1 entry daha
  • tasavvuf şirk ögelerini içermektedir aklı başında bir müslüman bunun hemen farkına varır.

    şirk demeti (derleme), bir kaç ayrı makale ve yorumlarım;

    celaleddin er-rumi

    celaleddin rumi, tasavvufi görüşlerini “tanrısal aşkı” kendisinde bulduğunu söylediği şemsi tebrizi’den almış.

    “celaleddin rumi, aşkla, müzikle, raksla ve şiirle beslenip gelişen ve dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş onu da hayata almaya çalışmış ve insanlığın, kadınla bir bütün olduğunu duymuştu. o herşeyden önce kadının kapanmasının, örtünmesinin aleyhindeydi. mesnesvisin’de kadını yaratılmış değil, yaratan (!) bir kudret olarak öven, sert ve kaba ruhlu erkeklerin kadına zulmedebildiklerini söyleyen, asil insanların ince ruhlu olgun kişilerinse kadına bağlı olacaklarını, hatta onun reyine uyacaklarını ona hürmet edeceklerini bildiren celaleddin rumi “fihi ma fih”inde, bir fasılda, kadını ekmeğe benzetmek celaleddin rumi bu şeylerin kendisine gelen vahiy olduğunu iddia ederek resmen mesnevi’yi kur’an’la yarıştırmaktadır.
    dilerseniz mesnevi’nin girişi ile yavaş yavaş konuyu detaylantıralım:
    “bu kitap mesnevi kitabıdır. mesnevi hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarıdır. tanrı’nın en büyük fıkhı (!) tanrı’nın en aydın yolu! tanrı’nın en açık burhanıdır… kur’an’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebeb olur, huyları güzelleştirir. şanları yüce özleri hayırlı katiblerin elleriyle yazılmıştır. temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsade etmezler. mesnevi, alemlerin rabbinden inmedir! batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. tanrı onu korur, gözetir!….”
    (mesnevi-celaleddin rumi meb yayınları c: 1 s: 11)

    bu paragrafta görüldüğü gibi celaleddin rumi, yazdığı kitabın vahiy olduğunu iddia etmektedir! tasavvufta bu çok görülmez. zira tasavvuf ehli, velilerin tasavvufta vahiy aldıklarına inanırlar….

    kitabının bir başka yerinde celaleddin rumi şöyle diyor:

    “bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya. tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, tanrı vahyidir! sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir!”….”

    celaleddin rumi, kur’an’ın lokman suresinin 27. ayetini (yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsaydı, denizler de mürekkep, sonra yedi deniz (daha) eklenseydi, allah'ın sözleri yine de tükenmezdi: çünkü allah, kudret ve hikmet sahibidir) kendi kitabı için nasıl alet ediyor:

    “….ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine mesnevi’nin biteceğini umma…” (mesnevi-celaleddin rumi c: 6 s: 178)

    bomba geliyor;

    sultan veled, mevlana, şems ve kimya hatun şirki (s.56-57)

    yine sultan veled’den nakledilmiş tir ki: bir gün ileri gelen sofiler babam hudavendigâr’dan: “abu yezid (tanrı rahmet etsin), ben tanrı’mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. bu nasıl olur?” diye sordular. babam:
    “bunda iki hüküm vardır: ya bayezit tanrı’yı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut bayezid’in meylinden ötürü tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür “dedi.

    yine buyurdular ki: mevlânâ şems-i tebrizî’nin kimya adında bir karısı vardı. bir gün şems hazretlerine kızıp meram bağları tarafına gitti. mevlânâ hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: “haydi gidin kimya hatuna buraya getirin; mevlana, şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır” buyurdu.
    bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada mevlânâ, şems’in yanına girdi. şems, şahane bir çadırda oturmuş, kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu.
    mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. onu aramağa hazırlanan dostların karılan da henüz gitmemişlerdi. mevlânâ dışarı çıktı. bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. sonra şems “içeri gel” diye bağırdı. mevlânâ içeri girdiği vakit, şems’ten başkasını görmedi. bunun sırrını sordu ve: “kimya nereye gitti” dedi mevlânâ.
    şems: “yüce tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. şu anda da kimya şeklinde geldi” buyurdu, işte bayezid’in hali de böyle idi. tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.

