5 entry daha
  • insomnia deriz düşünmeden:

    saatler 00:27’iyi buldu. yine uykum yok! annem bunun bir hastalık olduğunu söylüyor. oysa camdan bakıyorum, karşı sıradaki apartmanlardan birçoğunun ışıkları hala yanıyor. bütün mahalle mi hasta yani? biraz önce ayşen aradı, uyuyamadığı için yürüyüşe çıkacağını söyledi. benim de nasıl olsa ayakta olacağımı tahmin ettiği için, birlikte yürüyelim diye düşünmüş. bu saatte yürüyüş yapmak için delirmiş olmak gerek dedim ona ama, o yine de yürüyüşe çıktı işte... hem de tek başına sanırım.

    ayrıca çok sıcak bu gece... ağustos’un ortası, bu kent neden hep böyle sıcak olur geceleri? annem, sıcak yaz gecelerinde ılık bir duşun herşeye özellikle de uykusuzluğa birebir olduğunu söyler. ancak bu da pek mantıklı değil. levent de arayıp, ılık bir duş aldığını ve artık uykusu da iyice kaçtığı için şimdi de bilgisayarda yeni çalışmasını kaydetmeye başlayacağını söylemişti bir saat önce. gecenin bu saatinde komşuları uyuyamıyorsa, bu kesin levent’in bas gitar notalarının beyinlerinde uğulduyor olmasındandır. ama levent burada oturmuyor zaten... burada ışığı yanan her evde benim gibi birileri var!

    eminim her evde de bunun bir hastalık olduğunu düşünen, erken yatan birileri de vardır. oysa bence de televizyonun karşısında uyuklayıp, erkenden yatmak istemek bir hastalık. çabuk ölmeyi istemek gibi, yaşamı pek de zor birşeyler yapmadan geçirmek veya eğlenmeyi bilmemek gibi. hatta, kendine zaman ayırmayı ihmal etmek gibi. gecenin bu saatinin dinginliği, susturulmuş kent alanında insanın kendisiyle başbaşa kalması ne güzel! kendi kendine konuşmalar, karşı camlardaki diğer uyumayan insanları merak etmeler, onlara öyküler uydurmalar, kendi öykünü sil baştan yazmalar... insan böyle zamanlar yaratamıyorsa kendine veya yaratmıyorsa, gerçekten yaşamış sayılır mı? en azından neden uyuyamadığını düşünüyor olmak, neden uyuduğunu düşünmeden uyuyor olmaktan daha sağlıklı değil mi? annem insanın kafasına çok düşünce takıldığında, en iyisinin bir kadeh bir şey içmek olduğunu söyler hep. acaba birşeyler içsem, uykumu kaçıran bu düşüncelerden uzaklaşır mıyım?

    aslında uykumu kaçıran düşüncelerin bir listesini yapayım en iyisi. bunların başında sanırım işim geliyor. işimi iyi yaparım. orda bir sorun yok, hatta işyerimde de bir sorun yok. aslında bu konuda çok şanslıyım üstüne üstlük. bu ülkede pek de fazla insanın yaşamadığı bir iş güvencesi ile çalışıyorum. kolay bir iş bana göre. düzeni kuruyorum, bozuyorlar, ben yeniden kuruyorum. herkes işimin çok zor bir iş olduğunu düşünüyor. oysa bu iş tam bana göre. monotonluk beni hep sıkmıştır. bu işin en iyi tarafı da bu galiba. herşeyin her an değişebilir olması ve üstelik de gerçekten durmaksızın değişmesi, yeni bir şekil alması ve diğer herşeyin de bu yeniliğe göre yeniden düzenlemeye gereksinim duyması. hiçbirşeyin kalıcı olmaması... bu devinim mi kafamı kurcalayıp, beni uykusuz bırakan, neredeyse rüyada gezen bir zombiye çeviren? olabilir. hep düşünüyorum, yarın değişecek olan ne, değişene göre ben neleri yeniden kurgulamalıyım, yeni düzende eskilerden neleri saklamalıyım, bir sonraki değişiklikte eskilerden hangilerine gereksinim duyacağım...

