52 entry daha
  • “direkler eğik, burnumuz batmış suya
    insan düşmanının sillesinden kaçar ya
    soluğunu ensesinde duya duya
    ve koşar başını hiç kaldırmadan
    gemi öyle koştu, rüzgâr öyle coştu
    kaçtık güneye hiç durmadan”

    samuel taylor coleridge’e ait "yaşlı gemici" şiirinin dizeleriyle açılıyor sarmaşık ve üç evreden oluşuyor.

    bölüm bir:
    karakterlere birer bakış atıp (daha doğrusu, onlar bize bakıyorlar), bundan böyle üzerinde yaşayacakları “ana vatana” alıyoruz onları sırayla. tamamen sebepli sebepsizliklerle içine düştüktükleri devasa gemi’ye adımlarını atıyorlar birer birer. onlar daha güverteye çıkmadan var olan, onlardan önce onları hazır bekleyen, ve varlığının sorgulanması dahi düşünülemeyen otorite tüm heybetiyle geminin içinde kök salmış olarak karşılıyor yeni mürettebatını. kimse emir komuta zincirini yadırgamadığı gibi, herkes kendince bu düzene hemen uyum sağlıyor. çünkü, “başka türlü nasıl olurdu?” sorusunu sormaya sıra gelmemiş daha...

    bölüm iki:
    gelecekleriyle ilgili kaygılandıran gelişmelere maruz kaldıktan sonra; “olmaz olsun böyle vatan, ben başka limanlara yelken açarım, insan gibi yaşarım” diyenler gemiden ayrılıyorlar (burada, türkiye’den siktir olup gitmek başlığına selam duralım biraz). peki geride kalanlar, gemi’yi çok sevdikleri için mi kalıyorlar? asla. hiçbirinin kalmak için sebebi yok belki, ama gidememek için en az bir sebepleri var. biz gidenlere değil de, kalanlara bakalım mı o zaman?

    madde bağımlısı, her türlü düzene de kurallara da aykırı, bir adet cenk ademi (nadir sarıbacak). zirzop, toy ve yoldan çıkmaya müsait bir adet alper ademi (özgür emre yıldırım). devletin yıkması sebebiyle geriye sığınacak bir “evi” kalmayan, silik ve sinik, sulukule’li bir adet nadir ademi (hakan karsak). dini bütün, içkisi, kumarı olmayan, iktidarın peşinde koşmaya hazır bir adet ismail ademi (kadir çermik). cüssesiyle, varlığıyla, delip geçen bakışlarıyla, “istediğiniz kadar görmezden gelin, ama ben buradayım işte” diyen sessiz çığlığıyla bir adet kürt ademi (seyithan özdemir). hiç göremediğimiz, duyamadığımız, dokunamadığımız büyük otorite armatürün sesi, nefesi, temsili olan küçük otoritemiz, padişahımız, kaptanımız, bir adet “beybaba” ademi (osman alkaş).

    birinci bölümde, birbirilerine dokunmayan sınırlar çizen, görmezden gelen, yukarıdakinin dediklerini harfi harfine uygulayan ve böylece sonsuza dek mutlu yaşayacağını sanan bu altı kişi; zaman geçtikçe, belirsizlik koşulları arttıkça, erzak azaldıkça, dışarıdan haber alamadıkça, aslında kimsenin onları umursamadığını farkettikçe... birbirlerine dokunmaya başlıyorlar. dokunmak dediysek, yaşananlar o kadar da naif değil elbette. dokunmak gittikçe sert çarpışmalara dönüşüyor; sınırlar yıkılıyor, günlerdir içerilerde bir yerlerde biriktirilenler kusuluyor, fırsatını bulan diğerine dişini geçirmeye çalışıyor, ve güç savaşı başlıyor. bir süre bu kaos ortamını sessizce besleyen, hiçbir şekilde müdahale etmeyen kaptanımız bile artık konuşamıyor. ve yaşasın! çıkan isyanla beraber, iktidarın varlığı ve kendini sürdürme biçimi sorgulanmaya başlıyor.

    bölüm üç:
    sıkışmışlığın, kendini bir türlü diğerlerinin üstüne koyamamanın, paranoyanın, gerçek üstü inançların, geçmişin hatalarının, hayaletlerin, hayallerin, kabusların, “bunca şey gerçek olamaz, böyle bir dünyada yaşıyor olamayız” sanrılarının etkisiyle, fantastik bir dünya örülüyor geminin içinde. ve herkes, yine kendince, delirmeye başlıyor. ancak onları, bu delilik hali, bu isyan duygusu, bu köşeye sıkışmışlık hissi, uyandırıyor. çünkü bu beş ademoğlu, bu gemide beraber olduklarını, kaderlerinin aslında “ortak” yazıldığını, rotalarının aynı yöne olduğunu; kayıplar vererek, yas tutarak, delice şüphe ederek, korkarak, tehdit ederek ve edilerek öğreniyorlar. günler sonra ilk defa; konuşmaya, birbirini dinlemeye, birbirinin gözlerine bakmaya müsait bir halde bırakıyoruz onları, o güvertede. biliyorlar ki ve biliyoruz ki; batacaklarsa da, yine beraber batacaklar.

    ve "bu filmi mutlaka görün" diyen bölüm:

    filmin yazarı ve yönetmeni tolga karaçelik'in bir röportajında dediği gibi; "zamansızlığını seviyorum denizin. öyle olunca olaylara daha fazla odaklanabiliyorsun". onca olaydan sonra, “insanoğlunu biraz delirmek kurtaracak” inancım öyle güzel tazeleniyor ki benim de. üstüm başım sarmaşıklarla kaplı, yerdeki salyangozlara basmamaya çalışarak, biraz pas, biraz tuz ama en çok da deniz kokarak çıkıyorum sinema salonundan.

    şüphesiz, içimden cenk’e eşlik etmeyi de ihmal etmiyorum; “tıssss, tıssss...”

    https://www.youtube.com/watch?v=gkvsi9t8_ge
628 entry daha
hesabın var mı? giriş yap