    (menakıbül arifin-kimya hatun şirki, kendi el yazması) düzünelerce bu tarz saçmalık var.

    gelelim muhiyddin'e

    “erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir yani sevginin sonunda meydana gelen şey nikah (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir… şüphesiz allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir çünkü başka şekilde olmaz erkek, allah’ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir… allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir çünkü allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir zira allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez allah’ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)tir”
    ibn arabi, fususu’l-hikem, 1/212, el-halebi baskısı, yine kaşani şerhi, 437, istanbul baskısı, ibn arabi’nin kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için tercümanu’l-eşvak kitabına bakınız, s 75-77, ter mahmud kanık, iz yayıncılık, istanbul, 1991

    “ …. hak ile halk arasını ayıramazsın.şu halde her varlık hak’tır,yahut her şey halk’tır dersin. yahutta,o bir bakımdan hak’tır,bir bakımdan da halk’tır diyebilirsin …. “
    fisus ul-hikem : 99.s – ist- kitabevi 1981

    “ allah beni över, ben de onu. o bana kulluk eder, ben de ona,bir halde ben onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkâr ederim…. “
    fisus ul-hikem : 48.s istanbul- kitabevi 1981

    “ sen kulsun ve sen tanrı'sın ; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir….. “
    fisus ul-hikem : 101.s m.e.b yayınları ist-1992

    muhyiddin-i arabî “fusûsü’l-hikem’de” geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

    “bir vakit olur ki kul şüphesiz rab olur.
    başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
    allah beni över, ben de o’nu. o bana kulluk eder, ben de o’na.
    ey nefsinde varlıkları yaratan! sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
    küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. o da onlar için bir cennettir.
    ancak onların cennetleri huld cennetlerine benzemez. ikisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır… (said nursi benzer ifadeleri ebu talib için anlatıyor. mektubat.s.366)

    ister hakk ol, ister halk ol, allah ile rahman olursun…” (fusûsül hikem.s.83,93,95,104,190) diyen ibn arabî;

    “mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir… (erkeğin) allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir… allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez…” der. (teorik ve pratik açıdan tasavvuf ve islâm.s.118)

    gelelim çok büyük allah dostu (!) yunus'a;

    bu zat’da aynı kervanın yolcularından olup , allah ve insa-nın aynı şey olduğunu zırvalamıştır. işte onun zırvalarından bir kaçı :

    ete kemiğe büründüm …. yunus diye göründüm.
    sıyırın eti kemiği,işte onun sesi,işte onun kendisi.
    ol kadiri kün feye kün,lutfedici sübhan benem.
    kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.
    nutfeden adem yaradan,yumurtadan kuş türeten.
    kudret dilini söyleten,zikreyleten sübhan benem.

    hem batinem hem zahirem,hem evvelem hem ahirem.
    bu cümlesini yaratıp tertib eden yezdan benem.
    yoktur anda tercüman,andaki iş bana ayan..
    bin bir adı vardır bir adı da yunus,ol sahibi kur’an benem.

    yunus emre : kültür bakanlığı 1275 kültür eserleri 161 sayfa.361

    aynı kitapta yine yunus’tan şöyle bahsedilir : “ …. şiirlerinde allah’ı insanlaştıran ve insanı da allah’laştıran ilk ozan yunus emre’dir. yunus allah’ı uzun uzun aradıktan sonra o’nu,insanın canevinde bulduğunu şu sözlerinde anlatmaktadır :

    bu tılsımı bağlayan. çok aradım özledim.
    türlü dilde söyleyen. yeri göğü aradım.
    yere göğe sığmayan. çok aradım bulmadım.
    sığmış bu can içinde. buldum insan içinde.

    görüldüğü gibi allah’ı insan içinde bulan yunus, insanı allah gibi yada allah’ı insan gibi konuşturmuştur. yine şu sözlerinde olduğu gibi :

    “ evvel benem ahir benem, canlara can olan benem “
    yunus emre : kültür bakanlığı 1275 kültür eserleri 161 sayfa.365

    'tasavvuf'' kavramı ve istilahi anlamının islam'da yeri yoktur. ne kur'an'da ne sünnet'te yeri; dayanağı olmayan; sonradan islam'a sokulmuş ''bidat'' bir kavramdır. ''tasavvuf''tan, h. 200 senesinden sonra bahsedilmeye başlanmıştır. kısacası ''tasavvuf'', islamiyet'in doğuşundan yüzlerce sene sonra islami ve islami olmayan kaynakların etkisiyle ortaya çıkmış ve sürekli ''felsefi etkiler''le gelişip bir ''marka sistem''e dönüşmüştür. h. 300'de ise ''tasavvuf'', ''vahdeti vücut'' şeytani aşısıyla yeni bir boyut kazanmıştır.