    sonra, bir de şu aşk meselesi var. sanırım iş düşünüyor olmaktan daha zor bir iş aşkı düşünmek. o kadar kaygan ve uçucu bir yapısı olan bir duygu ile baş etmek, sürekli devinim içinde bir işi kurgulamaktan çok daha zor. aşkı bir türlü kurgulayamıyorum. o çok serseri bir sürü duygunun içiçe geçmiş, herşeyi olduğundan farklı kılan uydurma bir hayal yalnızca. bu kadar gerçeküstü bir duygu ile nasıl baş edilir? ayrıca, aşkın azımsanmayacak bir monotonluğu da var...

    aşık falan da değilim üstelik. zaten mesele de bu belki de. deniz bana aşık olduğunu söylüyor. benim yüzümden geceleri uykularının kaçtığını, gözünün önüne hayalimin düştüğünü, kendisinin o uçarı hayalin peşine düştüğünü, uykularının gözden düştüğünü... bense, onu seviyorum. ancak, tanıdığım tüm insanları sevdiğim gibi. özel bir şey ekleyemiyorum ona olan sevgime. bu aşk değilmiş. ayşen, aşkın insanın aklını başından uçurduğunu, yüreğini dörtnala koşturduğunu ve dünyada sevdiğin dışındaki herşeye karşı bir çeşit körlük yarattığını anlatmıştı bir kez. ben deniz’i böylesine sevmiyorum. yaşayan herşeyi birden seviyorum. annem, herkesi ve herşeyi seven, aslında kimseyi ve hiçbirşeyi gerçekten sevmiyordur der. bu doğru olabilir mi?

    levent’in son bestesindeki gibi, sersemce bir duygu olmalı bu aşk denilen şey. sersemce yalnızca bir kişiye endeksli, esir edici, bilincini bile insanın yağmura falan yükleyici, sürüklemeci, sarhoş edici...

    bir pazar sabahı uyansam,
    yağmur uyandırsa beni,
    aşkıma gitsem,
    kapı ağzında
    onu öylece öpüversem,
    uyku mahmuru
    bana kendini verse,
    onu sevsem
    kendimi sever gibi.

    güzel bir şarkı oldu bu son beste, melodisi şu an içimde kendi kendine çalıp duruyor. aşk gibi, kendini durmaksızın tekrar ediyor, hiç değişmiyor. yalnızca kendi içinde uçuşuyor, daldan dala konuyor, yakalanmıyor. aşk bestesi işte...

    levent de uyuyamıyor. ona göre de geceyi yakalamak, insanlar için müziği o saatte yaratmak uykusuzluğun kardeşi ölüm ile eş anlamlı. yalnız ve boşlukta olmak, karanlıkta parmak uçları ile duyumsayarak yol almak gerekiyor der hep. gündüz yazdıkları ve çaldıkları farklı oluyormuş bu yüzden. geceye gereksinim duyuyor kendini bulmak, anlatmak, insanlarla barışmak, sevmek ve sevilmek için. bence o, yalnızca kendisini arıyor. bunun için şarkılar yazıyor, başkalarının ağzında, yüreğinde çalınmalarını izliyor, nasıl değiştiklerini görüyor ve bir türlü kendisini bulamıyor. kendisini notaların arasına saklayıp saklayıp, bulduğunu düşünürken, tam da buldum derken yeniden kaybediyor.

    ben kendimi kaybedemiyorum. belki de sorun burada. kendim hep benden önde duruyor, herkesin ve herşeyin karşısına dikilip, alçakça bir duvar kuruyor. namussuz bir şey, evet... arkası görünmeyen, pürüzsüz olduğu için delmeye kıyılmaz, duvar olduğu için üzerinden atlanmaz. sağır, dilsiz, ayırıcı, kapatıcı, beni içine, insanları dışına hapsedici. işin kötüsü, ben bu duvarı seviyorum. herhangi birşeye aşık isem, bu duvara aşığım. uyuyamıyorum.

