47 entry daha
  • yedi ciltlik bu harika eserden dimağımda kalan "izlenimler" şunlardı;

    http://postmodernizm.blogspot.com.tr/…nimlerim.html

    swann'ların tarafı
    - sayfa 45

    hayatın zorunluluklarına ve herkesin isteğine zıt olduğunu ve bu yüzden de, bu arzumun o gece gerçekleşmesine izin verilmesinin, suni ve istisnai bir durum teşkil ettiğini biliyordum. ertesi gün yüreğim yine daralacak, annem yanımda kalmayacaktı. ne var ki sıkıntılarım hafiflediğinde, onları anlamaz oluyordum;
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 87

    zavallı bulaşıkçı kıza baktığımızda da, dikkatimiz sürekli olarak, ağırlığını zor taşıdığı karnına çevriliydi, aynı şekilde can çekişen kişilerin dikkati de, ölümün, kendilerine sunduğu, acımasızca hissettirdiği somut, sancılı, karanlık, organik yanma, ölüm adını verdiğimiz kavramdan çok, kendilerini ezen ağır bir yüke, nefes darlığına, susuzluğa benzeyen yüzüne çevrilidir çoğunlukla.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 102

    cümleleri ben yazdığımda, düşüncemi tam olarak yansıtma kaygısıyla, zihnimde algıladığım şeye tam benzetememe korkusuyla, yazdığım şeyin kulağa hoş gelip gelmediğini düşünmeye fırsat bulamıyordum ki!
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 107

    bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğmasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 123

    bazen halam bu "yatak içi temsiliyle de yetinmez, oyununu sahnelemek isterdi. o zaman, bir pazar günü, esrarengiz bir biçimde kapatılmış kapılar ardında, françoise'ın dürüstlüğü konusundaki şüphelerini ve ona yol verme niyetini eulalie'ye açar, bir başka seferinde de, françoise'a, yakında kapıyı yüzüne kapatacağı eulalie'nin sadakatsizliği konusundaki kuşkularını anlatırdı gizlice; birkaç gün sonra, bir gün önceki sırdaşından bıkar, tekrar hainle yakınlaşırdı; bir sonraki temsilde, roller yine değişirdi.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 168

    bu gezintilerim sırasında biçimlenen ve gerçekleşmeyen arzularımın, başkaları tarafından paylaşılmadığını, benim dışımda bir gerçeklikleri olmadığını düşünmeye başlıyordum. arzularım artık bana mizacımın tamamen öznel, iktidarsız ve boş ürünleri gibi görünüyordu. o andan itibaren bütün cazibesini ve anlamını kaybeden gerçeklikle, tabiatla arzularım arasında hiçbir bağlantı kalmıyordu; tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 178

    örneğin bir nilüfer, talihsiz bir tesadüfle yerleştiği ters akıntı yüzünden bir türlü rahat edemez, otomatik hareketli bir feribot gibi, bir kıyıya ulaştığı anda hemen karşı kıyıya döner, sonsuza dek bu gidiş dönüş yolculuğunu tekrarlardı. kıyıya doğru itilirken, sapı açılır, uzar, gerilebileceği kadar gerilirdi, kıyıya değdiği anda tekrar akıntıya kapılan yeşil halat kıvrılır, bir saniye bile orada kalmayıp, aynı manevrayla tekrar harekete geçtiğinden, zavallı bitkiyi varış değil, kalkış noktası diyebileceğimiz noktaya götürürdü yine.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 184

    ama bazen de, annemle babam, benim geride kalıp onları izlemediğimi görerek sabırsızlandıklarında, o andaki hayatım, babamın keyfince değiştirebileceği, suni bir yaratısı gibi değil, aksine, benim için düzenlenmemiş, itiraz kabul etmeyen, müttefiksiz, tek başıma ortasında bulunduğum ve kendi ötesinde herhangi bir şeyi gizlemeyen bir gerçekliğin içindeymiş gibi görünüyordu gözüme. o zaman bana, diğer insanlarla aynı şekilde var oluyormuşum, onlar gibi yaşlanıp ölecekmişim ve onların arasında, yazarlık yeteneği olmayanlardan biriymişim gibi geliyordu. bu yüzden de cesaretim kırılıyor, bloch'un yüreklendirici sözlerine rağmen, edebiyattan temelli vazgeçiyordum. tıpkı iyilikleri herkes tarafından övülen kötü bir adam için, vicdan azabının ağır basması gibi, benim düşünce boşluğuma ilişkin bu mahrem ve dolaysız hissiyatım da, bana yöneltilecek iltifatların hepsine ağır basıyordu.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 196

    bu huzuru, ileride hiçbir sevgili veremedi bana, çünkü sevgililere daha inandığımız anda onlardan şüpheleniriz ve sevgililerin kalbine, benim, annemin kalbine bir tek öpücükle, bir art düşüncenin sakinimi olmaksızın, bana yönelmeyen bir niyetin izini taşımadan, bütünüyle sahip olduğum şekilde sahip olamayız; aynı şekilde şimdi tekrar görmek istediğim şey de, eskiden bildiğim guermantes tarafıdır, birbirine sokulmuş iki çiftliğin biraz ötesinde, meşe ağaçlı yolun başında yer alan çiftliktir; güneşin tıpkı bir göl gibi aynalaştırdığı, üzerine elma yaprakları resmedilmiş çayırlardır, bazı geceler rüyamda kendine haslığıyla, adeta gerçekdışı bir güçle beni sımsıkı saran, ama uyandığımda bulamadığım o manzaradır.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 252

    insanlarla genelde o kadar ilgilenmeyiz ki, bize bunca acı ve mutluluk verebilme gücünü bir kişiye yüklediğimizde, o kişi başka bir dünyaya aitmiş gibi görünür gözümüze, bir şiirsellikle sarmalanır ve hayatımızı, kendisinin az çok yakınımızda bulunacağı, heyecan dolu bir akış haline getirir.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 259

    zor bir soruyla karşı karşıya kaldığında zihnine bir rehavet çökerdi. sebebi ne olursa olsun, odette'i böylesine korkutan
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 259

    zor bir soruyla karşı karşıya kaldığında zihnine bir rehavet çökerdi.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 265m

    zaten gençliğindeki entelektüel inançların zayıflamasına izin vermiş ve yüksek sosyete şüpheciliği kendisi farkına varmadan bu inançlara sızmış olduğu için, swann, zevklerimizin yöneldiği nesnelerin, kendi içlerinde mutlak bir değerleri bulunmadığını, her şeyin döneme, sosyal sınıfa bağlı ve modadan ibaret olduğunu ve en bayağı şeylerin, aslında en seçkin kabul edilen şeylerle yer değiştirebileceğini düşünüyordu (en azından o kadar uzun süre böyle düşünmüştü ki, hâlâ bunu söylüyordu).
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 268

    swann'ın, kendine ayırdığı, girilmesi imkânsız bir yanı bulunduğunu derhal hissetmişlerdi;
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 271

    sub rosa...
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 286

    kimi özgün yazarların ufacık bir küstahlığı bile, şiddetli itirazlarla karşılaşır, çünkü yazar okurun zevkini önceden okşamamış, alışık olduğu beylik düşünceleri sunmamıştır ona; işte swann da m. verdurin'i aynı şekilde kızdırıyordu.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 297

    oysa bu acıyı, düşünce sırf hatırlamakla yeniden yaratmış oluyordu. bu acıyı düşünmeme isteği, daha çok düşünmek, daha çok ıstırap çekmek anlamına geliyordu. arkadaşlarıyla sohbet ederken derdini unuttuğu zamanlar, birdenbire söylenen bir söz, tıpkı sakarın teki ansızın gelip yaralı bir adamın tam ağrıyan yerine dokunmuş gibi, swann'ın çehresini allak bullak ediyordu.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 299

    swann bu sözlerde, hazırlıksız yakalanan yalancıların, uydurdukları hikâyeyi gerçeğe benzetmek için yalanlarına ekledikleri doğru ayrıntıyı derhal tanıdı.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 333

    çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi, gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 347

    nasıl ki çalışma odasında duran komodinin bir çekmecesinde, odette'i evine ilk bıraktığı gece onun kendisine vermiş olduğu kasımpatıları ile "kalbinizi de burada unutsaydınız keşke, onu iade etmezdim size", "gece veya gündüz, hangi saatte olursa olsun, bana ihtiyaç duyarsanız, bir haber verin yeter, hayatım emrinizde," dediği mektuplar bulunduğu için bu komodini hiç görmemeye çalışıyorsa ve odaya girip çıkarken komodinin açığından dolaşıyorsa, aynı şekilde içinde de, zihnini asla yaklaştırmadığı bir alan, düşüncelerini, önünden geçmesinler diye, gerekirse uzun, dolambaçlı bir mantık çizdirerek uzaklaştırdığı bir bölge vardı: mutlu günlerin anılarının bulunduğu bölge.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 384 |

    "insan mutluluğu göremiyor. kendimizi daima olduğumuzdan daha bedbaht sanıyoruz," dedi.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 457

    ama bir inanç yok olduğu zaman, yeni şeylere gerçeklik kazandırma gücümüzü kaybettiğimizde, bunun yokluğunu telafi etmek üzere inancımızın bir zamanlar hayat verdiği eski şeylere fetişistçe bir bağlılık, sanki ilahi güç bizim içimizde değil, onların kendisindeymiş ve inançsızlığımız tesadüfi bir sebepten, tanrıların ölümünden kaynaklanırmış gibi, gitgide güçlenerek varlığını sürdürür.
    ==========
    swann'ların tarafı
    - sayfa 460

    eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekânlar âlemine ait değildirler sadece. o zamanlar ki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir ânın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup giderler.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 3

    ama asıl sebep, genel olarak bütün insanlık için geçerli olan sebep, şuydu: "erdemlerimiz, özgür, değişken, kullanımı daimi şekilde bize ait şeyler değillerdir; zihnimizde erdemlerimiz, karşılaştığımızda kendilerini harekete geçirmeyi görev bildiğimiz olaylara öyle sımsıkı bağlanmıştır ki, karşımıza farklı nitelikte bir olay çıktığında, gafil avlanır ve bu erdemlerimizi kullanabileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz."
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 35

    ("japonların dediği gibi, zafer, iki rakipten, acıya ötekinden onbeş dakika fazla katlanmayı bilenindir"
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 43

    en büyük hayaliniz, size hakaret etmiş olan adamı küçük düşürmektir. ama ülke değiştirir ve bir daha adını bile duymazsanız, düşmanınız sonunda gözünüzdeki bütün önemi kaybedecektir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 43

    en büyük hayaliniz, size hakaret etmiş olan adamı küçük düşürmektir. ama ülke değiştirir ve bir daha adını bile duymazsanız, düşmanınız sonunda gözünüzdeki bütün önemi kaybedecektir. insan, jockey kulübü'ne veya fransız enstitüsü'ne girmek istemesine sebep olan kişilerin hiçbirisini yirmi yıldır görmüyorsa, bu topluluklardan birinin veya diğerinin üyesi olma ihtimali kendisini katiyen heveslendirmez. öte yandan, uzun bir ilişki, tıpkı bir inziva, bir hastalık, bir din değiştirme gibi, eski hayallerin yerine yenilerini koyar.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 49

    kendimi yıkılmış, çökmüş hissediyordum; zihnim, kendisine sağlanan kabın boyutlarından başka boyutu olmayan bir sıvı gibi, bir zamanlar dehanın uçsuz bucaksız hacmini doldurabilecek şekilde genleşmişken, şimdi büzülmüş, m. de norpois'nın onu bir anda kapatıp sınırladığı dar niteliksizliğin içine hapsolmuştu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 52

    insanın, sözlerinin ve hareketlerinin başkalarına hangi ölçüde göründüğünü tam olarak hesaplayabilmesi aslında zordur; kendi önemimizi gözümüzde büyütmek korkusuyla, başkalarının doğumdan ölüme anılarının yayılmak zorunda olduğu alanı büyütüp dev boyutlara getiririz ve konuşmalarımızın, tavırlarımızın ayrıntılarının, sohbet ettiğimiz kişilerin bilincine nüfuz edemediğini, hele hafızada hiç yer etmediğini zannederiz.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 57

    birincisi, ben her gün kendimi henüz el değmemiş, ancak ertesi sabah başlayacak olan hayatımın eşiğinde sayarken, hayatımın aslında başlamış olduğu, daha da önemlisi, bundan sonraki kısmının, öncekinden pek farklı olmayacağıydı. aslında birinci şüphenin bir başka şekli olan ikinci şüphe ise, zaman'ın dışında yer almadığım, onun yasalarına tabi olduğum şüphesiydi; tıpkı combray'de, hasır çardağıma çekilip hayatlarını okuduğum zaman bu sebeple beni hüzne boğan roman kahramanları gibi.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - your bookmark on page 79

    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 131

    yeni bir konuşma, alışık olmadığımız ifade biçimlerine dayandığından, bütün konuşma istiarelerden ibaretmiş gibi gelir bize; bu da insanı bıktırır ve samimiyetsizlik izlenimi uyandırır.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 134

    aynı şekilde, dâhice eserler üreten kişiler, en seçkin çevrede yaşayan, en parlak konuşma biçimine, en geniş kültüre sahip kişiler değil, birdenbire kendileri için yaşamayı keserek kişiliklerini bir aynaya, sosyal ve hatta bir bakıma zihinsel açıdan sıradan bir hayat da olsa, hayatlarını yansıtacak bir aynaya dönüştürecek güce sahip olanlardır; çünkü deha, yansıtılan görünümün özündeki değere değil, yansıtma gücüne bağlıdır.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 169

    ama mutluluğum, çıkmak istemedikleri bir yolculuk yüzünden uzun süre kıvrandıktan sonra, gara kadar gidip oradan eve dönerek bavullarını açan insanların mutluluğuna benziyordu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 192

    sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 192

    nevrozlu hastalar, mektup veya gazete okumadan yatarlarsa yavaş yavaş sakinleşecekleri konusunda kendilerine teminat veren kişilere inanamazlar. bu düzenin, sinirlerini azdırmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünürler. aynı şekilde âşıklar da, zıt bir durumun ortasından baktıkları, henüz denemeye başlamadıkları için, vazgeçmenin iyileştirici gücüne inanamazlar.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 195

    konuşurken daima, dinleyenin kulaklarımız, zihnimiz olduğunu düşünürüz.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 197

    çünkü özlem de arzu gibi kendini çözümlemeye değil, tatmin etmeye çalışır; insan sevmeye başladığı zaman vaktini aşkının ne olduğunu öğrenmeye değil, ertesi günkü randevu imkânlarını hazırlamaya harcar. vazgeçtiğinde de kederini tanımaya değil, bu kederin sebebi olan kişiye, kederinin en şefkatli ifadesini sunmaya çalışır.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 197

    çünkü özlem de arzu gibi kendini çözümlemeye değil, tatmin etmeye çalışır; insan sevmeye başladığı zaman vaktini aşkının ne olduğunu öğrenmeye değil, ertesi günkü randevu imkânlarını hazırlamaya harcar. vazgeçtiğinde de kederini tanımaya değil, bu kederin sebebi olan kişiye, kederinin en şefkatli ifadesini sunmaya çalışır. söyleme ihtiyacını duyduğu ve karşısındakinin anlamayacağı şeyleri söyler; sadece kendisi için konuşur.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 211

    hayatımızda birçok kadın vardır ki, bir daha görüşmeyi hiç istememişizdir; onlar da doğal olarak, bu istenmeyen suskunluğumuza, aynı şekilde suskunlukla karşılık vermişlerdir. ne var ki, bu kadınları sevmediğimiz için, onlardan uzakta geçirdiğimiz yılları da saymamışızdır; ayrılığın ne kadar etkili olduğu üzerine fikir yürütürken, mantığımızı çürütecek olan bu örneği göz ardı ederiz; tıpkı önsezilere inanan birinin, sezgilerinin doğru çıkmadığı bütün durumları göz ardı etmesi gibi.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 216

    sevdiğimiz insanın dışarıda kaldığı bu bilinç halleri, bu durumda öyle bir yer kaplar ki, başlangıçta ne kadar küçük bir yer olursa olsun, bütün ruhu kaplayan aşktan kırpılmıştır. bir yandan, artık bir hatıradan başka bir şey olmayan his azalırken, bir yandan da bu düşünceleri beslemeye, genişletmeye çalışmalıdır ki, zihne yeni sokulan unsurlar, ruhun giderek daha büyük bir bölümünü, bu hissin elinden alsınlar, koparsınlar ve sonunda tamamını ele geçirsinler. bir aşkı öldürmenin tek yolunun bu olduğunu fark ediyordum ve bu işe girişecek kadar, acıların en zalimine, yani, ne kadar zaman alırsa alsın, başaracağını kesin olarak bilmenin doğurduğu acıyı göze alacak kadar genç ve cesurdum.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 222

    bluzunda, şans eseri gizli kalmış binlerce ayrıntı keşfederdim; tıpkı dinleyenlerin kulağına hiçbir zaman ulaşmayacağı halde bestecinin binbir özenle yarattığı orkestra bölümleri gibi;
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 226

    italya'nın gotik katedrallerini, saraylarını ve bahçelerini, bir başka genç kızın yardımıyla tanımayı umduğumda, aşkımızın, belirli bir insana olan aşkımızın, belki de pek gerçek bir şey olmadığını düşünüyordum hüzünle; çünkü tatlı veya acı tahayyüllerin çağrışımları, bir süre boyunca bu aşkı bir kadına bağlasa ve hatta bu aşkın, zorunlu bir biçimde o kadından esinlendiğini düşündürse bile, kendi isteğimizle veya farkında olmadan bu çağrışımlardan uzaklaştığımızda, bu aşk, sanki aksine doğallıkla, sadece bizim içimizden kaynaklanırcasına yeniden doğar ve bir başka kadına ait olur.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 240