    sahabe zamanında ne tasavvuf ne de mutasavvıf diye tanımlanan bir düşünce-topluluk yoktu. ibadet bakımından tabiin ve atba at-tabi'in arasında bir farklılık da söz konusu değildi. bazı müsteşriklerin sandığı gibi bir ''zühd hareketi'' de mevcut değildi. hatta ''zühd'' kavramı da kur'an'da yer almamıştır. ancak yusuf(12/20)'de; yusuf'u kuyudan çıkarıp satın alanların "isteksizliği"ni belirtmek için sadece bir yerde ''zahidin'' kelimesi geçmektedir.

    kur'an'da oldukça sık tekrarlanan kavram, ''takva''(allah'tan sakınma) kavramıdır. ''vekaa''(sakınma-korunma) kökü, türevleriyle birlikte kur'an'da 258 kere geçmektedir. elbette ''takva''; allah'tan ''korkup-sakınmak'' ve ''allah'ı zikretmek'', her müminin temel görevi ve vasfıdır. bu anlamda, müslümanlar arasında; allah indinde bir derecelenme olması da tabiidir. ancak peygamberimiz (s.a.v.), kendi zamanında; "takva" gayretinde az da olsa aşırıya kaçanları uyarmıştır. ebu zerr, ebu derda ve huzeyfe bunlardan birkaçıdır. ancak elbette; ''sahabe'', ''tabiin'' ve ''atba at-tabi'in''den, "takva yolu"nu tutan birçok mümin toplulukların bulunması gayet tabii bir durumdur.

    h. 200 yılına kadar, bu ''takva-zühd'' gayretleri içinde olanlar, hiçbir zaman "tasavvuf"la bağlantılı "mutasavvıf" kavramını kullanmamışlardır. bu nitelendirme ve islam'ın dışına kayma; h. 200'den sonra ortaya çıkmıştır. bu yüzyıldan itibaren mutasavvıfların sayısı artmış ve "tasavvuf" giderek "islam dışı bir öğreti" haline gelmeye başlamıştır.

    sufi kelimesinin kökeni, tartışma konusu olmuştur. sufilerin çoğunluğu, bu kelimenin "safa"dan türediği ve "sufi"nin dünyevi kirlerden temizlenen "seçkin kişi" anlamına geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. bazıları ise sufi kavramının, "saf"dan geldiğini iddia etmiş ve resulullah (s.a.v.) zamanında mescid-i nebevi'nin yanında barınan fakir müslümanlara verilmiş bir isim olan "ehl-i suffe"yi referans göstermişlerdir. kuşeyri ve diğer sufilerin görüşüne göre bu açıklamalardan hiçbirisi etimolojik olarak doğru değildir. tasavvuf ile ilgili mevcut en eski risalenin yazarı ebu nasr serrac'a göre ise; "sufi" ismi, "suf(yün elbise)"den türemiştir.

    her ne kadar "sufi" kavramının orijini karanlık ise de, sufi kelimesinin yaklaşık h. 2. asrın sonlarında; "zühd"ün "tasavvuf"a dönüşmesi esnasında yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. bu "kavram"ın, peygamberimiz (s.a.v.) zamanında var olduğuna işaret eden zayıf rivayetlerin hiçbir değeri yoktur. kendilerini, peygamber'in gerçek ruhi varisleri olarak gösteren 3. ve 4. asır sufileri, iddialarını desteklemek için bir takım dayanaksız deliller ileri sürmüşlerdir. ancak şu da bir gerçektir ki; ilk "sufizm"de, "tasavvufi unsurlar" daha azdı ve zühd eğilimleri güçlüydü. peygamber'e yaklaştıkça, mistik anlam taşımayan ibadet ve zühd gayretleri ön plana çıkmaktaydı. h. 2. asra gelmeden önce sufi diye nitelendirilenler; genellikle kur'an'a uygun hareket etmekteydiler. onlar, allah'ı seviyorlardı ve ondan sakınmayı esas alıyorlardı.