    annem, kişilerin diğer kişilere karşı kendilerini korumak için belirli bir mesafede durmaları gerektiğini söyler. onun mesafesi vardır, duvarı değil. o da bu mesafeye aşıktır aslında. insanlara dokunmaz, kendisine dokundurmaz. aşklarını bu mesafeden yaşar ve bu yüzden hep güvendedir. annem uyuyabilir. ben uyuyamam bu duvarın arkasında. her an, duvarın gerisinde olan biteni düşünürüm. duvarın bu yakasına geçmek isteyen deniz ve diğer insanları, onlara üzülürüm, kendime üzülürüm. karşılık veremediğim sevgilere karşı ördüğüm bu duvar uyutmuyor beni.

    bir ambulans sesi deliyor gecenin karanlığını, kentin boşalmış sokaklarında hızla ve kararlı bir şekilde uzaklaşıyor benden. birileri daha uyanmıştır bu sese belki, onlar da uyuyamayacak şimdi benim gibi. tesadüfen bu saatte ayakta olan insanlarla ortak bir şeyim olabilir mi? uykusuzluk dışında ortak bir şey... benzer bir yan, yüreğimde hissettiğim ve beynime hapsettiğim çok önemsiz görünen ama sakladığım için yaşamımın en önemli şeyi haline gelen küçücük bir duygu... başkalarında da olduğunu bilmediğim için beni utandıran... tesadüfen uyuyamamış herkesin paylaştığı önemsiz bir duygu. isimlendirilmemiş olduğu için hepimizin tehlikeli olduğunu düşündüğü, başkalarına anlatmaya korktuğu, deniz’in bana levent’in de notalara aktardığı, annemin anlamadığı, ayşen’in aşk diye bir kurguya oturttuğu sinsi bir duygu. içten içe büyüyen, bulaşıcı, ürkütücü yeni bir hastalık tedavisi bilinmeyen. bir ambulansa konulup kentin sokaklarında hızla yol alamayan, tam tersi gerçekten de şarkıdaki gibi bir pazar sabahı yağmur gibi bizi usulca uyandıran, aşkımızın koynuna yollayan. küçük bir sarhoşluk, kaza yaptıran, yoldan çıkaran, mesafeleri ve duvarları aşan. hepimizi kendimizden koruyan.

    uykusuz komşularım da birer birer ışıklarını söndürmeye başladılar. kendimi çok mutlu hissediyorum. işte gerçekten yalnızım şimdi. levent’in şarkısı içimi kapladı, durmaksızın kendini çalıp, kendini söylüyor. aşkın yerini ve onu kimin var ettiğini merak ediyorum. aşk ruhun alışkanlığı, kalbin niyeti diye yazar guido cavalcanti. belleğin bulunduğu kısımda yerini alır aşk, biçimini, saydamlığın ışıktan aldığı gibi, mars’tan gelen bir karanlıktan alarak, oraya yerleşir. aşk böyle kolayca biryerlere yerleşebiliyorsa, ben neden hiçbiryere yerleşemiyorum? yoksa fazla mı yerleşiğim tek biryere, kendi içime, bir duvarın gerisine? yoksa bir kapısı olsa, bir duvar daha mı fazla işe yarar? o kapının ağzında, öylece uykusuzluk mahmuru verebilir miyim birine kendimi severmişçesine? hangi duvar ustası ördüyse bu ortaçağ kale duvarını çevreme, neden bir kapı koyuvermemiş en azından ben ordan çıkayım diye?

    sorular... asıl bunlar uyutmaz adamı işte! kendimize sorduğumuz ve yanıtlanmamış veya sormadığımız korkudan... birilerinin bizim adımıza yanıtladığı tüm sorular, bu sorulara verilen yanıtların üzerimize yapıştırdığı tüm bu etiketler, raflara dizili bir sürü kavram ve insan arasında bize biçilen ve yalnızca üzgün bir gülümseme ile kabul ettiğimiz bu yer, birileri bizi düşürüp kırmasın diye çevremize kendimizin ördüğü duvar, bu duvar yüzünden bir türlü etiketimizi değiştiremeyen sevgililer... inancımızı yitirmek, yaşamın kendisine önce, kendimize ve sevdiklerimize, hatta aşka... hiçbir zaman bir “rüya tabirleri” kitabı satın alma ihtiyacı duymamak, veya böylesi bir kitabı hiçkimsenin size armağan etmeyi düşünmemesi.

    uykusuzluk bu! bu bir hastalık: insomnia.
471 entry daha
hesabın var mı? giriş yap