    bu kızın karşısında, güzelliğin ve mutluluğun bilincine her varışımızda içimizde canlanan yaşama arzusunu hissettim. güzellikle mutluluğun bireysel olduğunu daima unutur ve zihnimizde onların yerine, hoşlanmış olduğumuz çeşitli yüzlerin, tatmış olduğumuz zevklerin bir tür ortalamasını alarak oluşturduğumuz bir kalıp koyarız; bunlar solgun, donuk bazı soyut imgeler olmaktan öteye gidemezler, çünkü güzellik ve mutluluğa has olan özelliğe, o güne kadar tanımış olduklarımızdan farklı, yeni bir şey olma özelliğine sahip değildirler.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 240

    bu kızın karşısında, güzelliğin ve mutluluğun bilincine her varışımızda içimizde canlanan yaşama arzusunu hissettim. güzellikle mutluluğun bireysel olduğunu daima unutur ve zihnimizde onların yerine, hoşlanmış olduğumuz çeşitli yüzlerin, tatmış olduğumuz zevklerin bir tür ortalamasını alarak oluşturduğumuz bir kalıp koyarız; bunlar solgun, donuk bazı soyut imgeler olmaktan öteye gidemezler, çünkü güzellik ve mutluluğa has olan özelliğe, o güne kadar tanımış olduklarımızdan farklı, yeni bir şey olma özelliğine sahip değildirler. hayat hakkında kötümser bir hüküm verir ve doğru bir hüküm olduğuna inanırız, çünkü mutluluk ve güzelliği de hesaba kattığımız kanısındayızdır; oysa onları hesaba katmamış, ikisinden de bir nebze olsun iz taşımayan sentezler koymuşuzdur onların yerine. işte bu yüzden, bir aydına yeni bir "güzel kitap"tan söz edildiğinde, sıkıntıyla esnemeye başlar, çünkü okuduğu bütün güzel kitapların bir tür bileşimini hayal eder; oysa güzel bir kitap özeldir, tahmin edilemezdir, kendinden önceki şaheserlerin toplamından oluşmaz, bu toplamı tamamen özümsemiş olmak, bu yeni şaheserin özünü bulmaya katiyen yetmez; çünkü o zaten bu toplamın dışındadır.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 242

    fakat heyhat! her an hızlanarak gitmekte olduğum öteki hayatta, o, hiçbir zaman olmayacaktı; önümdeki hayatı kabul etmeye boyun eğiyorsam, bir gün aynı trene binip aynı garda durma planları yaptığım için eğiyordum; bu projenin bir yararı da, zihnimizin çıkarcı, etkin, pratik, mekanik, tembel, merkezkaç mizacını beslemesiydi; çünkü zihnimiz, yaşadığımız hoş bir duyguyu kendi kendine, genel ve tarafsız bir şekilde derinleştirmek için gereken çabadan kaçmaya her an hazırdır. öte yandan, bu duyguyu düşünmeye devam etmek de istediğimizden, zihnimiz onu gelecekte hayal etmeyi yeğler, bu duyguyu tekrar yaratabilecek olan koşulları ustalıkla hazırlar; bu ise, duygunun özü hakkında bize bir bilgi vermez, ama onu kendi içimizde tekrar yaratma zahmetinden bizi kurtarır ve tekrar dışarıdan bize gelmesini ummamıza imkân verir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 250

    dışımızdaki şeylerin gerçekliğini bize belki de en çok hissettiren şey, önemsiz biri bile olsa, bir insanın, biz tanımadan önce ve tanıdıktan sonra, bize göre konumunda meydana gelen değişikliktir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 255

    ama otele vardığımız o ilk gece, büyükannem yanımdan ayrıldıktan sonra, paris'te evden çıkmadan önce olduğu gibi ıstırap çekmeye başladım. belki de duyduğum –birçok insanın duyduğu– yabancı bir odada yatma korkusu, şimdiki hayatımızın en iyi yanını oluşturan şeylerin, kendilerinin olmadığı bir gelecek düşüncesini kafamızda kabullenmemize umutsuzca itiraz edişlerinin en mütevazı, karanlık, organik, neredeyse bilinçsiz şeklidir; annemle babamın bir gün ölecekleri, hayatın mecburiyetlerinin beni gilberte'ten uzakta yaşamak veya sadece arkadaşlarımı artık görmeyeceğim bir ülkeye temelli yerleşmek zorunda bırakabilecekleri düşüncesinin bana kaç kere yaşattığı dehşetin temelinde bu itiraz vardı; kendi ölümümü veya bergotte'un kitaplarında insanlara vaat ettiği türden, hatıralarımı, kusurlarımı, kişiliğimi yanımda götüremeyeceğim bir "sonraki hayat"ı düşünmekte zorlanmamın temelinde de aynı itiraz vardı; hatıralarım, kusurlarım ve kişiliğim, var olmama fikrini kabullenemiyorlar, benim için ne hiçlik istiyorlardı, ne de kendilerinin olmadığı bir ebediyet.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 256

    mantığım, alışkanlığın –şimdi bana bu yabancı odayı sevdirme, aynanın yerini, perdelerin tonunu değiştirme, saati durdurma görevini üstlenecek olan alışkanlığın– başlangıçta hoşlanmadığımız arkadaşları bize sevdirme, yüzlere başka bir şekil verme, busesin tınısını sevimli kılma, kalplerin eğilimini değiştirme görevlerini de yerine getirdiğini biliyordu. tabii
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 256

    mantığım, alışkanlığın –şimdi bana bu yabancı odayı sevdirme, aynanın yerini, perdelerin tonunu değiştirme, saati durdurma görevini üstlenecek olan alışkanlığın– başlangıçta hoşlanmadığımız arkadaşları bize sevdirme, yüzlere başka bir şekil verme, busesin tınısını sevimli kılma, kalplerin eğilimini değiştirme görevlerini de yerine getirdiğini biliyordu. tabii ki mekânlarla ve insanlarla yeni dostluklar, eski dostlukların unutuluşu üzerine örülür; ama mantığım da zaten, hatırasını saklamayacağım insanlardan temelli ayrı olacağım bir hayat fikrine korkmadan bakabileceğimi düşünüyor, unutma vaadini kalbime bir teselli olarak sunuyordu, ama bu vaat aksine kalbimin umutsuzluğunu kudurtmaktan başka işe yaramıyordu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 281

    françoise ise şaşırmış görünmek istemezdi. hayatında adını hiç duymadığı arşidük rudolf un, herkesin zannettiği gibi ölü olmadığını, yaşadığını söyleseler, françoise uzun zamandır bunu biliyormuş gibi, "evet," derdi.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 301

    çünkü güzellik, meçhule açıldığını görür gibi olduğumuz yolun, çirkinlik tarafından tıkanmasıyla daralan bir varsayımlar dizisidir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 325

    yalnızken bazen, bana harikulade bir huzur veren duygulardan birinin içimden fışkırdığını hissederdim. ama biriyle birlikte olduğum anda, bir arkadaşımla konuştuğum anda, zihnim yüz seksen derecelik bir dönüş yapar, düşüncelerini kendime değil, muhatabıma yöneltirdi; düşüncelerimse, bu ters yönü izlediklerinde, bana hiçbir zevk vermiyordu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 331

    adamın biri o kadar ince, o kadar kibar, o kadar düşüncelidir ki, size kendinizle ilgili olarak, sadece sizi mutlu edecek şeyler söyler, ama sakladığı, kalbine gömdüğü, orada katılaşan bambaşka şeyler olduğunu hissedersiniz; sizi görmekten öyle büyük bir zevk duyar ki, yanınızdan ayrılacağı yerde sizi yorgunluktan bitkin düşürmeyi tercih eder.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 350

    bir insanın niyetiyle ilgili gerçeği kendisine sorarak öğrenemeyeceğimizi ve muhtemelen fark edilmeden geçecek bir yanlış anlaşılmanın, safça bir ısrardan daha zararsız olduğunu kavradığım yaşa kadar kaybetmediğim bir doğruluk aşkıyla, "ama beyefendi," dedim, "hatırlıyorsunuz değil mi, bu akşam gelmemizi siz istemiştiniz benden?"
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 358

    "beyefendi," dedi buz gibi bir tavırla, bir adım gerileyerek, "henüz gençsiniz, bundan yararlanıp iki şeyi öğrenseniz iyi olur: birincisi, bir şey ima ediyormuşsunuz duygusunu yaratmamak için, fazlasıyla doğal olan duyguları ifade etmekten kaçınmak; ikincisi de, size söylenen şeyin anlamını iyice kavramadan hurra diye cevap vermeye kalkışmamak.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 374

    oysa o ifade beni mutlu etmeliydi; en çok sevdiğimiz insanlar hâlâ hayattayken sık sık başımıza geldiği gibi, aslında sevdiklerimize vermeyi çok istediğimiz mutluluğun değerli bir biçimi olan şey, bana bayağı, küçük bir kusurun tatsız tezahürü gibi görünüyordu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 375

    olma arzusu bulunduğunu fark etmiyordum). saint-loup yanımda olsa, balo salonuna girmeye cesaret edebilirdim. ama tek başıma, grand-hotel'in önünde durup büyükannemle buluşacağım saati beklemekten başka bir şey yapamıyordum.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 387

    bu yüzün hatları artık tanıdıktı, sıradan ama okunan bir yazı gibi anlaşılır bir anlam yüklenmişlerdi; ilk gün yüzünün bana sunduğu o tuhaf, dayanılmaz işaretlere hiç benzemiyorlardı artık; o ilk gün karşımda gördüğüm şahsiyeti şimdi unutmuştum; hatırlamayı başarsam da, onu tanımam, aslında çirkin ve kaba bir karikatüründen başka bir şey olmadığı önemsiz ve kibar şahsiyetle bağdaştırmam güç olurdu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 402

    çünkü tıpkı bir eseri yaratmamızı, ünlü olma isteğinin değil de, çalışkan olma alışkanlığının sağlaması gibi, geleceği korumamıza yardım eden de, şimdiki anın neşesi değil, geçmişin ciddi düşünceleridir!
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 420

    insan bir kişiden hoşlanabilir. ama aşkı hazırlayan o hüznün, o telafi edilmezlik duygusunun, o iç daralmalarının ortaya dökülmesi için, bir imkânsızlık ihtimali gereklidir (belki de bu yüzden, tutkunun kaygıyla kucaklamaya çalıştığı hedef, bir kişiden ziyade, aşkın kendisidir).
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 446

    bu inançlar, mesela ölümü bize gerçekdışı bir ışıkta göstererek ona karşı ilgisiz kalmamızı ve böylece, bir konsere gitmeye çok önem verebilmemizi sağlar; bize giyotine mahkûm edildiğimiz haberi verilse, bu geceyi kuşatmış olan inanç bir anda dağılıvereceğinden, konser bütün büyüsünü kaybeder. inançların bu rolünü, itiraf etmem gerekir ki, benliğimin bir parçası, iradem biliyordu, ama zekâ ve duyarlılık bilmediği sürece, iradenin bilmesi nafiledir; bir metresten ayrılmak istediğimize zekâ ve duyarlılık iyi niyetle inanır; bir tek irademiz, ona ne kadar bağlı olduğumuzu bilir. bunun sebebi, zekâ ve duyarlılığın, bir saniye sonra ona kavuşabileceğimiz inancıyla bulanmış olmalarıdır. ama bu inanç ortadan kalksa, birdenbire metresimizin temelli uzaklara gitmiş olduğunu öğrenseler, ayarları bozulacağı için, deliye dönerler, o pek küçümsenen zevk, dev boyutlar kazanır.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 449

    söylediği sözler bunlardı, ama bu sözler düşüncesini ifade etmiyordu; benim arzumu yerine getirmeyi istemiş olsaydı, çağırması yeterliydi; bu sözleri söylemesinin sebebi, belki suçüstü yakalanmış bayağı kimselerin aşina olduğu bu tür cümleleri duymuş olması ve en büyük şahsiyetlerin bile bazı konularda bayağı kimselere benzemesi, günlük ekmeklerini onlarla aynı fırından aldıkları gibi gündelik mazeretlerini de aynı dağarcıktan seçmesiydi, belki de lafzı gerçeğin tersini ifade ettiğine göre, bir bakıma tersten okunması gereken bu sözler, bir refleksin zorunlu sonucu, negatifiydi.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 453

    "bir insan ne kadar bilge olursa olsun," dedi, "gençliğinin bir döneminde, mutlaka, hatırlamaktan hoşlanmadığı, yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş, hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır; çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için, bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 453

    "bir insan ne kadar bilge olursa olsun," dedi, "gençliğinin bir döneminde, mutlaka, hatırlamaktan hoşlanmadığı, yok olmasını isteyeceği sözler söylemiş, hatta bir yaşam tarzı benimsemiştir. ama bundan ötürü kesinlikle pişmanlık duymamalıdır; çünkü (bilgeliğin mümkün olduğu ölçüde) bilgeliğe ulaştığından emin olabilmesi için, bu son safhadan önceki bütün gülünç veya iğrenç aşamalardan geçmiş olması gerekir. ortaokul çağından itibaren öğretmenlerinden zihin soyluluğunu, manevi zarafeti öğrenen bazı gençler var, seçkin kimselerin çocukları ve torunları var, biliyorum. onların, belki hayatlarından kesip atacakları hiçbir şey yoktur; her söylediklerini yayınlayabilir, altına imza atabilirler; ne var ki bunlar yoksul zihinlerdir, liberal muhafazakârların güçsüz torunlarıdırlar, bilgelikleri olumsuz ve kısırdır. bilgelik dışarıdan alınmaz; onu, bizim adımıza kimsenin katedemeyeceği bir mesafeyi aştıktan sonra, kendimiz bulmak zorundayızdır; çünkü bilgelik, olaylara, dünyaya bir bakış açısıdır. hayran olduğunuz hayatlar, soylu bulduğunuz tavırlar, ailenin babası veya öğretmen tarafından tanzim edilmemiştir; çok farklı başlangıçları olmuştur; etraflarında hüküm süren kötülük ve bayağılıktan etkilenmişlerdir. bir mücadeleyi ve zaferi temsil ederler. gençlik dönemindeki bir halimizin suretinin tanınmaz olmasını, ne olursa olsun, hoşa gitmemesini anlıyorum. bununla birlikte, inkâr edilmemesi gerekir; çünkü gerçekten yaşadığımıza, hayatın ve zihnin yasalarına uygun şekilde, hayatın, eğer ressamsak atölye hayatının ve sanatçı çevrelerinin sıradan unsurlarından, onları aşan bir şey çıkardığımıza dair bir kanıttır."
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 464

    bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı, ancak başlangıçtaki optik yanılgılar (çeşitli denemeler sonucunda) anlaşıldıktan sonra o noktaya gelinebilirdi. ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir; biz onu yakaladığımızı zannederken yer değiştirir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 471

    onunla konuşurken, sözlerimin nereye gittiğini, ne olduğunu hiç bilmiyordum; dipsiz bir kuyuya taş atar gibiydim. sözlerimizin genellikle yöneldikleri kişi tarafından, o kişinin kendi içinden çıkardığı, bizim yüklediğimiz anlamdan çok farklı bir anlamla doldurulması, günlük hayatın sık sık gözümüzün önüne serdiği bir gerçektir. bir de ayrıca, eğitimi bizim için anlaşılmaz, (albertine'in eğitiminin benim için olduğu gibi), eğilimlerini, okuduklarını, prensiplerini bilmediğimiz bir insanın karşısındaysak, sözlerimize vereceği anlamın, bizim yüklediğimiz anlama, bir şeyler anlatmak zorunda olduğumuz bir hayvanın vereceği anlamdan daha benzer olup olmayacağını dahi bilemeyiz. bu durumda, albertine'le yakınlık kurmak bana imkânsızla değilse bile, meçhulle ilişki kurmak gibi, bir atı terbiye etmek kadar zor, arı beslemek, gül yetiştirmek kadar heyecanlı bir faaliyet gibi geliyordu.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 482

    zihinsel olarak bile, tabiat yasalarına zannettiğimizden çok daha fazla bağımlıyızdır; dimağımız adeta belirli bir çiçeksiz bitki türü veya buğdaygillerin bir cinsi gibi, bizim seçtiğimizi zannettiğimiz özelliklere, önceden sahiptir. ama biz sadece sonradan gelen, istenen anda ortaya koyduğumuz fikirleri anlar, bunları zorunlu olarak doğuran kaynaktaki sebepleri (yahudi ırkı, fransız ailesi, vs.) görmeyiz. ve belki de, bizi öldüren hastalık gibi yaşatan fikirleri de, biri bize sağlığımızı ihmal etmemizin, öbürü düşünüp taşınmanın sonucu gibi geldiği halde, tıpkı baklagillerin, tanelerinin biçimini familyalarından almaları gibi, ailemizden alırız.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 508

    bize kendimiz dışında bir varlık –isterse bir meyvenin tadı olsun– tarafından verilen her şeyi baştan yaratmamız öyle büyük bir çaba gerektirir ki, bir izlenimi edindiğimiz anda yavaş yavaş hatıra inişinden aşağı kaymaya başlar, hiç farkına varmadan kısa sürede ilk duygumuzdan uzaklaşırız. öyle ki, her yeni görüşme, bizi daha önce pekala gördüğümüz şeye geri götüren bir tür düzeltmedir. daha önce gördüğümüz şeyi unutmuşuzdur bile; çünkü birini hatırlamak denen şey, aslında unutmaktır. ama hâlâ görebildiğimiz sürece, unutulan hat karşımıza çıktığı anda tanırız, yolunu şaşırmış olan çizgiyi düzeltmek zorunda kalırız;
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 508