    bu arada "sufi" kelimesinin, fars ve türk şiirinde, bazen "münafık dindar" veya "ahlaksız özgür düşünür" anlamında kullanıldığı görülmektedir.

    h. 3. asırda sufilik, "tasavvufi" bir boyut kazanmıştır ve o zamana kadar arka planda kalan "felsefi-vahdeti vücut"cu eğilimler, belirleyici olmuştur. ancak sufiliğin, zühd-takva aşamasından, "vahdeti vücut felsefesi"ne kayışta "dış tesirler"in önemi ortadadır. bu "felsefi tesirler"in kaynaklarından en önemli birkaçı; hıristiyanlık, yeni-platonculuk ve budizm'dir.

    tasavvufun esaslarını vazeden zu'n-nun el-mısri(h. 245), bu asırda faaliyet göstermiştir. böylece müritleri olan şeyhler zuhur etmiş, birtakım tasavvufi kaideler ve adetler türemiştir. şeyhlerine kayıtsız şartsız bağlanan müritler, bu usulleri, onlardan öğrenmeye başlamışlardır. böylece islam'a, "iblis öğretisi"nin sokulması için adeta "kanal" açılmıştır. ebu yezid al-bestami(h. 261), "üstadı olmayanın üstadı şeytandır" derken; zu'n-nun el mısri, "şeyhe itaat, allah'a itaatten daha iyidir" diyebilecek kadar iblis'in kucağına oturmuştur.

    tasavvufun ortaya çıkışı ve tarihsel değişim-dönüşüm sürecini ele alacak değilim. bu konuyla ilgili çok sayıda çalışmalar yapılmıştır. özellikle müsteşriklerin bu konuya çok hevesli olduğunu biliyoruz. islam'ı, "islam'dan sapma"yı ve "iblis öğretisi"nin, "islam'a sızmak için açtığı kanalları" konuşalım; özetle "tasavvuf felsefesi" yoluyla, islam'ın yedeğe alınarak; çağdaş "new age felsefesi"yle nasıl uyumlu hale getirildiğini; ''iblis'in kadim planı'' içinde ''deccal dünyası"na hizmet ettirilmek istendiğini ortaya koyacağım.

    tasavvuf felsefesinin temel yanılgısı; iblis'in ve adamlarının şeytanca etkileriyle oluşan yanılgı; "allah'ın zati varlığı, sıfatları ve yarattığı alemlerle olan ilişkisi" noktasında toplanmaktadır. bu "yaratma ve varlık meselesi", dinin en temel meselesidir. burada üç önemli yanıltıcı-saptırıcı "tesir kaynağı" söz konusudur. yazının ilerleyen bölümlerinde bunlar üzerinde duracağım. ancak çok kısa bir şekilde bu tesirleri, üç kategoride toplayabiliriz:

    birincisi ve en masumu; "bilgi eksikliği"dir. "gerçek bilim", "akıl"dan sonra allah'ın yüceliğini ve kim olduğunu kavramanın en temel vasıtasıdır. bugünün "evren-madde bilimi"ne, mutasavvıflar sahip olsalardı, bu derece azim hatalar yapmazlardı herhalde.

    ikincisi, islam öncesi bozulmuş "din felsefeleri"; sümer-babil, mısır, eski yunan, hint, yahudi-kabala, mecusi-irani, hıristiyan felsefelerinin doğrudan, yahut dolaylı etkileri. bu kültürlerin ortak temel karakteristikleri; "cin-şeytanlar"ın, azami derecede saptırıcı etkilerine maruz kalmalarıdır.

    üçüncüsü, iblis'in ve şeytanlarının, mutasavvıfların saklı kibirlerine ve duygusal zaaflarına; rüyada yahut hayal aleminde hitap ederek etkilemeleridir. elbette bugün şeytanlar, insanları nasıl "ruh, melek, uzaylı" diye kontrol altına alıp-yönlendiriyorlarsa; geçmişte de "melek, peygamberler veya peygamberimizin sahabelerinin ruhları" olarak kendilerini takdim ederek, mutasavvıflara vahyetmişlerdir. allah'ın koruduğu "kur'an kaynağı"nı bozamayacakları için; her türlü batini anlamları; zırva yorumları ve tefsirleri, özellikle hastalıklı zihinlere bu yolla enjekte etmişlerdir.

