dünyasına kusursuz bir görkem ile taşıyor; ve misal, pink floyd, 1973 yılında yayınlanan ve çoktan "magnum opus"luk ünvanı kazanmış albümleri "the dark side of the moon"un "time" nam parçasının son kıtasında «the tolling of the iron bells» diyerek poe'nun "the bells"ine bir nevi saygı duruşunda bulunuyor.

    buraya kadar bahis ettiklerimiz, poe'nun, yeryüzündeki hiçbir edebiyat eleştirmeni tarafından yerilemeyecek biçimsel yaratıcılığına dairdi. ve sıra, peşi sıra çalınan çeşit çeşit çandan başka bir öge, poe'nun bitmek bilmez kabuslarından başka bir konu taşımadığı iddia edilen "the bells"in içeriğine yönelik birkaç tozlu, kanlı ve karanlık fikir öne sürmeye.

    "the bells"in konusuna dair en genel geçer yorum, bunun, hayatı ve hayatın doğumdan ölüme doğru ilerleyen seyrini konu edinir bir şiir olduğu yönünde. öyle ki, rahmaninov'un "kolokola"sının berlin filarmoni tarafından icra edilişini belgeleyen kaydın arka kapağındaki tanıtım yazısı dahi şiiri «çan sesleri üzerinden yaşanmış bir hayatın evreleri hakkında [bir şiir]» sözleriyle niteliyor. buna göre şiir, sırasıyla "doğum/bebeklik/çocukluk", "gençlik", "orta yaş" ve "ihtiyarlık/ölüm" bölümlerinden oluşuyor. ilk bölümdeki gümüş çanlar, noel'i, noel'in neşesini, bu neşenin çocuksuluğunu ve çocukluğun saflığını, huzurunu yansıtıyor. ikinci bölümde insanoğlu ergenlik köprüsünü aşıp hayatının gençlik durağına varıyor ve burada çalan ve bir düğün atmosferini anımsatan altın çanlar sayesinde gençlikteki mutluluğu, umudu, narinliği hissediyor. ardından pirinç çanlar çalmaya başlıyor ve itfaiye binasından yükselen ve vahşi bir yangını bildiren bu çanlar orta yaşı, yani hayat ateşinin sönmeye başladığı, ne çocukluğun huzurundan, ne de gençliğin coşkusundan bir eserin kaldığı ve insanın ölümü her geçen günde daha bir yoğun biçimde düşünmeye başladığı o durgun ve gergin suları temsil ediyor. ve orta yaşın bu monotonluğu, ihtiyarlığın ataletini, sinmişliğini, paslanmışlığını ve korku doluluğunu simgeleyen demir çanların kulaklara ağır bir yük yükleyen acı sesi ile birlikte parçalanıyor ve hayat, bir humma halinde sürdürdüğü koşusunun nihayetinde, şiirin dördüncü ve son bölümünde, feryat ve figan içinde ölüm ile kucaklaşıyor.

    ikinci bir teoriye göre, "the bells", hayatın değil, günün evrelerini anlatıyor. ilk bölüm sabahın, yani yeni başlayan günün aydınlığını, tazeliğini, neşesini taşıyor. ikinci bölümde güneş gökte yükseliyor, öğle vakti geliyor ve hem şiir, hem de gün olgunlaşırken düğünlerin habercisi altın çanı duyan insanın yüreği umut ile, mutluluk ile doluyor. ama ne yazık ki bu mutluluk uzun sürmüyor ve alçalan güneş yerini, itfaiye çanlarıyla sarsılan ve bir yangın ile ısınan akşamın ürküsüne, kaygısına, belirsizliğine bırakıyor. günün sonu yaklaşırken, hem şiirin hem de günün en uzun bölümü, yani gece çalıyor kapıyı ve demir çanların inlettiği bir ambiyansta hem poe'nun odası, hem de bizlerin hayal dünyaları türlü gulyabanilerle, çeşitli korkunç görüntülerle ve insana ölümün ve mezarın hayali zifiriliğini düşündüren kesif bir karanlık ile doluyor.

    üçüncü teori ise, belki de, teorilerin en yaratıcı ve ilgi uyandırıcı olanı. hatırlayalım, poe, yukarıda da andığım "the philosophy of composition"ında bir şiirde konu edinilebilecek en şiirsel olayın, "güzel bir kadının ölümü" olduğunu yazıyordu. "the bells"e dair üçüncü teori de, poe'nun bu yargısını, her ne kadar şiirdeki verilerin ötesine geçerek dahi olsa, şiire son derece dikkate değer bir biçimde uyguluyor. buna göre "the bells", çiçeği burnunda iki aşığın ilk aşk günlerini, gümüş çanlarla çevrelenmiş bir neşe içinde betimleyerek başlıyor. ikinci bölümde kulaklarımızın kıyısına altın çanlardan dağılan narin sesler vuruyor ve bu sesler, bize, bir kilisede, evlilik andı içen aşıkların birbirlerini nazikçe öpüşlerine tanık olduğumuzu düşündürüyor. ama ne yazık ki, şiirin üçüncü bölümünde, aşıklarımızın aşkı itfaiye binasından yükselen ve pirinç çandan gelen tiz sesle bölünüyor ve "sevgili güzel kadın", kaynağı belirsiz bir yangının zalim alevleri arasında yaşamını yitiriveriyor. bu elim hadise ile büsbütün yıkılan aşık, kaybettiği aşkının acısıyla bir kilisede bir münzevi hayatı yaşamaya başlıyor ama burada, kendilerini kilisenin demir çanlarıyla duyuran ama pekala kafasının içinde yaşayan hayaletlere daha fazla katlanamayıp acılar içinde yere düşüyor ve oradan sevgilisinin yanına kanatlanıyor.

    evet, üçüncü teori, gerçek olmasını istemeyeceğimiz kadar hüzün dolu bir teori. ve evet, yalnızca bu teori bile, muhteviyatsız addedilen şair poe'nun muhteviyatsız addedilen şiiri "the bells"in dikkatli bir okuma sürecinden geçirildiği takdirde içerdiklerini nasıl da ayan beyan ortaya serdiğini göstermeye yetiyor. bu noktadan sonra bize, poe'nun eserlerini yüzeysel okumaların ardından bir kenara bırakmamak ve onları görünenin ötesinde daha nice karanlıklara, daha nice korkulara ve daha nice acılara gebe olan birer eser olarak görmek düşüyor.

    entry'yi yollamadan evvel "the bells"e dair birkaç link daha vereyim ki, tam olsun;

    basil rathbone'un şahane bir dramatiklikle gerçekleştirdiği seslendirmesi için buradan,
    rahmaninov'un "kolokola"sının rusya devlet senfoni orkestrası tarafından ve valery kuzmich polyansky şefliğinde gerçekleştirilen bir icrası için buradan,

    gümüş çanlardan çıkan ses için buradan,
    altın çanlardan çıkan ses için buradan,
    pirinç çanlardan çıkan ses için buradan,
    demir çanlardan çıkan ses için buradan.

    [edit: entry'nin içerik yönünden hafifçe zenginleştirilmiş, biçim yönünden epeyce düzenlenmiş, çeşitli linkler ve görseller ile desteklenmiş alternatif bir versiyonu için buradan.]
447 entry daha
hesabın var mı? giriş yap