    bir daha göründüğünde, yeni bir yaratıdır artık; bir öncekinden, belki de öncekilerin hepsinden farklıdır. çünkü bu yaratılarda en az iki çeşit mevcuttur. canlı bir bakış, atılgan bir tavır hatırlıyorsak, kaçınılmaz biçimde bir dahaki görüşmede adeta baygın bir profil, dalgın bir yumuşaklık, bir önceki hatırada ihmal ettiğimiz şeyler bizi şaşırtacak, yani neredeyse bir tek onlar dikkatimizi çekecektir. hatıramız yeni gerçekle yüzleştiğinde, hayal kırıklığımızı veya şaşkınlığımızı belirleyecek olan, yanlış hatırladığımızı bize haber vererek gerçeğin düzeltilmesi gibi gelecek olan, budur. çehrenin bir önceki defa ihmal edilmiş olan ve bu yüzden de bu kez en çarpıcı, en gerçek, en doğrultucu olan yönü de, sırası gelince tahayyül ve hatıra konusu olacaktır. bir daha görmeyi arzuladığımız şey, baygın, yuvarlak bir profil, yumuşak, dalgın bir ifade olacaktır. o zaman da gelecek sefere, bir kez daha o delici gözlerdeki, sivri burundaki, gergin dudaklardaki irade, arzumuzla nesnesi sandığı şey arasındaki sapmayı düzeltecektir.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 517

    ama ay nasıl gündüz vakti diğerlerinden daha belirgin ve sabit bir şekle sahip bir buluttan başka bir şey değilken, güneş battıktan sonra bütün gücüne kavuşursa, aynı şekilde ben de otele döndüğümde kalbimden yükselen ve parlamaya başlayan tek görüntü, albertine'in hayali oldu. odam birden yepyeni göründü bana. elbette ilk geceki düşman oda olmaktan çoktan çıkmıştı zaten. içinde yaşadığımız odayı hiç durmadan değiştiririz; alışkanlık hissetmememize izin verdiği ölçüde, rahatsızlığımızı yansıtan zararlı renk, boyut ve koku unsurlarını yok ederiz. bu oda artık, duyarlılığımı hâlâ epeyce etkileyen, elbette beni acıya değil, neşeye sevk eden, güzel günlerin beşiği olan, tam ortasında –bir an, ısıdan yayılırcasına, elle tutulamayan, beyaz, yansıyan, kaçak bir perde tarafından örtülen– ışığın sulandırdığı bir mavilikle harelenen bir havuza benzeyen oda değildi; resim gecelerinin tamamen estetik odası da değildi; günlerdir içinde olduğum için artık görmediğim odaydı. oysa şimdi tekrar görmeye başlıyordum onu, ama bu sefer, aşkın bencilce bakış açısından. güzel eğik aynanın, şık camlı kitaplıkların, albertine beni ziyarete gelecek olursa, hakkımda olumlu bir izlenim yaratacağını düşünüyordum. odam, plaja veya rivebelle'e kendimi atmadan önce birkaç dakika geçirdiğim bir geçiş bölgesi olmaktan çıkıp tekrar gözümde gerçeklik ve önem kazanmakta, yenilenmekteydi; çünkü içindeki her eşyaya albertine'in gözüyle bakıyor, değer biçiyordum.
    ==========
    çiçek açmış genç kızların gölgesinde
    - sayfa 525

    filozofun biri, çok ileride de olsa bir gün ölmek zorunda olduğumu, tabiatın ölümsüz güçlerinin, onun kutsal ayaklarının dibinde benim bir toz zerreciğinden başka bir şey olmadığım tabiatın güçlerinin benden sonra yaşayacağını, benden sonra da bu yuvarlak ve kabarık falezlerin, bu denizin, bu ay ışığının, bu gökyüzünün var olmaya devam edeceğini ileri sürse, acıyarak gülümserdim!
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 33

    ama sonra birden dizeyi hatırladım; insanlıkdışı bir dünyanın aşılmaz engelleri sihirli bir şekilde ortadan kalktı; dizenin heceleri derhal bir aleksandrenin ölçüsünü doldurdular; fazlalıklar, suyun yüzeyine çıkınca patlayan bir hava kabarcığı gibi kolayca, rahatça dağıldı. mücadele ettiğim o canavar, tek bir heceydi aslında.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 42

    o sırada –ne mucize!– tıpkı gece öğrenmek için boş yere uğraştığımız dersleri, uyuyup uyandıktan sonra içimizde bulmamız, ezbere bilmemiz gibi, tıpkı hafızamızın tutkulu bir çabayla arayıp bulamadığı ölülerin yüzlerini, onları düşünmediğimiz bir anda, hayattaki canlılıklarıyla gözlerimizin önünde bulmamız gibi, berma'nın, özünü kavrayabilmek için hırsla çabaladığım zaman benden kaçmış olan yeteneği, şimdi, yıllarca unutulduktan sonra, bu kayıtsızlık ânında, bir gerçek olarak apaçık ortaya çıkıp beni zorla kendine hayran ediyordu.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 44

    çok belirgin kişilikteki bir insan, bir eser (ya da bir yorum), bizde apayrı bir izlenim uyandırır. "güzellik", "üslupta açıklık", "patetik" fikirlerini beraberimizde getirmişizdir; gerektiğinde bunları, kurala uygun bir yeteneğin, bir çehrenin sıradanlığında bulduğumuz yanılgısına kapılabiliriz; ama dikkatli zihnimiz, karşısında, kendisinde zihinsel karşılığı olmayan, içinden bilinmezi çekip çıkarması gereken bir şeklin ısrarını bulur. tiz bir ses, tuhaf bir şekilde soru yüklü bir tonlama duyar. kendi kendine sorar: "bu güzel mi? bu hissettiğim şey, hayranlık mı? renklilik, soyluluk, güç bu mu?" kendisine tekrar cevap veren, tiz bir ses, garip şekilde sorgulayıcı bir tondur, tanımadığımız, son derece somut, "üslupta açıklık" için hiç boş yer bırakılmamış bir varlığın yarattığı despotça izlenimdir. bu yüzden de, samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratan eserler, gerçekten güzel olanlardır; çünkü fikirler koleksiyonumuzda, özel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 61

    en azından ben uzun süre öyle sandım; çünkü o zamanlar, gerçeği başkalarından sözler aracılığıyla öğrenebileceğimizi sanıyordum hâlâ. hattâ bana söylenen sözler, değişmez anlamlarını hassas zihnime öyle yerleştiriyorlardı ki, beni sevdiğini söyleyen birinin sevmediğine inanmam mümkün değildi; tıpkı françoise'in, bir rahibin veya herhangi bir beyin, postayla sipariş verdiğimiz takdirde bize bütün hastalıklara karşı yüzde yüz etkili bir ilacı veya gelirimizi yüz katma çıkarmanın yolunu bedava gönderebileceğini gazetede okuduğunda, bundan kuşku duymaması gibi.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 63

    belki de her gerçeklik, bizim doğrudan algıladığımızı zannettiğimiz ve görünmeyen, ama etkili fikirler aracılığıyla oluşturduğumuz gerçeklikten aynı derecede farklıydı; tıpkı ağaçların, güneşin, gökyüzünün, bizimkilerden farklı yapıda gözleri olan veya bu görevi yerine getirmek için gözden başka organlara, ağaçlara, gökyüzüne ve güneşe görsel olmayan karşılıklar sağlayan organlara sahip varlıklar tarafından algılansalar, bizim gördüğümüz şekilde olmayacakları gibi.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 63

    işte bu şekilde, bir insanın benim zannettiğim gibi karşımızda meziyetleri, kusurları, tasarıları, bizim hakkımızdaki niyetleriyle (bir parmaklığın ardından bütün tarhlarını seyrettiğimiz bir bahçe gibi) açık seçik, kıpırtısız durmadığı; asla nüfuz edemediğimiz, doğrudan tanımanın mümkün olmadığı, hakkında, sözlerin ve hattâ hareketlerin yardımıyla, hepsi yetersiz, üstelik de birbiriyle çelişen çok sayıda sanıya kapıldığımız bir gölge, içinde kâh nefretin, kâh sevginin parladığını aynı gerçeklikle hayal edebileceğimiz bir gölge olduğu yolundaki fikri, bana ilk önce françoise vermiş oldu.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 101

    oysa saint-loup'nun ikimiz yalnız değilken, arkadaşları da yanımızdayken bana ne kadar farklı davrandığını görmek beni duygulandırıyordu. artan ilgisi ve nezaketi, kasıtlı olduğunu düşünsem, beni etkilemezdi; ama bunu ikimiz yalnızken söylemeyip ben yokken hakkımda muhtemelen söylediği şeylerden ötürü, bilinçsizce yaptığını hissediyordum. baş başa görüşmelerimizde elbette ki benimle sohbet etmekten zevk aldığını tahmin ederdim, ama bu zevk, hemen hiç ifade edilmezdi. normal olarak dinlemekten hoşlandığı –ama hoşlandığını dile getirmediği– sözlerimi şimdi dinlerken, sözlerimin arkadaşlarında beklediği ve onlara hakkımda söylediklerine uygun bir etki yaratıp yaratmadığını göz ucuyla kontrol ediyordu. kızı sosyeteye ilk kez tanıştırılan bir anne, kızının konuşmalarını ve dinleyenlerin tavrını ancak bu kadar büyük bir dikkatle izleyebilirdi. ikimiz yalnızken gülümsemekle yetineceği bir şey söylesem, iyice anlaşılmış olmamasmdan korkuyor, "ne dedin, ne dedin?" diyerek söylediğimi tekrarlatıyor, dikkat çekiyor, derhal ötekilere dönüp gülerek onlara bakınca istemeden onları da zorla güldürüyor, böylece onlara şüphesiz sık sık ifade ettiği, benim hakkımdaki fikrini bana ilk kez gösteriyordu. öyle ki, kendimi bir an dışarıdan görüyordum, adımı gazetede okumuş veya aynaya bakmışım gibi.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 101

    bu gecelerden birinde, mme blandais'yle ilgili oldukça gülünç bir hikâye anlatmak istedim, ama söze başlar başlamaz sustum; çünkü saint-loup'nun bu hikâyeyi bildiğini ve geldiğimin ertesi günü ben anlatmaya başladığımda, sözümü keserek, "balbec'te anlatmıştınız," dediğini hatırlamıştım. bu yüzden, saint-loup hikâyeyi bilmediğini, çok merak ettiğini söyleyerek devam etmem için üsteleyince şaşırdım. "şu an hatırlayamadınız ama birazdan hatırlayacaksınız," dedim. "yok canım, sen karıştırıyorsun, yemin ederim. kesinlikle anlatmadın daha önce. hadi." ben hikâyeyi anlatırken de hayran bakışları tutkuyla kâh bana, kâh arkadaşlarına çevriliyordu. ancak hikâyeyi bitirdikten sonra, herkes gülerken anladım ki, arkadaşlarına benim ne kadar esprili olduğumu göstereceğini düşündüğü için hikâyeyi bilmiyormuş gibi yapmıştı. arkadaşlık böyledir işte.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 104

    "çevreye atfedilen önem, özellikle entelektüel çevre için geçerlidir. düşüncesi neyse insan odur; düşünce sayısı insan sayısından çok daha az olduğu için de, aynı düşünceyi paylaşan bütün insanlar benzerdir. düşüncenin maddi bir yanı olmadığından, bir düşüncenin adamı etrafında sadece maddi olarak toplanmış insanlar, bu düşünceyi hiçbir şekilde değiştirmezler."
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 105

    "düşüncenin," diye devam ettim, "insanların çıkarlarına bir katkısı olamayacağı ve onların avantajlarından da yararlanamayacağı için, aynı düşünceyi paylaşan insanlar, çıkardan etkilenmezler."
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 106

    ortasında yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz, gerçek hayatımızı sürdürdüğümüz şeyleri, ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, biz aşırı büyütülmüş bir ölçekte görürüz; onların böyle şişirilmesi sonucu, bu dünyada bulunmayan diğer şeyler onlarla mücadele edemez ve onlara kıyasla bir hayal kadar güçsüzleşir; ben de bu sayede karargâhtaki çeşitli şahsiyetlerle, saint-loup'yu ziyarete gittiğimde avluda veya sabah uyanıksam, alay penceremin altından geçerken gördüğüm subaylarla ilgilenmeye başlamıştım. saint-loup'nun hayran olduğu o komutanla ve "estetik olarak bile" bayılacağım askerlik tarihi dersiyle ilgili ayrıntılı bilgi edinmeyi istiyordum. robert'in gevezeliğinin çoğu kez biraz kof olduğunu, ama bazen de gayet iyi kavrayabildiği derin fikirleri özümsemesinden kaynaklandığını biliyordum. ne yazık ki ordu konusunda robert'in kafası, o sırada özellikle dreyfus davası'yla meşguldü.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 119

    öyle yaygın fiziksel acılar vardır ki, hasta organın dışındaki bölgelere yayılarak genişlerler, ama doktor acının tam merkezi olan noktaya dokunduğunda, dağılıp tamamen yok olurlar. oysa daha önce, acının yaygınlığı ona bizim gözümüzde öyle bir belirsizlik ve kaçınılmazlık kazandırmıştır ki, bir açıklama bulamadığımız, hattâ yerini bile saptayamadığımız için, tedavisinin imkânsız olduğunu düşünmüşüzdür.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 136

    yüreğimi oynatan sıkıntı, çok uzak bir geçmişte, küçücük bir çocukken bir gün kalabalığın içinde büyükannemi kaybettiğimde yaşadığım sıkıntıydı: onu bulamayacağım kaygısından çok, onun da beni aradığını, benim kendisini aradığımı düşündüğünü hissetmenin sıkıntısı; aynı sıkıntıyı ileride, artık cevap vermeyen, hiç değilse kendisine söyleyemediğimiz her şeyi, acı çekmediğimizi duyurabilmeyi o kadar istediğimiz insanlarla konuştuğumda da yaşayacaktım.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 161

    eğer kadının karşısında, kadın bunu farketmese bile, duygusal bir erkek varsa, özellikle de farkındaysa, korkunç bir oyun başlar. hayal kırıklığını yenemeyen, kadından vazgeçemeyen erkek, ısrarla kadının peşine düşer; kadın kaçar; sonunda, erkek artık beklemeye cesaret edemediği bir gülümseme için, en büyük lütuflara ödenecek bedelin bin katanı öder. hattâ bu durumda bazen, safça bir düşünce ve acı karşısında korkaklığın sonucu, bir kızı erişilmez bir ilaha dönüştürmek gibi bir çılgınlık yapmışsak, bu en büyük lütufların, hattâ ilk öpücüğün hiçbir zaman bağışlanmadığı da olur; platonik aşk konusunda verilen güvenceleri yalanlamak için istekte bulunmaya bile cesaret edemeyiz. o zaman, en çok sevdiğimiz kadirim öpücüğünü hiç tadamadan. hayata veda etmek, büyük bir ıstıraptır.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 162

    –önemli şeyler insanın başına ancak kendisine rağmen, güçlü bir doğa yasasının etkisiyle gelebilir– ve o bu çehreyi ancak kurduğu hayallerin ardından görebilirdi.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 214

    o zaman guermantes muhitinin yemekleri, utangaç âşıkların havadan sudan sözederek, itiraf etseler daha mutlu olacakları büyük sır, çekingenlikten, terbiyeleri izin vermediğinden veya beceriksizlikten ötürü kalplerinden dudaklarına ulaşamadan geçirdikleri ve sonra da birbirlerinden ayrıldıkları saatleri hatırlatırdı.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 223

    bloch, bir sakarlık yapmış olmayı kendine yediremeyen, yaptığında da asla bunu kabullenmeyen, bu yüzden bütün günü mahvolan, alıngan ve "sinirli" insanlardandı. küplere biniyordu, kötümserdi, bir daha sosyeteye bulaşmak istemiyordu.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 224

    bizi tanıştırdı, ama genç adamın ismini duyamadım; çünkü insan tanıştırıldığı kişinin ismini asla duymaz," diye ekledi gülerek;
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 236

    'sarhoş olduktan sonra, şişenin ne önemi var!'
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 254

    m. de norpois bu soruları bloch'a öyle bir şiddetle yöneltiyordu ki, arkadaşımın hem gözü korkuyor, hem de gururu okşanıyordu; çünkü büyükelçi ona hitap ederken adeta bir partinin tamamına hitap ediyor, bloch'u, sanki bu parti kendisine sırlarını açmış, alınacak kararların sorumluluğunu yüklenebilirmiş gibi sorguya çekiyordu.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 254

    ultima ratio
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 269

    diplomatlar bilir ki, avrupa'da ya da başka yerde, barış dediğimiz dengeyi sağlayan terazide, yüce duyguların, güzel söylevlerin, yakarıların ağırlığı pek azdır; asıl ağırlık, belirleyici olan ağırlık, başka bir şeyde, hasmın mübadele yoluyla bir isteği yerine getirme imkânı bulunup bulunmadığında yatar.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 270

    görünürde son derece masum davranış veya sözlerin dürtüsünü çıkarda, yaşama gerekliliğinde aramak için, genellikle kadın veya erkek kapatmalara kadar inmek gerekir. her erkek bilir ki, para vereceği bir kadın, "paradan sözetmeyelim," dediğinde, bu sözü tıpkı müzikte ilk ölçünün boşa sayılması gibi, gözardı etmelidir; daha sonra kadın, "beni çok üzdün, gerçeği benden hep gizledin, artık dayanamayacağım," dediğinde de, bu sözleri, "bir başkası daha fazla para öneriyor," diye yorumlaması gerekir. üstelik bu, sosyete kadınlarına oldukça benzer bir yosmanın dilidir.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa

    yayılmasını şiddetle arzu ettiğimiz önemli bir sözümüzün (örneğin benim bir zamanlar mme swann'la ilgili olarak herkese, her fırsatta söylediğim, ektiğim bunca tohumdan bir tanesi mutlaka filizlenir diye düşündüğüm coşkulu sözler) çoğunlukla bu arzumuz yüzünden derhal hasıraltı edildiğini tecrübeyle öğrenmişken, bizim bile unutmuş olduğumuz ufacık bir sözümüzün, hattâ bizim tarafımızdan telaffuz edilmemiş, farklı bir sözün iletilirken çarpıtılmasıyla ortaya çıkmış bir sözün, hiçbir engel tanımadan muazzam mesafeler katedebileceği –sözkonusu olayda guermantes prensesi'ne ulaşacağı– ve bizi harcayarak tanrıların şölenini şenlendireceği aklımızdan bile geçmez doğal olarak.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 294