    güzel bir makale;

    günümüzde kendisini islam’a nispet eden tüm yöneticilerinin durumlarına şöyle dikkatlice bir incelendiğinde görülecektir ki; bu yöneticilerin razı olmuş oldukları, her zaman hizmet ettikleri, reklamını yaptıkları, sayısız medya ve devlet kurumları aracılığıyla her zaman destekledikleri resmi din; tasavvuf dinidir… ve sofilerdir…
    nitekim bu yöneticiler; insanlardan kendilerine fücur, azgınlık, bozgunculuk, ahlaki rezalet yoluyla itaat ettiremedikleri, kafalarını ve düşüncelerini uyuşturup değiştiremedikleri kişileri tasavvuf yoluyla veya sofilikle uyuşturup değiştirmektedirler.

    günümüz yönetici tağutların; tasavvuf ve sofilerden razı olmalarının sebebi birkaç tanedir

    1- herkesin görüp şahit olduğu gibi tasavvuf (şirk dini); kendi lisanı haliyle ve her yönüyle; dini devletten, siyasetten ve günlük hayattan ayırmaktadır. yani tamamen laiklerin din anlayışı ve benimsemesi gibi bir din anlayışına sahiptirler.
    dolayısıyla insanların çekmiş oldukları sıkıntılar, çileler, ferdi ve toplumsal sorunlar bir vadide… tasavvuf ise bir başka vadidedir. bunun için kim bu tasavvuf dinine girmek isterse öncelikle buna dikkat etmesi ve bu ilkeye riayet etmesi gerekmektedir.
    işte bu din anlayışı; yönetici tağutların kalplerini serinletmekte ve gönüllerine su serpmektedir… böylelikle zalimliklerinin, isyankârlıklarının ve allah'a baş kaldırmalarını hesabı sorulmamakta veya bunun intikamı kendilerinden alınmamaktadır. nihayet rahat, huzurlu ve güven içinde koltuklarında zevk ve sefa sürmektedirler.
    tasavvuf işte bu yönüyle sanki keskin ve etkili bir uyuşturucu misali, insanların gafletlerinden ve isyankârlıklarından uyanmalarına engel olmakta, hakikatler ile kendileri arasına bir perde gibi girmektedir.
    insanlar boğazlanmış ve tek tek kesilmiş onlara ne… din düşmanları tarafından ırz ve namusları kirletilmiş onlara ne… yeryüzünde allah'ın sözü geçerli ve hâkim kılınmamış onlara ne… zira onlar sema, dans ayinleri ve hu... hu... larıyla meşguldürler ve böylece işte oyalanıp eğlenmektedirler. işin acı tarafı bu yapmış oldukları küfür ve şirk yamalı tasavvuf dinlerini de hakiki bir din zannetmekte ve kendilerini de hakiki bir dindar! kabul etmektedirler. yönetici tağutlar için bundan daha güzel bir din anlayışı olabilir mi hiç? tabii ki olamaz…

    2-tasavvuf anlayışının sahip olmuş olduğu menhece göre; keşf, cezbeye gelme, sarhoş olma, kendinden geçme, kalp gözünün açılması gibi sözlerle, islam’ın insanlardan istemiş olduğu kuran ve sünnet anlayışının önüne geçilmektedir. insanlar böylelikle cahil kalmakta, islam’ın esas temelini ve gayesini anlayamamakta, idrak edememektedirler. bu temel esas ve gayelerin başında elbette ki; tağutu reddetmek… tağuttan beri olmak… allah’a iman etmek… azgın ve günahkâr tağutlarla mücadele etmek ve en önemlisi kulları, kullara kul olmaktan kurtarıp kulların rabbine kul olmaya davet etmek gelmektedir...
    işte bu islam hakikatinin gizlenmesi; yönetici tağutların işine gelmekte, onları sevindirmekte ve gönüllerine su serpmektedir. böylelikle koltuklarında rahatça oturabilmekte ve onlara hiç kimse hesap sormaya kalkmamaktadır. şayet tasavvuf şirk dinine mensup olanlar islam’ı allah(c.c)’ın resulü üzerine indirilmiş olduğu şekliyle anlamış olsalar, hiç şüphesiz bu yönetici tağutların işine gelmeyecek bir durumdur..
    zira islam; allahın indirdiğiyle hükmetmeyen zalim yöneticilere baş kaldırmayı, allah’ın dışında koymuş oldukları kanunları inkâr etmeyi, yönetimden onları indirmeyi ve onları hakka boyun eğdirmeyi, bizden istemektedir. nitekim yönetici tağutların razı olmayacakları kuran ve sünnet bu konudaki delillerle dolup taşmaktadır.
    işte bu islam anlayışı gizlenmekte ve bu hakikatler perdelenmektedir. her zaman yönetici tağutların endişelendikleri ve insanları allah(c.c’)’ın gönderdiği bu din anlayışına sahip olmamaları için uyardıkları din anlayışı işte bu din anlayışıdır. çünkü yönetici tağutlar insanların gerçek bir din anlayışına sahip olmamaları için büyük bir uğraş vermektedirler. kendi makam ve mevkilerine karışmayan ve hatta kim olursa olsun yöneticiye itaat gerekir safsatasını akide edinen şirk dini tasavvuf bu yönetici tağutlar için biçilmiş kaftan durumundadır.
    yönetici tağutlar, çarpık sistemlerini ve sahip olmuş oldukları koltuklarını kurumak için, insanlardan içi boşaltılmış bid’at, hurafe ve şirk içerikli tasavvufi din anlayışı istemektedirler. cihad kavramının olmadığı… hakkın haykırılmadığı… iyiliğin emredilmediği ve kötülüğün nehyedilmediği… allah için müminlerin sevilmediği ve allah için kâfire buğuz edilmediği ve nihayet olup biten küfür ve şirkin insanlardan gizlendiği bir din anlayışı…