    çünkü en karmaşık toplumların bağrında görülen büyüleyici bir doğa yasası gereği, insan sevdiğiyle ilgili olarak tam bir cehalet içinde yaşar.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 311

    aslında yalnız yaşamadığımızı, başka bir âleme ait, aramızda uçurumlar bulunan, bizi tanımayan ve bizi anlaması imkânsız bir varlığa zincirlerle bağlı olduğumuzu, hastalandığımızda farkederiz; bu varlık, bedenimizdir.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 311

    aslında yalnız yaşamadığımızı, başka bir âleme ait, aramızda uçurumlar bulunan, bizi tanımayan ve bizi anlaması imkânsız bir varlığa zincirlerle bağlı olduğumuzu, hastalandığımızda farkederiz; bu varlık, bedenimizdir. yolda karşımıza çıkan bir haydutun, bizim derdimize olmasa da kendi kişisel çıkarlarına duyarlılık göstermesini sağlayabiliriz. oysa bedenimizden merhamet dilenmek, bir ahtapotla konuşmaktan farksızdır; sözlerimiz onun için suyun sesi kadar anlamsızdır; onunla birlikte yaşamaya mahkûm olmak, korkunç bir şeydir bizim için.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 319

    sinirli bir yapınız olduğunun söylenmesi sizi kızdırmasın. siz yeryüzünün tuzu biberi olan o harikulade ve yürekler acısı soydansınız. bütün yüce şeyleri bize sinirli mizaçlar vermiştir. dinleri kuran, şaheserleri yaratan onlardır, başkaları değil. dünya kendilerine neler borçlu olduğunu, hele hele onların bütün bunları dünyaya verebilmek için ne acılar çektiğini, asla bilmeyecek. güzel müziklerin, güzel resimlerin, binlerce inceliğin tadını çıkarırız, ama onları yaratanlara nelere malolduğunu, ne uykusuzluklara, gözyaşlarına, ihtilaçlı gülmelere, kurdeşenlere, astımlara, sara nöbetlerine, hepsinden beter olan ölüm korkusuna malolduğunu bilmeyiz;
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 334

    bu sırada, gözlerini büyükannemin, kızının bakmaya cesaret edemediği, değişmiş yüz hatlarından ayırmayan, şaşkın, patavatsız ve uğursuz bakışlarını üzerine diken bir kişi vardı: françoise. büyükannemi içtenlikle severdi oysa (hattâ ağlayarak annesinin kollarına atılmasını beklediği annemin soğuk tavrı karşısında hayal kırıklığına uğramış, neredeyse sinirlenmişti), ama daima her şeyin en kötüsünü düşünmeye eğilimliydi, çocukluğundan kalan iki özelliği vardı ki, birbirini dışlamaları gerekirmiş gibi geldiği halde, bir arada bulunduklarında daha da güçleniyorlardı: biri, farketmemiş gibi görünmenin daha incelikli olacağı, fiziksel bir değişim karşısındaki duygularını, hattâ sancılı korkularını gizlemeye çalışmayan, halktan insanların görgüsüzlüğüydü; diğeri de tavukların boynunu koparma fırsatı çıkıncaya kadar kızböceklerinin kanatlarını yolan bir köylünün acımasız hoyratlığı ve acı çeken bir canlıyı seyretme merakını gizlemesine sebep olacak edepten yoksun oluşuydu.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 351

    kadınların çoğunun hayatında, her şey, en büyük üzüntü bile, bir prova meselesine dönüşür.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 367

    saatler sohbetle sarmalandığında, artık onları ölçmek, hattâ görmek mümkün değildir, kaybolup giderler; sonra birdenbire, çevik, yok edilivermiş zaman, onu elimizden kaçırdığımız noktanın çok uzağında, tekrar karşımıza çıkıverir.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 367

    saatler sohbetle sarmalandığında, artık onları ölçmek, hattâ görmek mümkün değildir, kaybolup giderler; sonra birdenbire, çevik, yok edilivermiş zaman, onu elimizden kaçırdığımız noktanın çok uzağında, tekrar karşımıza çıkıverir. ama eğer yalnızsak, henüz uzakta olan ve durmadan beklediğimiz ânı karşımıza çıkaran kaygı, bir saatin tik-taklarının sıklığı ve değişmezliğiyle saatleri, dostlar arasında olsak saymayacağımız
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 369

    daha sonra olacakları o sırada bilmediğim halde, şimdi söyleyebilirim. elbette ki, insanın, hayatını, posta pulları, eski enfiye kutuları, hattâ tablolar ve heykeller yerine, kadınlar uğruna feda etmesi, daha mantıklıdır. ancak, başka koleksiyonlardan örnek alarak değişiklik yapmamız, bir değil, birçok kadına sahip olmamız gerekir. bir genç kızın, bir sahille, bir kilise heykelinin örülü saçlarıyla, bir oymabaskıyla, onu her görüşümüzde, sevimli bir tabloyu sevmemize sebep olan herhangi bir şeyle oluşturduğu büyüleyici bileşimlerin hiçbiri, pek kalıcı değildir. bir kadınla sürekli birlikte yaşamaya başlayın, onu sevmenize yol açan şeylerin hiçbirini göremez olursunuz; şüphesiz, birbirinden ayrılan bu iki unsuru, kıskançlık tekrar birleştirebilir.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 442

    ancak, insanlar, genele gitmeyi bilmedikleri ve daima geçmişte örneği görülmemiş bir deneyimle karşı karşıya olduklarını düşündükleri için, hiçbir zaman ders almazlar.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 515

    suave mari magno
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 536

    sic transit gloria mundi
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 555

    ben aslında ingilizleş i severim, ama düşünün ki, ben çahil bir köylü olduğum halde, bütün çarpışmalarda canlarına okudum. son çarpışmadaysa, bizimkinden yirmi kat kalabalık düşman ordusu karşısında yenik düşüp, mecbur kaldığım için teslim olurken, yine de iki bin esir almanın bir yolunu buldum! ben çahil köylülerin başında olduğumdan, işleri kolaydı, ama o aptallar, bir gün gerçek bir avrupa ordusuyla boy ölçüşmek zorunda kalırlarsa, olacakları düşünmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor!' ayrıca benim gibi sizin de tanıdığınız ingiliz kralının, ingiltere'de önemli bir adam sayılması, her şeyi açıkça ortaya koyuyor."
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 576

    kendi seçimimizle, iki güçten birine teslim olabiliriz: biri, kendi içimizden, derin duygularımızdan kaynaklanır, öteki, dışarıdan gelir. birinci güç, beraberinde doğal olarak bir mutluluk, yaratan insanların hayatından yayılan mutluluğu getirir. dışımızdaki insanları harekete geçiren dürtüyü bizim içimize sokmaya çalışan diğer kuvvet ise, beraberinde haz getirmez; ancak biz, karşılık niteliğinde bir darbeyle, son derece sahte olduğu için, çabucak sıkıntıya, üzüntüye dönüşen bir esrime içinde, bir haz ekleyebiliriz ona; işte onca sosyete mensubunun kaygılı yüzlerinin, intihara varabilen sinirsel hastalıklarının kaynağı, budur.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 581

    konuşma ihtiyacı, yalnız işitmeyi değil, görmeyi de engeller; bu durumda, fiziksel ortamla ilgili hiçbir tasvirin bulunmaması, zaten ruhsal bir durumun tasviridir.
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 599

    insanlar, hiçbir zaman birbirlerine tam olarak benzemezler; bize karşı tutumları, aynı dostluk derecesinde bile, sonuçta birbirini dengeleyen farklılıklar gösterir. mme de montmorency'yle tanıştığımda, bana tatsız şeyler söylemekten hoşlanıyordu, ama bir yardıma ihtiyacım olduğunda da, hiçbir şeyi esirgemeden, bütün nüfuzunu gayet etkin bir biçimde kullanırdı. öte yandan bir başkası, mesela mme de guermantes, asla beni üzmek istemez, hakkımda sadece hoşuma gidecek şeyler söyler, guermantes'ların zengin manevi yaşayışını oluşturan bütün kibarlıklarla beni kuşatırdı, ama bunun dışında, kendisinden en ufak bir şey isteseydim, isteğimi yerine getirmek için kılını kıpırdatmazdı; tıpkı bazı şatolarda, hizmetinize bir otomobil, bir oda hizmetkârı verilmesi, ama davetin düzenlenmesinde öngörülmemiş bir bardak elma şarabını bulmanızın imkânsız oluşu gibi. hangisi benim için gerçek bir dosttu: beni kırmaktan büyük haz duyan ve her an yardım etmeye hazır mme de montmorency mi, yoksa birisi azıcık canımı sıksa üzülen ve bana yardım etmek için en küçük bir çaba göstermeyen mme de guermantes mı? öte
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 599

    insanlar, hiçbir zaman birbirlerine tam olarak benzemezler; bize karşı tutumları, aynı dostluk derecesinde bile, sonuçta birbirini dengeleyen farklılıklar gösterir. mme de montmorency'yle tanıştığımda, bana tatsız şeyler söylemekten hoşlanıyordu, ama bir yardıma ihtiyacım olduğunda da, hiçbir şeyi esirgemeden, bütün nüfuzunu gayet etkin bir biçimde kullanırdı. öte yandan bir başkası, mesela mme de guermantes, asla beni üzmek istemez, hakkımda sadece hoşuma gidecek şeyler söyler, guermantes'ların zengin manevi yaşayışını oluşturan bütün kibarlıklarla beni kuşatırdı, ama bunun dışında, kendisinden en ufak bir şey isteseydim, isteğimi yerine getirmek için kılını kıpırdatmazdı; tıpkı bazı şatolarda, hizmetinize bir otomobil, bir oda hizmetkârı verilmesi, ama davetin düzenlenmesinde öngörülmemiş bir bardak elma şarabını bulmanızın imkânsız oluşu gibi. hangisi benim için gerçek bir dosttu: beni kırmaktan büyük haz duyan ve her an yardım etmeye hazır mme de montmorency mi, yoksa birisi azıcık canımı sıksa üzülen ve bana yardım etmek için en küçük bir çaba göstermeyen mme de guermantes mı?
    ==========
    guermantes tarafı
    - sayfa 609

    aslında hayatlarımız, kalıtım yüzünden, yeryüzünde gerçekten büyücüler varmışçasına, gizemli şifrelerle, nazarlarla doludur. ve nasıl ki genelde insanlık için belirli bir yaşama süresi varsa, özelde aileler, yani aile içinde birbirine benzeyen bireyler için de, belli bir yaşama süresi vardır.)
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 16

    mene, tekel, ufarsin
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 16

    her insanın, evrendeki her şeyi ardından gördüğü gözlerine nakşolmuş, gözbebeğinin yüzeyine işlenmiş olan siluet, bu erkeklerde bir nympha'nın değil, yakışıklı bir delikanlının siluetidir. bu soy lanetlenmiştir, yalan ve riya içinde yaşamak zorundadır, çünkü her insan için hayatın en büyükhazzı olan arzusunun, cezalandırılacak, ayıp bir şey, itirafı mümkün olmayan bir şey telakki edildiğini bilir; bu soydan insanlar, tanrılarını inkâr etmek zorundadırlar, çünkü hıristiyan da olsalar, mahkemede sanık olarak parmaklığın ardında boy gösterdiklerinde, asıl hayatları olan şeyi, isa'nın nezdinde ve onun adına, bir iftirayı reddeder gibi reddedip kendilerini savunmaları gerekir; anasız oğullardırlar, hayatları boyunca, hattâ öldüğünde gözlerini kaparken bile, annelerine yalan söylemeye mecburdurlar; çoğunluğun farkettiği cazibelerinin uyandırdığı bütün dostluklara ve çoğunlukla iyi olan yüreklerinde hissettikleri dostluğa rağmen, dostluktan yoksun dostlardırlar; peki ama, ancak bir yalan sayesinde gelişebilen, coşkuya kapılıp yapacakları ilk güven ve samimiyet hamlesinde, tiksintiyle itilecekleri, tarafsız, hattâ candan birisiyle karşılaştıklarında bile, karşılarındaki kişinin, tıpkı kimi yargıçların, ilk günah ve soyun kaderi kavramlarına dayanarak, eşcinsellerde cinayeti, yahudilerde ihaneti beklemeleri ve daha kolay affetmeleri gibi, yaygın bir psikolojiyle kendileri hakkında yanılgıya düşerek, itiraf edilen kusura, kendisine en yabancı duyguyu atfedeceği ilişkilere dostluk diyebilir miyiz?
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 46

    bakanlıkta herhangi bir kötü niyet gütmeden, vaugoubert'lerde karı-kocanın rollerinin tersine olduğu söylenirdi. aslında bu, zannedildiğinden de daha doğruydu. mme de vaugoubert bir erkekti. belki öteden beri öyleydi, belki de benim gördüğüm hale daha sonra gelmişti; bunun pek de önemi yok, çünkü her iki durumda da, özellikle ikincisinde, tabiatın, insanlar âlemini çiçekler âlemine benzeten, en etkileyici mucizelerinden biri söz konusuydu. birinci varsayımda –müstakbel mme de vaugoubert'in hep böyle aşırı erkeksi olduğunu farz edersek– tabiat, şeytanca ve yardımsever bir kurnazlıkla, genç kıza, yanıltıcı bir erkek görünümü vermiştir. kadınlardan hoşlanmayan ve tedavi olmak isteyen yeniyetme ise, kendi gözünde haldeki bir hamalı temsil eden bir nişanlı bulma kaçamağını, sevinçle keşfeder. öteki ihtimalde, kadın başlangıçta erkeksi özelliklere sahip değilse, bilinçsizce de olsa, zaman içinde, kocasının hoşuna gitmek için, kimi çiçeklerin, cezbetmek istedikleri böceklerin görünümüne bürünmelerini sağlayan türden bir yanılsamayla, bu özellikleri edinir. sevilmemenin, erkek olmamanın üzüntüsü onu erkekleştirir. ele aldığımız durumun dışında bile, en normal çiftlerin dahi, sonunda ne kadar birbirlerine benzediklerini, hattâ bazen özelliklerini karşılıklı takas ettiklerini farketmeyen var mıdır? eski alman şansölyesi bülow prensi, italyan bir kadınla evlenmişti. zamanla, pincio tepesinde, alman kocanın nasıl bir italyan inceliğine, italyan prensesinse, alman kabalığına büründüğü fark edilir oldu. izini sürdüğümüz yasaların uç noktasından bir örnek verecek olursak, doğu'nun en ünlü ailelerinden birine ait olan ismi dışında hiçbir şeyi soyunu hatırlatmayan, değerli fransız diplomatını[2] tanımayan yoktur. olgunlaşıp yaşlanmaya başladığında, daha önce hiç kendini belli etmeyen içindeki doğulu ortaya çıktı, görüntüsünü tamamlayacak olan fesin eksikliği hissedilmeye başladı. kalıtımsal olarak kalınlaşmış siluetini andığımız büyükelçinin hiç bilmediği yaşama biçimlerine dönecek olursak, mme de vaugoubert'in temsil ettiği edinilmiş ya da doğuştan tipin ölümsüz sureti, daima binici kıyafeti içindeki, kocasından erkeksiliğin dışında özellikler de almış olan, kadınlardan hoşlanmayan erkeklerin kusurlarını paylaşan, dedikoducu mektuplarında, xıv. louis'nin sarayındaki bütün büyük soyluların aralarındaki ilişkileri açığa vuran pfalz elektörünün kızı, orleans düşesi'dir. mme de vaugoubert gibi kadınların erkeksi havasını iyice vurgulayan bir etken de, kocalarının ihmalinin ve bundan duydukları utancın, zamanla, sahip oldukları bütün kadınsı özellikleri öldürmesidir. sonunda bu kadınlar, kocalarında bulunmayan meziyetleri ve kusurları edinirler. kocaları gitgide daha havaileşip kadınlaşarak densizleştikçe, onlar da, eşlerinin sahip olması gereken erdemlerin cazibeden yoksun timsali haline gelirler.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 52

    bir ismi hatırlamaya çalıştığımızda hafızamızda oynanan bu "saklambaç"ta, kademeli bir dizi tahmin yoktur. önce hiçbir şey göremeyiz, sonra birdenbire, tahminimizden çok farklı olan ismin tamamı, net olarak görünür. isim, kendisi çıkmış değildir ortaya. daha ziyade, yaşadıkça, bir ismin net olduğu bölgeden giderek uzaklaştığımızı sanıyorum; benim aniden yarı-karanlığı delip net olarak görmem de, irademi ve dikkatimi çalıştırarak iç bakışımı keskinleştirmemle mümkün olmuştu. ne olursa olsun, unutuşla hatırlama arasında bazı geçişler varsa da, bu geçişler bilinçdışıdır. çünkü asıl ismi buluncaya kadar geçtiğimiz merhalelerdeki ara isimler yanlıştır ve bizi asıl isme katiyen yaklaştırmazlar. daha doğrusu, bunlar birer isim bile olmayıp, çoğunlukla hatırlanan isimde bulunmayan sessiz harflerden ibarettirler. aslında zihnin, hiçlikten gerçeğe geçerkenki işleyişi o kadar esrarengizdir ki, her şeye rağmen, bu yanlış sessiz harflerin, doğru ismi yakalayıp tutunmamızı kolaylaştırmak amacıyla, önceden beceriksizce uzatılmış eller olmaları da mümkündür.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 83

    ab uno disce omnes,[6]
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 91

    çok yetenekli bir insan, genellikle başkalarının budalalıklarına, bir budaladan daha az dikkat eder.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 100

    ne var ki, robert'in edebiyat aşkı, aslında herhangi bir derinlikten yoksundu, öz benliğinden kaynaklanmıyordu, rachel'e olan aşkının bir türeviydi sadece ve bu aşk yok olduğunda, onunla birlikte, aynı zamanda zevk düşkünlerine olan nefreti ve kadınların iffetine olan derin saygısıyla da birlikte, yok olup gitmişti.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 129

    yine de, çoğunun adını bile bilmediğim, her durumda tekrar bulması, hele tanışması çok zor, elde etmesi belki imkânsız, kaçıp giden onca yaratığa yönelen huzursuz arzularımla allak bullak olmuşken, bu dağınık, kaçıcı, isimsiz güzelliğin tamamından, etiketlenmiş ve hiç değilse canım istediğinde elde edebileceğimden emin olduğum iki seçme örnek almış olmak, müthiş bir huzurdu. tıpkı çalışmaya başlayacağım ânı geciktirdiğim gibi, bu çifte hazzı gerçekleştireceğim ânı da geciktiriyordum, ama istediğim zaman bu hazzı tadabileceğimden emin olmam, neredeyse onu yaşamamı gereksiz kılıyordu, uyku hapları insanın elinin altındaysa, onlara ihtiyaç duymayıp uyuması gibi.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 137

    françoise eşyalarımı düzeltmeye geldi. benimle sohbet ediyordu, ama ben bu konuşmadan nefret ediyordum; françoise'ın konuşmasının hiç değişmeyen bir sıradanlıktaki sürekliliğinin ardında, benim duygularım her dakika değişiyor, korkudan kaygıya, kaygıdan tam bir hayal kırıklığına geçiyordu. françoise'a söylemem gerektiğini düşündüğüm, belli belirsiz bir hoşnutluk ifade eden sözlerimden farklı olarak, yüzümde öyle bedbaht bir ifade olduğunu hisediyordum ki, sözde kayıtsızlığımla bu ıstırap arasındaki çelişkiyi açıklamak için, romatizma ağrısı çekiyormuş gibi yaptım; ayrıca, françoise'ın esasen alçak sesle söylediği (albertine'i düşünerek değil, çünkü gelme ihtimalinin olduğu saatin çoktan geçtiği kanısındaydı) sözlerin, artık gelmeyecek olan kurtarıcı telefonu duymamı engellemesinden de korkuyordum.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 151

    sözü en çok dinlenen hekim, hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 157

    bir başkasını ziyarete gittiğinde, her insan farklı bir kişiye dönüştüğünden, perilerin evinde bu şekilde gerçekleşen harika başkalaşımlar bir yana, mme swann'ın salonunda, m. de breaute bile, normal olarak kendisini çevreleyen insanların yokluğuyla, orada bulunmaktan, bir davete gideceğine gözlüğünü takıp revue des deux mondes'u okumak üzere eve kapanmışçasına bir memnuniyet duyuşuyla, odette'i ziyarete, adeta esrarengiz bir ayine katılır gibi gelişiyle birden değer kazanıyor, başka bir adam oluyordu.

    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 236

    efendiler denilen, aralarında sohbet edip kendileriyle konuşmayan o garip insanların gündelik meselelerine vâkıf olmak için kişisel gözleme ve mantık yürütmeye başvurmak zorunda olma alışkanlığı, (asansörcü çocuğun hizmetkârlara verdiği isimle) "işçiler"e, "patronlar"dan daha büyük bir kehanet gücü kazandırır. organlar, kendilerine duyulan ihtiyacın artıp azalmasına bağlı olarak körelir, güçlenir veya hassaslaşır. demiryolları var olduğundan beri, trenleri kaçırmamak için, dakikaları hesaba katmayı öğrendik, oysa hem astronominin daha az gelişmiş olduğu, hem de hayatın bu kadar sürat gerektirmediği eski romalılarda, değil dakika, kesin saat kavramı bile pek yoktu. işte bu yüzden, asansörcü çocuk, albertine'le beni kaygılandıran bir şey olduğunu anlamıştı ve arkadaşlarına da anlatmaya niyetliydi.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 244

    aradan zaman geçtikten sonra, bir kadın için yaptığımız şeylerin hepsini hatırladığımızda, çoğu kez şunu fark ederiz ki, sevdiğimizi gösterme, kendimizi sevdirme, lütuflar elde etme arzusundan kaynaklanan hareketlerimiz, sevdiğimiz kişiye yaptığımız haksızlıkları, sanki onu sevmiyormuşuz gibi, sırf ahlâki bir görev duygusuyla, insanca bir ihtiyaçla telafi etme isteğinden kaynaklanan hareketlerimizden pek de fazla yer tutmaz.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 263

    tuzlu bir sıvı olan kanımızın, doğanın ilk güçlerinden olan deniz suyunun içimizdeki bir devamı olduğu ileri sürülür. ben aynı şekilde celeste'in, yalnız öfkeli anlarında değil, durgunluk anlarında da, memleketindeki ırmakların ritmini koruduğunu zannediyorum.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 267

    ama sevdiğimiz kişinin söylediği bir söz, saflığını uzun süre koruyamaz, bozulur, çürür.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 276

    belli bir yaştan sonra, benliğimizde farklı gelişimler olsa da, kendimize daha çok benzedikçe, ailevi özellikler de iyice belirginleşir. çünkü tabiat, dokuduğu halının deseninde uyumu gözetmekle birlikte, nakşettiği figürlerin farklılığı sayesinde bütünün tekdüzeliğini kırar.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 289

    aslında brichot'nun görüşünü yavaş yavaş bozan hastalık, görme duyusunun güzelliklerini göstermişti kendisine; aynı şekilde, çoğu kez bir nesneye bakmamız, onu özlememiz, takdir etmemiz için, ondan ayrılmaya karar vermemiz, örneğin hediye etmemiz gerekir.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 299

    bazen bir insanı tekrar bulduğumuz olur, ama zamanı ortadan kaldıramayız. bütün bunlar, bir kış gecesi gibi hüzünlü ve beklenmedik bir güne kadar sürer; o gün geldiğinde, o kızı da, bir başkasını da aramayız artık, hatta bulsak korkarız. çünkü artık ne hoşa gidecek kadar cazibe buluruz kendimizde, ne de sevecek güç. kelimenin gerçek anlamında iktidarsız olduğumuzdan değil katiyen. iş sevmeye gelince, her zamankinden fazla sevebilecek durumdayızdır. ama bunun, kalan azıcık gücümüz için fazlasıyla büyük bir teşebbüs olacağını hissederiz. ölüm şimdiden, evden dışarı çıkamadığımız, hatta konuşamadığımız aralıklar getirmiştir hayatımıza. doğru basamağa adım atmak, tehlikeli bir atlayışı gerçekleştirmek kadar büyük bir başarıdır. yüzümüz ve sarı saçlarımız, delikanlılığımızdakinden farksız olsa bile, sevdiğimiz bir genç kızın bizi bu durumda görmesi ne demektir! artık gençliğin hareket hızına yetişmenin yorgunluğuna katlanamayız. ne yazık ki, tensel istek, yok olacağına iki kat artar. onu tatmin etmek için, hoşuna gitmek gibi bir derdimizin olmayacağı, yatağımızı bir tek gece paylaşacak, bir daha da görmeyeceğimiz bir kadını çağırtırız.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 346

    ama annem, mutluluğum konusunda bir karar vermeyi benim omuzlarıma yükleyen bu sözlerle, beni bir kararsızlığa itmişti; bu ruh halini daha önceden tanıyordum: babam phaidra'ya gitmeme ve bilhassa edebiyatçı olmama izin verdiğinde, birdenbire fazlasıyla ağır bir sorumluluk, babamı üzme korkusu duymuş, geleceği günü gününe bizden gizleyen emirlere artık itaat etmez olduğumuzda, hayatı, her birimize bahşedilmiş olan tek hayatı, nihayet bir yetişkin olarak gerçekten yaşamaya başladığımızı anladığımızda içimizi kaplayan hüzne kapılmıştım.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 419

    mesafe denilen şey, uzayın zamana oranından başka bir şey değildir ve zamanla birlikte değişir. bir yere gitmenin zorluğunu, bu zorluk azaldığı anda geçerliliğini kaybeden bir miller, kilometreler sistemiyle ifade ederiz. sanat da bundan etkilenerek değişir, çünkü iki ayrı dünyaya aitmiş gibi görünen iki köy, boyutları değişen bir manzarada, birbirlerine komşu olurlar.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 442

    onu her gün görmekten vazgeçebilirdim; kendisinden ayrılmak üzereyken mutluydum, bu mutluluğun yatıştırıcı etkisinin günlerce uzayabileceğini hissederdim. ama o esnada, albertine'in benden ayrılırken teyzesine ya da bir kız arkadaşına, "tamam, yarın sekiz buçukta. geç kalmamalıyız, onlar sekizi çeyrek geçe hazır olacaklar," dediğini duyardım. sevdiğimiz bir kadının konuşması, tehlikeli bir yeraltı suyunu örten toprağa benzer; kelimelerin ardında her an, görünmez bir tabakanın varlığını, içe işleyen soğukluğunu hissederiz; yer yer sinsi sızıntısını fark ederiz, ama kendisi hep gizli kalır. albertine'in cümlesini duyduğum anda, huzurum kaçardı. yanımda üstü kapalı sözlerle bahsedilen bu esrarengiz sekiz buçuk randevusuna gitmesini engellemek için, kendisiyle ertesi sabah görüşmek istediğimi söylemek geçerdi içimden. söylesem, ilk birkaç defasında, planlarından vazgeçeceğine üzülmekle birlikte, muhtemelen isteğime boyun eğerdi; sonra planlarını sürekli altüst etme ihtiyacımı keşfederdi; kendisinden her şey saklanılan kişi olurdum gözünde.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 443

    senin eğlenmen beni çok mutlu etti, onunla bir defa daha görüşme demiyorum, ama birinizi diğerinden ayrı görmek de imkânsız olmasın." albertine'le hayatım, büyük hazlardan –en azından bilincine varılan büyük hazlardan– yoksun, çok yakında değiştirmeyi düşündüğüm, sadece sakin bir ânı kolladığım bu hayat, annemin sözleriyle ansızın tehdit altında kalınca, bir süreliğine gerekli, zorunlu oldu benim için.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 443

    senin eğlenmen beni çok mutlu etti, onunla bir defa daha görüşme demiyorum, ama birinizi diğerinden ayrı görmek de imkânsız olmasın." albertine'le hayatım, büyük hazlardan –en azından bilincine varılan büyük hazlardan– yoksun, çok yakında değiştirmeyi düşündüğüm, sadece sakin bir ânı kolladığım bu hayat, annemin sözleriyle ansızın tehdit altında kalınca, bir süreliğine gerekli, zorunlu oldu benim için. anneme, sözlerinin, gerektirdikleri kararı belki de iki ay geciktireceğini, oysa bu sözler sarf edilmemiş olsa, bu kararın hafta sonundan önce verilmiş olacağını söyledim.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 458

    sırf para uğruna, hiçbir vicdan azabı duymadan –belki aşırı sinirsel heyecana varabilecek, ama katiyen vicdan azabı diye adlandırılamayacak tuhaf bir hoşnutsuzlukla– her şeyi yapabilecek, çıkarı için bütün bir aileyi kedere, hatta mateme sürükleyebilecek olan, parayı her şeyin, iyilik bir yana, en doğal, en basit insanca duyguların üstünde tutan bu delikanlı, konservatuardan birincilikle diploma almayı ve flüt ya da kontrpuan sınıfında, hakkında tatsız bir şey söylenmesine sebebiyet vermemeyi, paradan daha çok önemsiyordu. bu yüzden de, kendisini en çok sinirlendiren, en karamsar ruh hallerine yol açan, yok yere keyfini kaçıran şey, (muhtemelen kötü niyetle yüz yüze geldiği birkaç özel durumu genelleştirerek) evrensel kalleşlik diye adlandırdığı şeydi. asla
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 465

    "non sine labore,"
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 467

    albertine'den çekinmesine gerek yoktu, çünkü albertine, varlığıyla konuşmanın serbestliğini sınırlamak istemeyen bir genç kıza yakışan zarafetle, daima hanımların yanına gidiyordu. bense, aynı vagonda kalması şartıyla, albertine'in yanımda olmamasına kolaylıkla katlanıyordum. çünkü artık kendisini kıskanmadığım ve ona âşık da olmadığım, kendisini görmediğim günlerde ne yaptığını düşünmediğim halde, ben yanındayken, aramızda, icabında bir ihaneti gizleyebilecek basit bir bölmenin bulunmasına bile tahammülüm yoktu; albertine hanımlarla birlikte yandaki vagona gittiğinde, kısa bir süre sonra yerimde duramaz oluyor, o sırada konuşan ve kaçışımın sebebini açıklayamayacağım kişi ister brichot olsun, ister cottard veya charlus, kendisini gücendirmeyi göze alarak yerimden kalkıp onları bırakıyor, olağandışı bir şey. olup olmadığına bakmak için yan vagona geçiyordum.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 472

    katı insanların, istenmeyen zayıf insanlar olmalarının ve sıradan insanın zayıflık zannettiği yumuşaklığa, sadece istenip istenmediklerine aldırmayan güçlü insanların sahip olmasının –doğal olarak istisnaları bulunan– bir insanlık kuralı olduğunu anlamak için, en dürüst, en taviz vermez, en yanına yaklaşılmaz siyaset adamını iktidara geldikten sonra; aynı siyasetçiyi, gözden düştüğünde, herhangi bir gazeteciden, pırıl pırıl bir sevdalı tebessümüyle, çekinerek, horgörülü bir selam dilenirken; (yeni hastalarının taş gibi bir adam olarak gördükleri) cottard'ın nasıl yükselip ayağa kalktığını görmüş olmak ve prenses şerbatof'un görünürdeki kibrinin, herkesçe kabul edilen snobizm düşmanlığının, hangi sevda küskünlüklerinden, hangi snobizm başarısızlıklarından kaynaklandığını bilmek gerekir.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 475

    ama bizler, kimi kuşların yön bulma duygusundan yoksun olduğumuz kadar, görünürlük kavramından, mesafe duygusundan da yoksunuzdur, aslında bizi hiçbir zaman düşünmeyen insanların menfaatçi ilgilerini çok yakınımızda zanneder, bu sırada başka bazı insanların bir tek bizi düşündüklerini aklımızdan bile geçirmeyiz.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 497

    olacak," dedi içtenlikle, tek tek her kelimeyi vurgulayarak. "sarah bernhardt'ı yavru kartal'da izlemek nedir ki? hiçbir halt değildir. mounet-sully'yi oidipus'ta izlemek nedir? hiçbir halt. olsa olsa, nîmes amfitiyatrosu'nda, solgun bir dönüşüm niteliğine bürünebilir. ama başkomutan'ın öz torununu düelloda seyretmek gibi benzersiz bir şeyin yanında, bu nedir ki?"
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 497

    olacak," dedi içtenlikle, tek tek her kelimeyi vurgulayarak. "sarah bernhardt'ı yavru kartal'da izlemek nedir ki? hiçbir halt değildir. mounet-sully'yi oidipus'ta izlemek nedir? hiçbir halt. olsa olsa, nîmes amfitiyatrosu'nda, solgun bir dönüşüm niteliğine bürünebilir. ama başkomutan'ın öz torununu düelloda seyretmek gibi benzersiz bir şeyin yanında, bu nedir ki?" bu
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 497