    3- tasavvuf insanları; şeyhlerini takdis ve ta’zim etmeye… şeyhlerine karşı allah için sevme ve allah için buğuz etmeye… şeyh olmadan kulun allah’a ulaşamayacağı ancak şeyhinin arcılığıyla ulaşabileceği… şeyhe itaat etme ve sanki şeyhin önünde bir annenin elinde yeni doğmuş bir bebek misali bütün talimat ve yönlendirmelerine boyun eğmeye çağırmaktadırlar.
    tasavvufun en temel ilkesi; sakın itiraz etme, yoksa kovulursun!
    şeyhler, müridler için sanki aynı ayeti kerimenin yahudiler ve hıristiyanlar için ifade etiği gibi; şeyhlerini rab edinmiş kimseler gibidirler. ayeti kerimede; “onlar allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve meryem oğlu mesih'i rableri olarak kabul ettiler…”(tevbe 31)
    müritler batıl olsun hak olsun her şeyde şeyhlerinin emirlerine itaat etmek mecburiyetindedirler. işte bu durum yönetici tağutları en çok memnun eden bir durumdur. zira bir şeyhin yönetimin yanında olması demek, bütün bu şeyhe bağlı olan müritlerinde aynı safta, şeyhle beraber yöneticini yanında olduğu manasına gelmektedir. bunun da anlamı, bu şeyhe bağlı olan bütün müritlerin de yönetici tağutların safında omuz omuza olacağıdır. nihayet bir şeyhin ne kadar müritleri çok olursa o kadar yönetici tağutun destekçileri ve taraftarları da çok olacaktır. böylelikle allah’a isyan eden, allah’ı hâkim ve egemen olarak kabul etmeyen yöneticilerden hiçbir hesap sorulmayacak ve koltuklarında rahat rahat sefa sürmeye devam edecektirler. çünkü tasavvuf dinine göre; asla bir şeyhe itiraz edilmez… şeyh dediyse doğru demiştir… şeyh söylemişse elbette vardır bir bildiği… şeyh bir hüküm veya fetva vermişse elbette vardır kendince bir delili… şeyhin emirleri her zaman yerine getirilmesi gereken bir emirdir… sofilere göre bir şeyh itaat edilme yönüyle sanki bir peygamber gibidir.
    şirk dini tasavvuf şeyhinin veya onu rab edinmiş bir sofinin allahın dışında hükümler ve yasaklar koyan kimselerle, allahın dışında başka bir şeye yemin edenlerle, kâfirleri dost edinenlerle, bütün fuhuş ve rezalete göz yumanlarla, islam dışı eğitim verenlerle, allahın helallerini haram kılanlarla veya allahın helal kıldıklarını haram kılanlarla ne gibi bir sorunu olabilir ki?
    çünkü şeyhe dolayısı ile sofiye göre din; ahlak, edep, zikir, züht ve dünyadan elni eteğini çekmekten ibarettir. dolayısıyla din; asla bir yönetime ve yönetim şekline karışmaz. din ancak insanların kalbi ve vicdanı ile ilgilenir ve hiçbir zaman yaşam biçimlerine karışmaz.