    "sarah bernhardt'ı yavru kartal'da izlemek nedir ki? hiçbir halt değildir. mounet-sully'yi oidipus'ta izlemek nedir? hiçbir halt. olsa olsa, nîmes amfitiyatrosu'nda, solgun bir dönüşüm niteliğine bürünebilir. ama başkomutan'ın öz torununu düelloda seyretmek gibi benzersiz bir şeyin yanında, bu nedir ki?"
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 519

    aslında kişilik kusurları, zaman zaman ortaya çıkan zihinsel bir hastalığa benzetilebilir. müthiş bir zekâya sahip, ama sinirli kadınlarda, hatta erkeklerde bu gerçeği gözlemlememiş olan kimse var mıdır? mutlu, sakin, bulundukları ortamdan memnun olduklarında, o değerli yetenekleriyle hayranlık toplarlar; kelimenin tam anlamıyla gerçeği dile getirirler. ama bir migren, izzetinefislerine ufak bir dokunuş, her şeyi değiştirmeye yeter. o ışıl ışıl zekâ, kaba, ihtilaçlı ve dar görüşlü oluverir ve sadece öfkeli, şüpheci, cilveli, hoşa gitmemek için ne lazımsa yapan bir benliği yansıtır.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 527

    gerçek, bize söylenen şeyin kendisinden çok, bize söylenenden yola çıkan, görünmez olmasına rağmen yakaladığımız bir akıştır.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 528

    sosyalliğin sakinleştirici, uyuşturucu, sürekli hazları, hayalgücünün kaçak hazlarını bastırırdı.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 533

    seninle ilgili olarak nafile sorguya çektiler beni, kronos'un kızı hestia'nın kutsal edebi, benim dilimi bağladı." hoşnutsuzluğumu göstermek gibi bir kabalık yapmadım, ama bu edep, bana –kronos'tan çok– sizin hüküm sürdüğünüz gizli tapınak, cahil okurlar güruhunun ve gazetecilerin işgaline uğrar diye sizden söz etmekten kaçınan bir eleştirmenin edebini hatırlatıyordu; sizin değerinizde olmayan insanların arasında kaynamamanız için size nişan vermeyen bir devlet adamının edebini hatırlatıyordu; yeteneksiz bir kişi olan x'le meslektaş olma utancını size yaşatmamak için, size oy vermeyen akademi üyesinin edebini hatırlatıyordu; son olarak da, erdemli babaları öldüğünde, sessizliği ve sükûnu bozmamak, hayatın devam ettirilmesini ve zavallı ölünün etrafında bir şöhret halesi oluşturulmasını önlemek amacıyla, isminin insanlar tarafından anılmasını, mezarına dindarca taşınan çelenklere tercih edecek olan merhum hakkında bir şey yazmamamızı bizden rica eden evlatların, daha saygın, ama aynı zamanda daha gaddar edebini hatırlatıyordu.
    ==========
    sodom ve gomorra
    - sayfa 559

    az önce, albertine yanımdayken, bu kelimeleri bir an duymaz olmuştum. onu, sıkıntımı hafifletmek için, combray'de annemi öptüğüm gibi öperken, neredeyse albertine'in masumiyetine inanıyor, en azından, sürekli olarak ahlâksızlığına ilişkin keşfimi düşünmüyordum. ama şimdi, yalnızken, o kelimeler, bizimle konuşan kişi sustuğu anda duyduğumuz, kulağımızın içindeki sesler gibi, yeniden çınlıyordu.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 3

    çünkü gerçeklik, zorunlu olsa da, bir bütün olarak öngörülemez; bir başkasının hayatına ilişkin doğru bir ayrıntıyı öğrenen kişi, derhal bundan yanlış sonuçlar çıkarır ve yeni keşfettiği gerçeği, aslında onunla hiç ilgisi olmayan meselelerin açıklaması olarak görür.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 13

    peki, tıpkı sizin gibi konuşmaya, mantık yürütmeye başladığını da mı fark etmediniz? hele sizin yanınızdan yeni ayrılmışsa, benzerlik inanılmaz olurdu. sizinle görüşüp görüşmediğini söylemesine gerek kalmazdı. yanımıza geldiğinde, sizi görüp görmediği daha birinci saniyede anlaşılırdı. birbirimize bakıp gülmeye başlardık. kapkara olduğu halde kömürcü olmadığını iddia eden bir kömürcüye benzerdi. değirmencinin ne iş yaptığını söylemesi gerekmez, gözümüzle görürüz, üstü başı una bulanmıştır zaten, taşıdığı çuvalların izi vardır hâlâ üstünde. andrée de aynen öyleydi, kaşlarını sizin gibi oynatır, o uzun boynunu aynı şekilde çevirirdi, inanılmazdı, anlatmakla olmuyor. sizin odanızda duran bir kitabı aldığımda, açık havada bile okusam, odanızdan çıktığı belli oluyor, sizin o feci tütsülerinizin bir izi kalıyor üstünde. tarif edemeyeceğim, ufacık bir şey, ama aslında hoş bir şey. birisi sizden sevecenlikle söz ettiğinde, sizi methettiğinde, andrée hayranlıkla kendinden geçerdi."
    ==========
    mahpus
    - sayfa 19

    tek başıma düşüncelere daldığım zaman bulduğum bazı tesadüfler, bazen bana gerçekliğin küçük parçalarını sunuyordu; bu küçük ayrıntılar, tıpkı birer mıknatıs gibi, meçhulün bir parçasını kendilerine çekerler ve o andan itibaren, meçhul bize acı vermeye başlar.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 19

    tek başıma düşüncelere daldığım zaman bulduğum bazı tesadüfler, bazen bana gerçekliğin küçük parçalarını sunuyordu; bu küçük ayrıntılar, tıpkı birer mıknatıs gibi, meçhulün bir parçasını kendilerine çekerler ve o andan itibaren, meçhul bize acı vermeye başlar. sımsıkı kapalı bir fanusun içinde yaşasak bile, çağrışımlar, hatıralar bizi etkilemeye devam eder.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 19

    bu küçük ayrıntılar, tıpkı birer mıknatıs gibi, meçhulün bir parçasını kendilerine çekerler ve o andan itibaren, meçhul bize acı vermeye başlar. sımsıkı kapalı bir fanusun içinde yaşasak bile, çağrışımlar, hatıralar bizi etkilemeye devam eder.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 25

    albertine benim yanımda, benim desteğimle, tamamen gözetimim altında tutabileceğim hazlar yaşasa, böylece yalan korkusundan beni esirgese, onu kıskanmazdım; belki benim hiç bilmediğim, yeterince uzak bir ülkeye gitse, oradaki hayatını hayal edemeyeceğim, öğrenme imkânına ve hevesine de sahip olmayacağım için, yine kıskanmazdım onu. her iki durumda da şüphe, ya tam bir bilgi ya da tam bir cehalet tarafından, ortadan kaldırılmış olurdu.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 26

    hep şaka yollu söz ettiğimiz şeyler, genellikle aksine, canımızı sıkan şeylerdir, ama sıkıntımızı belli etmek istemeyiz ve belki de ayrıca, bu konuda şaka yaptığımızı duyan kişi doğru olmadığını düşünür diye gizli bir umut da taşırız.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 34

    zaten derinlemesine düşünmediğimiz, taklit yoluyla, çevremizdekilerin coşkusundan etkilenerek benimsediğimiz şeyleri çabuk unuturuz. çevremizdeki coşkular değiştikçe, hatıralarımız da değişir. siyasetçiler, belirli bir zamanda benimsedikleri bakış açısını diplomatlardan da çok unuturlar ve görüşlerindeki yüz seksen derecelik dönüşlerin bazıları, aşırı hırstan çok, hafıza yoksunluğundan kaynaklanır. yüksek sosyete mensuplarına gelince, onlar pek az şeyi hatırlar.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 39

    ne gariptir ki, bir alışkanlığın yerleşikliği, genellikle abesliğiyle doğru orantılıdır. çarpıcı şeyleri sürekli bir biçimde yapmayız genellikle. kendi kendini bütün zevklerden mahrum edip, kendine en büyük acıları yaşatan takıntılı kişilerin mantıksız hayatları ise, en az değişenlerdir. merak edip her on yılda bir izlesek, her defasında, zavallı hastanın, yaşayabileceği saatlerde uyuduğunu, sokaklarda bir cinayete kurban gitmekten başka yapılacak şeyin olmadığı saatlerde sokağa çıktığını, terleyip buzlu su içtiğini, nezlesinin bir türlü geçmediğini görürdük. bütün bunları temelli değiştirebilmek için, bir tek gün, biraz enerji harcamak yeterlidir. ne var ki bu tür hayatlar, genellikle enerji harcamaktan âciz insanlara özgüdür. sırf iradeyle düzeltilmesi mümkün olan bu korkunç, tekdüze yaşayışların bir başka yönü de sapıklıktır.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 56

    andrée'nin kusurları zamanla ortaya çıkmıştı, onu ilk tanıdığım zamanki kadar sevimli değildi. şimdi andrée hep hırçın bir endişeyle sarmalanmış gibiydi, albertine'le benim açımdan hoş bir şeyden bahsedecek olsam, bu endişe, denizde bir bora gibi aniden patlamaya hazırdı. ne var ki, bu, andrée'nin bana, daha sevecen birçok insandan daha iyi davranmasına, beni onlardan çok sevmesine –bunun örnekleri birçok kez karşıma çıktı– engel teşkil etmiyordu. ama eğer sebebi kendisi değilse, bizim en ufak bir mutluluğumuz, andrée'de, hızla çarpılan bir kapının sesi kadar tatsız, sinirli bir tepki uyandırıyordu. kendisinin hiç rol oynamadığı acıları kabul edebiliyordu, ama hazları kabul edemiyordu; beni hasta görünce üzülüyor, acıyordu, istesem seve seve hemşirelik yapardı bana. ama en sıradan bir tatmin belirtisi gösterdiğimde, mesela bir kitabı kapatıp mutlulukla gerinerek, "oh, çok eğlenceli bir kitaptı, harika iki saat geçirdim," dediğimde, annemin, albertine'in, saint-loup'nun sevineceği bu sözler, andrée'de adeta bir kınamaya, belki de sadece sinirsel bir rahatsızlığa yol açıyordu. benim tatminlerim, onda, gizleyemediği bir sinir yaratıyordu.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 62

    albertine'in, andrée üzerindeki etkimden de benzer biçimde söz ettiğini görmüştük. albertine ya da andrée beni seviyor muydu? peki, albertine'le andrée, kendi başlarına neydiler? ey genç kızlar, bunu bilebilmek için, sizi dondurmak gerekir, hep bir başka göründüğünüz bu sürekli sizi bekleme halinde yaşamaktan vazgeçmek, sizi sevmekten vazgeçmek gerekir; sizi sabitleştirebilmek için, o hiç bitmeyen, her defasında şaşırtıcı gelişinizi görmemek gerekir; sizi tekrar gördüğümüzde kalbimizin çarptığı, ışığın baş döndürücü hızında sizi zar zor tanıdığımız o girdapta peş peşe çakan pırıltılara benzersiniz. her biri diğerlerinden farklı ve her biri beklentilerimizi aşan birer altın damlasına benzeyen genç kızlara doğru koşmamıza yol açan cinsel çekim olmasa, belki o hızı fark etmezdik, her şey kıpırtısız görünürdü bize. bir genç kız, her defasında, bir önceki görüntüsünden o kadar farklıdır (ve onu gördüğümüz anda hem ona ilişkin hatıramızı, hem de içimizde oluşan arzuyu öylesine paramparça eder) ki, ona mal ettiğimiz sabit nitelikler aslında kurgusaldır ve anlatım kolaylığı sağlarlar sadece. güzel bir genç kızın, sevecen, şefkatli, hassas duygularla dolu olduğu söylenmiştir bize. hayal gücümüz söylenenlere harfiyen inanır; kıvır kıvır sarı saçların çevrelediği pembe, yuvarlak çehresini ilk görüşümüzde, bu fazlasıyla iffetli kız kardeşin, iffetiyle bizi kendinden soğutmasından, asla arzuladığımız sevgili olmamasından korkarız neredeyse. en azından, daha ilk saatte, bu ruh asaletine dayanarak, ona ne çok sırrımızı açar, birlikte ne planlar yaparız! ama birkaç gün sonra, ona bu kadar açıldığımıza pişman oluruz, çünkü pembe tenli genç kız, ikinci karşılaşmamızda, şehvetli bir furia gibi konuşur bizimle. yakalanan pembe ışığın, birkaç gün ışımaya devam edip sonra birbiri ardına bize sunduğu suretlerde, bu genç kızların dışındaki bir etkenin, görünümlerini değiştirmediği bile kesin değildir;
    ==========
    mahpus
    - sayfa 63

    tam biz, onun başkalarına karşı acımasızlığını hatırlayarak coşup, kendisine sevgi dolu sözler söylediğimiz sırada, bize sunduğu yeni çehre, müthiş bir hayal kırıklığı yaratır içimizde; söze başlar başlamaz, aslında utangaç bir insan olduğunu, biriyle ilk tanıştığında korkusundan mantıklı tek laf edemediğini, bizimle ancak on beş gün sonra rahat konuşabileceğini söyler. çelik pamuğa dönüşmüştür; bizim kırmaya çalışacağımız bir şey kalmamış, o, kendiliğinden yumuşamıştır. kendiliğinden yumuşamıştır ama, belki bizim yüzümüzden yumuşamıştır; bizim acımasızlığa hitaben söylediğimiz sevgi dolu sözler, onu, bir çıkar hesabı yapmamış olsa da, yumuşak olmaya sevk etmiştir belki. (bu bizi üzer, ama tam bir beceriksizlik de sayılmaz, çünkü böyle bir yumuşaklık, kırılmış olan acımasızlık karşısında duyacağımız hayranlıktan çok daha fazlasını hissettirebilir bize.) bir gün gelip de, bu ışıltılı genç kızlara bile, son derece belirgin özellikler atfetmeyeceğimizi söylemek istemiyorum, ama o gün, ancak, biz bu kızlarla artık ilgilenmediğimiz zaman, farklı bir görüntünün beklentisiyle dolu kalbimiz, onları her görüşümüzde, yepyeni bir bedenle allak bullak olmadığı zaman gelecektir. onların kıpırtısızlığı, ilgisizliğimizden ve dolayısıyla kendilerini zihnin değerlendirmesine teslim etmemizden kaynaklanacaktır. zaten zihnimiz de çok daha kesin sonuçlar çıkarmayacaktır, çünkü kızlardan birinde baskın olan belirli bir kusurun, bir diğerinde neyse ki bulunmadığını saptadıktan sonra, bu kusura karşılık, değerli bir meziyetin bulunduğunu görecektir. yani ancak biz ilgilenmekten vazgeçtiğimiz zaman işin içine giren zihnin yanlış değerlendirmesi sonucu, sabit genç kız kişilikleri çıkacaktır ortaya; bu da bize, beklentimizin baş döndürücü hızında kız arkadaşlarımızın her gün, her hafta karşımıza bambaşka şekillerde çıktığı, bu aralıksız koşuda herhangi bir sınıflandırma veya derecelendirme yapmamıza imkân tanımadığı zamanlarda, her gün gördüğümüz şaşırtıcı çehrelerden daha fazla bilgi vermeyecektir. duygularımıza gelince, tekrarı fuzuli kılacak kadar sık belirttiğimiz gibi, çoğu kez aşk, bir çağrışımdan, bir genç kızın (aksi takdirde kısa bir süre sonra tahammül edemeyeceğimiz) hayaliyle, hiç bitmeyen, nafile bir bekleyişten ve genç kızın bir randevuda bizi atlatmış olmasından ayrı düşünülemeyecek kalp çarpıntıları arasındaki çağrışımdan ibarettir. bütün bunlar, değişken genç kızlar karşısındaki hayalci delikanlılar için geçerli değildir sadece.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 80

    albertine'e, kendisiyle birlikte dışarı çıkmadığım takdirde, çalışacağıma söz verirdim. ama ertesi gün, sanki ev bizim uykuda oluşumuzdan yararlanıp mucizevi bir seyahati gerçekleştirmiş gibi, farklı bir mevsimde, başka bir iklimde uyanırdım.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 81

    örneğin, söz konusu kişi, özellikle tehlikeli koşullarda gerçekleşecek bir düelloya katılmak üzere sabah vakti evinden çıkmaktadır; o anda, belki de az sonra kaybedeceği, bir esere başlayarak veya sırf birtakım hazlar tadarak değerlendirebilecekken hiçbir bakımdan tadını çıkaramamış olduğu hayatın değerini birden anlar. "hayatta kalabilseydim," der kendi kendine, "hemen o anda çalışmaya koyulurdum ve ayrıca nasıl eğlenirdim!" hayat gerçekten de o anda daha değerli görünür gözüne, çünkü hayata, normal olarak hayattan aldığı azıcık şeyi değil, hayatın verebilecekmiş gibi göründüğü her şeyi mal eder. hayatı, deneyimlerinden de bildiği gibi, yaşadığı şekilde, yani bütün vasatlığıyla değil, görmek istediği şekilde görür. hayatı bir anda yoğun çalışmalarla, yolculuklarla, dağ yürüyüşleriyle, binbir güzellikle dolmuştur; düellonun meşum sonu yüzünden bunların hiçbirini yaşayamayabileceğini düşünür, ama daha düello söz konusu değilken, düello olmasa da sürecek olan kötü alışkanlıkları yüzünden, zaten hiçbirini yaşamadığı aklından bile geçmez. bir yara dahi almadan döner evine. fakat yine aynı engeller, hazların, gezilerin, seyahatlerin, bir an, ölüm yüzünden hepsinden temelli yoksun kalacağı korkusuna kapıldığı her şeyin önüne dikilir; oysa ölüme gerek yoktur, hayat bu görevi üstlenir. çalışmaya gelince, –istisnai koşullar, o insanda önceden var olan şeyleri, yani çalışkan insanda çalışkanlığı, tembel insanda da tembelliği arttırdığından– kendini tatilde ilan eder.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 84

    aldatıldığımız fikrini, şüphe halinde, her gün inanılmaz dozlarda yutabiliriz; oysa aynı fikrin ufacık bir miktarı, yürek parçalayıcı bir sözle kanımıza zerk edildiği takdirde ölümcül olabilir. işte bu yüzdendir ki, aynı kıskanç kişi, korunma içgüdüsünün türevi sayılabilecek bir güdüyle, kendisine sunulan kanıtlar karşısında gerçeği inkâr edebilme şartıyla, masum olaylara ilişkin korkunç şüpheler geliştirmekte hiç tereddüt etmez. zaten aşk, tedavisi olmayan bir hastalıktır; romatizmanın, ancak yerini sara nöbetini andıran migren nöbetlerine bırakmak üzere hafiflediği kimi kronik hastalık eğilimlerine benzer.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 85

    kıskançlık, bir türlü bitmez, çünkü sevilen kişi, örneğin ölü olduğu için, artık eylemleriyle kıskançlığı harekete geçiremese bile, kimi hatıralar, bütün olaylar olup bittikten sonra, hafızamızda kendileri de birer olay gibi hareket ederler; o âna kadar aydınlığa kavuşturmamış olduğumuz, bize önemsiz görünmüş hatıralar, sırf onları düşünmemizle, herhangi bir dış unsur olmadan, yepyeni, korkunç bir anlam kazanırlar.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 85

    kıskançlık, bir türlü bitmez, çünkü sevilen kişi, örneğin ölü olduğu için, artık eylemleriyle kıskançlığı harekete geçiremese bile, kimi hatıralar, bütün olaylar olup bittikten sonra, hafızamızda kendileri de birer olay gibi hareket ederler; o âna kadar aydınlığa kavuşturmamış olduğumuz, bize önemsiz görünmüş hatıralar, sırf onları düşünmemizle, herhangi bir dış unsur olmadan, yepyeni, korkunç bir anlam kazanırlar. iki kişi olmaya gerek yoktur; sevgiliniz ölmüş bile olsa, yeni ihanetlerinin ortaya çıkması için, odanızda tek başınıza düşünmeniz yeterlidir. dolayısıyla, aşkta, günlük hayattaki gibi yalnızca gelecekten değil, geçmişten bile korkmamız gerekir; bu geçmiş, bizim için çoğunlukla gelecekten sonra gerçekleşir, üstelik sadece sonradan öğrendiğimiz geçmişten değil, uzun süredir içimizde barındırdığımız ve ansızın söktüğümüz, okuyabildiğimiz geçmişten de söz ediyorum.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 92

    bize mektup yazacağına söz vermiş, biz de sakinleşmişizdir, artık onu sevmiyoruzdur: mektup gelmez, bir haberci görünmez, ne olduğunu merak ederiz, yürek darlığı ve aşk, yeniden doğar. ne yazık ki, bizde bir aşk uyandıranlar, özellikle bu tür insanlardır. çünkü onlar yüzünden yaşadığımız her yeni kaygı, gözümüzde onların kişiliğinden bir şeyleri götürür. aşkımızın kendi dışımızda olduğunu zannederek acı çekmeye razı olmuşuzdur; sonra aşkımızın, kederimizin bir sonucu, belki de ta kendisi olduğunu, aşkımızın nesnesinin de, ancak çok küçük bir ölçüde, siyah saçlı genç kız olduğunu fark ederiz. ne var ki, özellikle bu tür insanlar aşkı ilham ederler. çoğunlukla, aşkın nesnesinin bir beden olabilmesi için, o bedenin, bir heyecanı, onu kaybetme korkusunu, tekrar bulmanın belirsizliğini içinde barındırması gerekir. bu tür kaygılar ise, bedenlerle yakın bir ilişki içindedir. bu kaygı, bedene, güzelliği de aşan bir nitelik kazandırır; işte bu yüzden, en güzel kadınlara kayıtsız kalan bir erkeğin, bize çirkin görünen bir kadını tutkuyla sevdiğine şahit oluruz. bizim endişemizle birlikte kendi mizaçları, bu insanlara, bu kaçak insanlara kanatlar takar. yanımızda oldukları zaman bile, bakışları uçup gideceklerini söyler adeta. kanatların eklediği, bu güzelliği aşan güzelliğin kanıtı, çoğunlukla aynı insanın bizim gözümüze kâh kanatlı, kâh kanatsız görünmesidir. onu kaybetmekten korktuğumuz an, diğer bütün insanları unutuveririz. onu elimizde tutabileceğimizden eminsek, hiç vakit geçirmeden kendisine tercih ettiğimiz diğerleriyle arasında karşılaştırmalar yaparız. bu telaş ve güven, bir haftadan diğerine değişebildiğinden, karşımızdaki kişi bir hafta, hoşa giden her şeyin kendisi için feda edildiğine, ertesi hafta ise kendisinin feda edildiğine tanık olabilir ve bu böylece uzun müddet devam edebilir. bu durumu anlaşılabilir kılan şey, her erkeğin, hayatında en az bir kere aşkının bitişini yaşayarak, bir kadını unutarak edindiği tecrübe sayesinde, bir insanın, bizim duygularımıza artık veya henüz açık değilken, kendi başına ne kadar değersiz olduğunu bilmemizdir. gayet tabii kaçak insanlar tanımlaması, asla sahip olamayacağımızı zannettiğimiz hapisteki insanlar, esir kadınlar için de aynı derecede geçerlidir. işte bu yüzden, erkekler, kaçışı kolaylaştıran ve kışkırtıcılığı ortaya döken muhabbet tellallarından nefret ederler, ama aksine, bir yere hapsedilmiş bir kadın seviyorlarsa, onu hapishanesinden çıkarıp kendilerine getirsin diye muhabbet tellallarının peşine düşerler. kaçırdığımız bir kadınla girilen ilişkinin, diğerleri kadar kalıcı olmadığı söylenebilirse, bunun sebebi, aşkımızın, söz konusu kadını elde edemeyeceğimiz korkusundan ve elimizden kaçacağı endişesinden ibaret olmasıdır; bu tür bir kadın bir kez kocasından kaçırıldı mı, tiyatro sahnesinden koparıldı mı, bizi terk etme eğiliminden kurtarıldı mı, kısacası, ona ilişkin duygumuz ne olursa olsun, bu duyguyla bağlantısı kesildi mi, sadece kendisi, yani neredeyse bir hiçlik kalır geriye ve onca zaman göz dikilen kadın, çok geçmeden, kendisi tarafından terk edilmekten öylesine korkan erkek tarafından terk edilir.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 94

    muhtemelen en önemsiz olan şeyler, sevdiğimiz (veya tek eksiği olan bu ikiyüzlülük tamamlandığı an seveceğimiz) kişi tarafından gizlendiğinde, ansızın nasıl da olağanüstü bir değer kazanır! kendi başına ıstırap, bize acı çektiren kişiye yönelik bir aşk veya nefret uyandırmayabilir içimizde; canımızı acıtan cerraha karşı ilgisiz kalırız örneğin. oysa bir süre boyunca bize onun her şeyi olduğumuzu söyleyen bir kadın, o bizim her şeyimiz olmadığı halde, görmekten, öpmekten, kucağımıza oturtmaktan hoşlandığımız bir kadın, aniden bize dirense, ona tamamen sahip olmadığımıza şaşar kalırız. o anda hissettiğimiz hayal kırıklığı, bazen eski bir yürek daralmasının unutulmuş hatırasını canlandırır içimizde; oysa bu yürek daralmasına o kadının değil, ihanetleri geçmişimizde art arda dizilen başka kadınların sebep olduğunu biliriz. aşka sadece yalanın yol açtığı ve aşkın, bize acı çektiren kişi tarafından ıstırabımızın dindirilmesine duyduğumuz ihtiyaçtan ibaret olduğu bir dünyada, yaşamayı isteme cesaretini nasıl bulabiliriz, ölümden korunmak için gerekli herhangi bir hareketi nasıl yapabiliriz ki? bu yalanı ve direnmeyi keşfettiğimiz an hissettiğimiz çöküntüden kurtulmanın acıklı bir yolu, bize direnen ve yalan söyleyen kadını, ona rağmen, hayatında bizden fazla yer kapladığını hissettiğimiz insanların yardımıyla etkilemeye, kurnazca davranmaya, onu bizden nefret ettirmeye çalışmaktır. ne var ki, bu tür bir aşkın acısı, hastayı, konumunu değiştirerek bir rahatlık yanılsaması aramaya mutlaka zorlayan acılardandır. ve maalesef, bu tür hareket imkânları bol bol vardır elimizde! tek başına endişenin yarattığı bu aşkların en dehşet verici yanı da, kafesimizin içinde birtakım anlamsız sözleri durmadan evirip çevirmemizdir; üstelik, böyle bir aşkla bağlı olduğumuz kişiyi, fiziksel açıdan pek nadiren tam anlamıyla beğeniriz, çünkü o kişiyi seçen, bizim bilinçli beğenimiz değil, bir dakikalık bir yürek daralmasıdır; o dakika, her gece tekrar tekrar deneyler yapan ve sakinleştiricilere razı olan zayıf kişiliğimiz yüzünden, sonsuza dek uzar.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 96

    kıskançlığımızın talepleri ve saflığımızın körlük derecesi, sevdiğimiz kadının tahmin edebileceğinden çok daha fazlıdır. filanca erkeğin sadece bir arkadaş olduğuna dair kendiliğinden bize yemin ettiğinde, o erkeğin –hiç aklımıza gelmediği halde– arkadaşı olduğunu öğrenmek bizi allak bullak eder. o, samimiyetini kanıtlamak için, daha o gün öğleden sonra birlikte çay içtiklerini anlatırken, söylediği her sözle, görünmez olan, hayale gelmeyen şey, karşımıza şekillenir. erkeğin kendisine metresi olmasını önerdiğini itiraf eder, bizse, sevdiğimiz kadın bu teklifleri dinlediği için azap çekeriz. tekliflerini reddettiğini söyler bize. ama az sonra, anlattıklarını hatırlayınca, gerçekten reddetmiş olduğundan şüpheye düşeriz, çünkü söylediği çeşitli sözler arasında mantıksal bir bağ yoktur, oysa doğruluğun kanıtı, anlatılan olaylardın ziyade, bu zorunlu, mantıksal bağdır. üstelik, toplumun hangi tabakasından olursa olsun, her kadının yalan söylerken kullandığı o korkunç, küçümser edayla, "kesinlikle hayır dedim," demiştir bize. her şeye rağmen teklifi reddettiği için ona teşekkür etmemiz, ona iyi davranıp, gelecekte de böyle acımasızca itiraflarda bulunmaya kendisini teşvik etmemiz gerekir. olsa olsa, şöyle bir yorum yaparız: "peki ama, madem size bazı tekliflerde bulunmuştu, birlikte çay içmeyi niye kabul ettiniz?" - "bana kızıp ona kötü davrandığımı söylemesin diye." çay içmeyi reddetse, bize daha iyi davranmış olabileceğini söylemeye cesaret edemeyiz.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 97

    bir insan için servetimizi, hayatımızı feda ederiz; oysa aradan on yıl geçtiğinde, er veya geç, o insandan servetimizi de, hayatımızı da esirgeyeceğimizi gayet iyi biliriz. çünkü o zaman, o insan bizden kopmuş, tek başına olacaktır, yani bir hiç olacaktır. bizi insanlara bağlayan şey, bir gece öncesine ait hatıraların, ertesi sabaha ait beklentilerin oluşturduğu sayısız kök ve zincirdir; kopamadığımız alışkanlıkların kesintisiz örgüsüdür.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 98

    eğer albertine'i sevmiyor idiysem (bundan emin değildim), benim hayatımda bu kadar yer kaplaması olağan sayılırdı; hayatta daima sevmediklerimizle, bir kadına, bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan dayanılmaz aşkımızı öldürmek için bizimle birlikte yaşamaya mecbur ettiklerimizle bir arada yaşarız. hatta tekrar bir ayrılık söz konusu olsa, tekrar seveceğimizden korkarız. ben albertine'le ilgili olarak bu noktaya gelmemiştim henüz. yalanları ve itirafları, gerçeği aydınlatma görevini tamamlamamı gerektiriyordu. çünkü sayısız yalan söyleyen albertine, sevildiğini düşünen her insan gibi yalan söylemekle yetinmiyordu, bunun haricinde, yaradılış olarak yalancıydı ve ayrıca o kadar değişkendi ki, örneğin insanlar hakkındaki düşünceleri konusunda bana her defasında gerçeği söylese de, her defasında farklı bir şey söyleyebilirdi; itiraflarına gelince, o kadar nadirdiler ve o kadar kısa kesiliyorlardı ki, geçmişle ilgili olarak, bembeyaz, uzun boşluklar bırakıyorlardı, benim de hayatını bu uzun aralıklarda izlemem, bunu için de önce o hayatı öğrenmem gerekiyordu. şimdiki zamanla ilgili olarak ise, françoise'ın bilmecemsi sözlerini yorumlayabildiğim kadarıyla, albertine bana sadece tek tek ayrıntılarda değil, genel olarak yalan söylüyordu ve françoise'ın bilirmiş gibi göründüğü, bana söylemek istemediği, benim de sormaya cesaret edemediğim şeyi "gün gelecek", görecektim.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 109

    genellikle bize benzeyen şeyden nefret ederiz, kendi kusurlarımız, başkasında gördüğümüzde, çileden çıkarır bizi. hele kusurların safça belli edildiği yaşı geçmiş ve örneğin en kritik anlarda bile, buz gibi bir yüz ifadesi takınmayı alışkanlık haline getirmiş biri, kendinden daha genç veya daha saf, daha salak biri aynı kusurları sergilediğinde, iyice lanetler onu. bazı duyarlı insanlar, kendilerinin bastırdığı gözyaşlarını bir başkasında görmeye tahammül edemezler. ailelerde, sevgiye rağmen, hatta bazen sevgi ne kadar yoğunsa o kadar artan anlaşmazlıkların sürüp gitmesinin sebebi, bu aşırı benzerliktir.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 109

    belki bende ve benim gibi daha birçok kişide, sonradan gelişen ikinci kişilik, birincinin bir başka yüzüydü sadece; kişiliğin kendine bakan yüzü coşkulu ve duyarlı, başkalarına bakan yüzüyse bilge bir mentor'du. belki annemle babam için de, bana göre mi, kendi içlerinde mi değerlendirildiklerine bağlı olarak, aynı şey söz konusuydu. büyükannemle annemin bana karşı sertliklerinin bilinçli olduğu ve hatta zorlarına gittiği açıkça belliydi, ama babamın soğukluğu, duyarlılığının dışa dönük yüzü olamaz mıydı? belki de eskiden insanların babam hakkında söylediği, bana hem şeklen son derece beylik, hem de içerik bakımından yanlış gelen, "buz gibi görünümünün ardında, olağanüstü bir duyarlılık gizlidir; her şeyden çok da, duyarlılıktan utanma vardır onda," sözleriyle ifade edilen şey, bu çifte kişiliğin, iç dünyaya dönük yüzle sosyal ilişkiler yüzünün insani gerçeğiydi.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 111

    bazı yalancı ailelerde, görünürde belirli bir neden olmaksızın ağabeyini ziyarete gelen ve tam kapıdan çıkmak üzereyken, cümlesinin arasına bir soru sıkıştırıp cevabını bile dinlemezmiş gibi görünen kardeş, özellikle bu tavrıyla, bu sorunun cevabını öğrenmek için ziyarete gelmiş olduğunu ele verir, çünkü ağabeyi, kendisinin de sık sık takındığı o kayıtsız edayı, son dakikada, adeta parantez içinde söylenen sözleri gayet iyi bilir. aile içinde konuşmadan anlaşmayı sağlayan o örtük dile alışkın hastalıklı aileler, akraba duyarlılıklar, kardeş mizaçlar da vardır. sinirli bir mizaca sahip biri kadar sinir bozucu olabilecek kimse var mıdır? ayrıca, benim bu durumlarda benimsediğim davranışın daha genel, daha derin bir sebebi vardı belki. sevdiğimiz birinden nefret ettiğimiz o kısacık, ama kaçınılmaz anlarda –sevmediğimiz kişilerle ilgili olarak bazen bu anlar ömür boyu sürer– karşımızdaki bize acımasın diye, iyi yürekli görünmek istemeyiz, aksine, mümkün olduğunca fesat ve mutlu görünmek isteriz, mutluluğumuz gerçekten nefret uyandırsın, tesadüfi ya da sürekli düşmanımızın ruhunun yaralasın isteriz. kim bilir kaç kişinin yanında, sırf "başarılarım" onlara ahlâksızlık gibi görünsün, onları iyice öfkelendirsin diye, kendime iftira etmişimdir! aslında bu yolun tam tersini izlememiz, iyi duygularımızı titizlikle gizleyeceğimize, onları övünmeden göstermemiz gerekirdi. hayatta hiç nefret etmeyip hep sevebilsek, bu çok kolay olurdu. çünkü o zaman, sırf başkalarını mutlu edebilecek, duygulandırabilecek, bizi onlara sevdirebilecek sözler söylemek, bize mutluluk verirdi.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 145

    zaten aşk konusundaki meraklarımızın kuralını bir formülle ifade etmek istersek, gördüğümüz kadınla yanına yaklaşıp okşadığımız kadın arasındaki mesafenin büyüklüğüyle orantı kurmamız gerekir. genelevlerdeki kadınların, yosmaların (yosma olduklarını bilmemiz koşuluyla) bizi pek az cezbetmelerinin sebebi, başka kadınlardan çirkin olmaları değil, hazır bekliyor olmaları, bizim ulaşmaya çalıştığımız şeyi bize baştan sunmaları, tavlanmış kadınlar olmamalarıdır. bu durumda, gördüğümüz kadınla okşadığımız kadın arasındaki mesafe asgaridir. bir fahişe, daha bizi sokakta gördüğü anda, tıpkı yanımızda gülümseyeceği gibi gülümser. hepimiz birer heykeltıraşızdır. bir kadının, bize sunduğu heykelden tamamen farklı bir heykelini elde etmek isteriz. deniz kenarında kayıtsız, küstah bir genç kız; tezgâhının başında çalışan, ciddi, sırf arkadaşlarının alaylarına maruz kalmamak için de olsa, bize sert cevap veren bir tezgâhtar kız; neredeyse cevap bile vermeyen bir meyveci kız görürüz. gördüğümüz andan itibaren de, deniz kenarındaki kibirli genç kızın, elalem ne der takıntılı tezgâhtarın, dalgın meyveci kızın katı tutumlarını, ustalıklı oyunlarımız sonucu yumuşatmaya, meyve taşıyan kollarını boynumuza dolamaya, o âna kadar soğuk soğuk ya da dalgın dalgın bakan gözlerini –arkadaşlarının dedikodularına hedef olma korkusuyla iş saatlerinde ciddi ciddi bakan, bizim ısrarlı bakışlarımızdan kaçan, ama sonra, baş başa kaldığımızda, biz sevişmekten söz edince aydınlık bir tebessümle kısılan o güzel gözlerini– uysal bir tebessümle dudaklarımıza yaklaştırmaya razı olup olmayacaklarını deneyinceye kadar rahat edemeyiz.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 145