    4- yönetici tağutlar insanların dine olan ihtiyaçlarını çok iyi bilmektedirler. insanların bir dine inanmaları gerektiğini ve mutlaka bir şeye ibadet etmeleri gerektiğinin farkındadırlar. öyleyse insanlar; batıl bir din anlayışına sahip olmazlarsa mutlaka hak bir din anlayışına sahip olacaktır. böylelikle yönetici tağutların korktukları ve çekindikleri başlarına gelecektir. nitekim tevhidi bir inanca sahip olan kimse ise; zulme ve haksızlığa dur diyecek ve mutlaka ilahi sistemin yeryüzünde egemen olması için mücadele verecektir.
    islami olmayan bir yönetim veya müslüman olmayan bir yönetici ile hiçbir sorunu olmayan, zaviyesine veya tekkesine çekilmiş, elinde tesbihi!, dilinde zikri! ile meşgul olan, insanların halinden haberi olmayan, hayatın gerçeklerinden uzak bir biçimde hayatını yaşayan kimselerin din anlayışı tabii ki, her zaman rağbet edilen bir din anlayışı olacaktır.
    işte bundan dolayı yönetici tağutlar, sofileri yerde gökte aramaktadırlar. çünkü onların din anlayışı, kendi istedikleri din anlayışına çok müsaittir. dolayısıyla tasavvuf dini; insanlara alternatif bir din olarak sunulmak için bulunmaz bir fırsattır. çünkü bu din anlayışının yönetime ve hâkimiyete hiçbir zararı yoktur.
    kuran ve sünnetin istemiş olduğu bir din anlayışının topluma hâkim olması demek ise; yönetici tağutların sonunun gelmesi ve koltuklarının elden gitmesi demek manasına geldiğini çok iyi bilmektedirler.
    işte tasavvuf bu yönüyle de, büyük bir sorunu çözmekte ve yönetici tağutların ekmeğine yaş sürmekte ve yüklerini büyük oranda hafifletmektedir.

    denilse ki; zikir, zühd ve nefsin terbiye edilmesi için gerekli bir ihtiyaçtır!

    bu şüpheye kısaca şu şekilde cevap verebiliriz; zikir, zühd, nefsin terbiyesi ve ruhi terbiye tamamıyla kuran ve sünnete tabii olunarak elde edilmesi gerekir. bütün bunların hepsi ancak rasulullah’a(s.a.v) ve ashaba uyularak öğrenilebilir ve yaşanılabilir. dinde bidat işleyerek ve dinde olmayan bir kısım ibadet şekilleri ortaya koyarak nefis tezkiyesi olmaz. allahın kitabında indirmediği bir anlayış ile asla allaha yaklaşılmaz. sema… dans… zıplama… müzik ve hu, hu larla… allaha’a asla itaat ve ibadet edilmez.

    allahü teâlâ şöyle buyurur; "de ki: “eğer allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. çünkü allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(al-i imran 31)

    “kavuşmayı umanlar ve allah'ı çok anan kimseler için resulullah (allah'ın elçisi) en güzel örnektir.”(ahzab 21)

    “kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. orası ne kötü bir varış yeridir.”(nisa 115)

    “peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. allah’a karşı gelmekten sakının. şüphesiz, allah’ın azabı çetindir.” (haşr 7)

    “(ey inananlar!) peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. içinizden biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri allah gerçekten bilir. artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”(nur 63)

    imam ahmed(r.a)şöyle demektedir; kuranı kerimi baştan sona kadar inceledim tam otuz üç yerinde, allah rasulune(s.a.v) itaati emreden ayet gördüm. daha sonra imam şu ayeti kerimeyi okudu; “…artık rasulun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”(nur 63)
    imam bu ayeti tekrar tekrar okumaya başladı ve ayeti kerimede bahsedilen fitnenin ne olduğunu bilir misiniz? dedi.
    -fitne; şirktir. kişi rasulullah’ın(s.a.v)getirmiş olduğu din anlayışını kabul etmezse, o kişinin kalbinde şirk tohumları oluşmaya ve küfre bir meyil başlar. nihayet kişinin kalbi helak olur ve böylelikle kişide helak olur.

    alim olan allah’dır.
124 entry daha
hesabın var mı? giriş yap