    zaten aşk konusundaki meraklarımızın kuralını bir formülle ifade etmek istersek, gördüğümüz kadınla yanına yaklaşıp okşadığımız kadın arasındaki mesafenin büyüklüğüyle orantı kurmamız gerekir. genelevlerdeki kadınların, yosmaların (yosma olduklarını bilmemiz koşuluyla) bizi pek az cezbetmelerinin sebebi, başka kadınlardan çirkin olmaları değil, hazır bekliyor olmaları, bizim ulaşmaya çalıştığımız şeyi bize baştan sunmaları, tavlanmış kadınlar olmamalarıdır. bu durumda, gördüğümüz kadınla okşadığımız kadın arasındaki mesafe asgaridir. bir fahişe, daha bizi sokakta gördüğü anda, tıpkı yanımızda gülümseyeceği gibi gülümser. hepimiz birer heykeltıraşızdır. bir kadının, bize sunduğu heykelden tamamen farklı bir heykelini elde etmek isteriz. deniz kenarında kayıtsız, küstah bir genç kız; tezgâhının başında çalışan, ciddi, sırf arkadaşlarının alaylarına maruz kalmamak için de olsa, bize sert cevap veren bir tezgâhtar kız; neredeyse cevap bile vermeyen bir meyveci kız görürüz. gördüğümüz andan itibaren de, deniz kenarındaki kibirli genç kızın, elalem ne der takıntılı tezgâhtarın, dalgın meyveci kızın katı tutumlarını, ustalıklı oyunlarımız sonucu yumuşatmaya, meyve taşıyan kollarını boynumuza dolamaya, o âna kadar soğuk soğuk ya da dalgın dalgın bakan gözlerini –arkadaşlarının dedikodularına hedef olma korkusuyla iş saatlerinde ciddi ciddi bakan, bizim ısrarlı bakışlarımızdan kaçan, ama sonra, baş başa kaldığımızda, biz sevişmekten söz edince aydınlık bir tebessümle kısılan o güzel gözlerini– uysal bir tebessümle dudaklarımıza yaklaştırmaya razı olup olmayacaklarını deneyinceye kadar rahat edemeyiz. tezgâhtar kızla, dikkatini ütüsüne vermiş çamaşırcı kızla, meyveci kızla, sütçü kızla, bizim metresimiz olacak aynı kız arasındaki mesafe, azami düzeydedir; artık her gece dudaklar öpüşmeye hazırlanırken boynumuza dolanan o uysal kollara çalışma saatlerinde bambaşka kıvrımlar çizdiren, mesleğin alışılmış hareketleri, aradaki mesafeyi en uç sınırlarına kadar uzatıp çeşitlendirir. bu yüzden de bütün ömrümüz, meslekleri sebebiyle bize uzak görünen ciddi kızların peşinde, endişe içinde koşmakla geçer. kollarımızın arasında oldukları an, artık bir başkasıdırlar, aşmayı hayal ettiğimiz mesafe aşılmıştır. ama onun peşinden, bir başka kadınla yeni baştan başlarız, bu uğurda bütün zamanımızı, bütün paramızı, bütün gücümüzü harcarız, ilk randevumuzu kaçırmamıza yol açabilecek, fazlasıyla yavaş ilerleyen arabacıya diş bileriz, heyecandan ateşimiz çıkar. oysa bu ilk randevunun bir hayali yıkacağını biliriz. ama önemli değildir, hayal var olduğu sürece, onu gerçeğe dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi görmek isteriz ve soğukluğuyla dikkatimizi çekmiş olan çamaşırcı kızı düşünürüz. aşkta merak, tıpkı yer isimlerinin bizde uyandırdığı merak gibi, her seferinde hayal kırıklığıyla
    ==========
    mahpus
    - sayfa 145

    zaten aşk konusundaki meraklarımızın kuralını bir formülle ifade etmek istersek, gördüğümüz kadınla yanına yaklaşıp okşadığımız kadın arasındaki mesafenin büyüklüğüyle orantı kurmamız gerekir. genelevlerdeki kadınların, yosmaların (yosma olduklarını bilmemiz koşuluyla) bizi pek az cezbetmelerinin sebebi, başka kadınlardan çirkin olmaları değil, hazır bekliyor olmaları, bizim ulaşmaya çalıştığımız şeyi bize baştan sunmaları, tavlanmış kadınlar olmamalarıdır. bu durumda, gördüğümüz kadınla okşadığımız kadın arasındaki mesafe asgaridir. bir fahişe, daha bizi sokakta gördüğü anda, tıpkı yanımızda gülümseyeceği gibi gülümser. hepimiz birer heykeltıraşızdır. bir kadının, bize sunduğu heykelden tamamen farklı bir heykelini elde etmek isteriz. deniz kenarında kayıtsız, küstah bir genç kız; tezgâhının başında çalışan, ciddi, sırf arkadaşlarının alaylarına maruz kalmamak için de olsa, bize sert cevap veren bir tezgâhtar kız; neredeyse cevap bile vermeyen bir meyveci kız görürüz. gördüğümüz andan itibaren de, deniz kenarındaki kibirli genç kızın, elalem ne der takıntılı tezgâhtarın, dalgın meyveci kızın katı tutumlarını, ustalıklı oyunlarımız sonucu yumuşatmaya, meyve taşıyan kollarını boynumuza dolamaya, o âna kadar soğuk soğuk ya da dalgın dalgın bakan gözlerini –arkadaşlarının dedikodularına hedef olma korkusuyla iş saatlerinde ciddi ciddi bakan, bizim ısrarlı bakışlarımızdan kaçan, ama sonra, baş başa kaldığımızda, biz sevişmekten söz edince aydınlık bir tebessümle kısılan o güzel gözlerini– uysal bir tebessümle dudaklarımıza yaklaştırmaya razı olup olmayacaklarını deneyinceye kadar rahat edemeyiz. tezgâhtar kızla, dikkatini ütüsüne vermiş çamaşırcı kızla, meyveci kızla, sütçü kızla, bizim metresimiz olacak aynı kız arasındaki mesafe, azami düzeydedir; artık her gece dudaklar öpüşmeye hazırlanırken boynumuza dolanan o uysal kollara çalışma saatlerinde bambaşka kıvrımlar çizdiren, mesleğin alışılmış hareketleri, aradaki mesafeyi en uç sınırlarına kadar uzatıp çeşitlendirir. bu yüzden de bütün ömrümüz, meslekleri sebebiyle bize uzak görünen ciddi kızların peşinde, endişe içinde koşmakla geçer. kollarımızın arasında oldukları an, artık bir başkasıdırlar, aşmayı hayal ettiğimiz mesafe aşılmıştır. ama onun peşinden, bir başka kadınla yeni baştan başlarız, bu uğurda bütün zamanımızı, bütün paramızı, bütün gücümüzü harcarız, ilk randevumuzu kaçırmamıza yol açabilecek, fazlasıyla yavaş ilerleyen arabacıya diş bileriz, heyecandan ateşimiz çıkar. oysa bu ilk randevunun bir hayali yıkacağını biliriz. ama önemli değildir, hayal var olduğu sürece, onu gerçeğe dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi görmek isteriz ve soğukluğuyla dikkatimizi çekmiş olan çamaşırcı kızı düşünürüz. aşkta merak, tıpkı yer isimlerinin bizde uyandırdığı merak gibi, her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanır, yeniden ortaya çıkar ve asla giderilemez.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 150

    çünkü hafıza, hayatımızdaki çeşitli olayların, her an gözümüzün önünde bulunan bir kopyasına değil de, bir hiçliğe benzer daha çok; ara sıra, şimdiki anda yaşanan bir benzerlik, canlandırdığı bazı ölü hatıraları bu hiçlikten çekip çıkarmamızı sağlar; bununla birlikte, hafızanın ihtimalleri arasına katılmamış yüzlerce küçük olay vardır ve bizim açımızdan, doğrulanmaları ebediyen imkânsızdır. sevdiğimiz
    ==========
    mahpus
    - sayfa 150

    çünkü hafıza, hayatımızdaki çeşitli olayların, her an gözümüzün önünde bulunan bir kopyasına değil de, bir hiçliğe benzer daha çok; ara sıra, şimdiki anda yaşanan bir benzerlik, canlandırdığı bazı ölü hatıraları bu hiçlikten çekip çıkarmamızı sağlar; bununla birlikte, hafızanın ihtimalleri arasına katılmamış yüzlerce küçük olay vardır ve bizim açımızdan, doğrulanmaları ebediyen imkânsızdır.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 151

    belki zihin aradığını bulamadığında tembelleşip bir mola verdiği için ve –bazen, korkudan donmuş ya da büyülenmiş bir halde hiç hareket etmeden bakan, avlanmış bir hayvanın kıpırtısızlığından daha verimli olmayan– bu mola süresince, en ilgisiz şeyler, tıpkı tren kırın ortasında durunca vagon penceresinden gördüğümüz, yamaçta rüzgârla titreşen otların ucu gibi bir netlik kazandığı için, belki de bedenimi –ve onunla birlikte, şu veya bu kişiyle mücadele yöntemlerini de içeren aklımı–, sadece albertine'i léa'dan ve arkadaşlarından ayıracak olan kurşunun çıkacağı bir silah olarak hazır tuttuğum için, ilk birkaç dakika boyunca, ellerimi açıp incelemekle, parmaklarımı çıtlatmakla yetindim.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 154

    albertine de herkes gibi, ruhunu ele vermek istemezdi.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 155

    léa oraya gitmesin diye ona istediği meblağı vermeye hazırdım. insanın tercihini kanıtlayan şey, inandığı fikirden çok gerçekleştirdiği eylemse eğer, albertine'i seviyordum. ne var ki ıstırabımın canlanması, içimdeki albertine görüntüsüne bir belirginlik kazandırmıyordu. albertine, görünmezliğini koruyan bir tanrıça gibi acı çektiriyordu bana. tahmin üzerine tahmin yürütüp ıstırabıma son vermeye çalışıyor, ama yine aşkımı gerçekleştiremiyordum.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 157

    sevgilimizin bir yalanının başlangıcı, ne yazık ki kendi aşkımızın veya bir yönelimin başlangıcına benzer. bu başlangıçlar biz fark etmeden oluşur, kümelenir ve geçip gider. bir kadını sevmeye nasıl başladığımızı hatırlamak istediğimizde, zaten ona âşığızdır; âşık olmadan önceki tahayyüllerimiz sırasında, "bu bir aşk başlangıcı, aman dikkat!" diye düşünmeyiz; tahayyüller, biz pek de farkına varmadan, birer sürpriz olarak gelişir.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 175

    meçhul hayattan oluşan genç terzi çıraklarıyla tanışabilirdim. gördüğümüz bütün gözlerde, bizim bilmediğimiz görüntüler, hatıralar, beklentiler ve horgörüler içeren, bütün bunlarla ayrılmaz bir bütün teşkil eden bir bakış yok mudur? yoldan geçerken gördüğümüz birinin kaşlarının çatıklığı, burun deliklerinin açıklığı, o insanın nasıl bir hayat sürdüğüne bağlı olarak, farklı bir değer kazanmayacak mıdır?
    ==========
    mahpus
    - sayfa 176

    kendi arzularımız masum, karşı tarafın arzuları ise korkunçtur. yalnız arzular konusunda değil, yalan konusunda da, bize ait olanlarla sevdiğimiz kişiye ait olanlar birbirine zıttır. örneğin, sağlıklı görünmek isteyip gündelik rahatsızlıkları belli etmemek amacıyla, kötü bir alışkanlığı gizlemek amacıyla veya başkalarını gücendirmeden tercih ettiğimiz şeye yönelmek amacıyla yalan söylemek, son derece olağan bir şeydir. yalan, hayattaki en gerekli, en çok kullanılan korunma aracıdır. yine de sevdiğimiz insanın hayatından yalanı çıkarıp atmak isteriz, her yerde yalanı kollar, yalan kokusu alır, yalandan nefret ederiz. yalan bizi allak bullak eder, ilişkiye son vermek için yeterli bir sebeptir, ardında ne büyük kabahatleri gizlediğini düşünürüz, bazen de o kadar iyi gizler ki bu kabahatleri, içimizde bir şüphe bile uyanmaz. bu ne tuhaf bir durumdur ki, evrenselliği, yaygınlığı nedeniyle başkaları için zararsız olan bir hastalık mikrobu, muafiyetini kaybetmiş olduğunu fark eden zavallı için, son derece tehlikelidir!
    ==========
    mahpus
    - sayfa 188

    metresine tutkun bir âşığın en büyük talihsizliği, o karşısında güzel bir çehre görürken, sevgilisinin gördüğü kendi çehresinin güzelleşmediğini, aksine karşısında gördüğü güzelliğin verdiği hazla çarpıldığını fark etmemesidir. hatta bu durumun yaygınlığı aşkla sınırlı değildir; her birimiz, başkalarının gördüğü kendi bedenimizi görmez, başkaları için görünmez olan, ama bizim gözümüzün önünde duran nesneyi, kendi düşüncemizi "izleriz". bazen sanatçılar bu nesneyi eserlerinde gösterir. işte bu yüzden, sanatçı, eserine hayran olan kişileri hayal kırıklığına uğratır, çünkü iç güzelliği çehresine yansıyamamıştır.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 189

    galiba tabiat, ancak oldukça kısa süreli hastalıklara yol açabiliyor. ama tıp, hastalıkları uzatma görevini üstlenmiş durumda. ilaçlar, ilaçların sağladığı hafifleme, ilaca ara verince tekrar ortaya çıkan rahatsızlık, bir hastalık görüntüsü oluşturur ve tıpkı çocukların boğmacayı atlattıktan sonra, uzun müddet, düzenli aralıklarla öksürük nöbetleri geçirmeye devam etmeleri gibi, hastanın alışkanlığı da giderek bu hastalık görüntüsünü sabitleştirir, üsluplaştırır. zamanla ilaçların etkisi azalır, miktarı artırılır, artık hiçbir yarar sağlamaz olurlar, aksine bu kalıcı rahatsızlık sayesinde zarar vermeye başlarlar. ilaçlar olmasa, tabiat, hastalığa bu kadar uzun mühlet tanımaz. tıbbın neredeyse tabiatın kuvvetine erişerek insanı yatağa çivileyebilmesi, ölüm cezası tehdidiyle bir ilacı kullanmaya insanı mecbur edebilmesi, bir mucizedir. yapay olarak aşılanan hastalık artık kök salmış, ikincil, ama gerçek bir hastalık olmuştur, aradaki tek fark, doğal hastalıkların geçmesi, tedavinin sırrını bilmeyen tıbbın yarattığı hastalıklarınsa, asla iyileşmemesidir.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 197

    evren hepimiz için gerçek, ama her birimiz için farklıdır. o anda dışarıda olsam, duyularımın tanıklığıyla albertine'in bir hanımla birlikte yürümediğini öğrenebilirdim belki. ama benim aksini öğrenmem, duyuların tanıklığıyla değil, (güvendiğimiz kişilerin sözlerinin sağlam halkalar eklediği) bir mantık zinciriyle gerçekleşmişti. duyuların tanıklığına başvurabilmem için, o sırada dışarıda olmam gerekirdi, değildim oysa. bununla birlikte, böyle bir varsayımın gerçeğe aykırı olmadığı düşünülebilir. dışarıda olsam, albertine'in yalan söylediğini öğrenecektim. ama bundan da emin olabilir miyiz? duyuların tanıklığı da, inançtan kesin bir gerçeğin doğduğu, zihinsel bir işlemdir, işitme duyusunun, françoise'da telaffuz edilen kelimeyi değil, onun doğruluğuna inandığı kelimeyi sunduğunu birçok kez gördük; bu da, françoise'ın, daha düzgün bir telaffuzdaki dolaylı düzeltmeyi işitmemesi için yeterliydi. uşağımız da françoise'dan farklı değildi. m. de charlus, o sıralarda, –giysilerini sık sık değiştirirdi– çok açık renk, binlercesi arasında derhal dikkati çekebilecek pantolonlar giyiyordu. "pisuar" kelimesini (guermantes dükü'nün, m. de rambuteau'yu müthiş kızdırarak rambuteau barakası diye adlandırdığı şeyi) "pistuvar" zanneden uşağımız, yanında bu kelime sık sık telaffuz edildiği halde, hayatında bir tek kişinin bile "pisuar" dediğini duymamıştı.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 235

    daha önce birçok şüphe kemirmişti içimi; her defasında artık sabrımızın sınırına dayandığımızı, bu kadarına tahammül edemeyeceğimizi zanneder, ama sonra bu yeni şüpheye de içimizde bir yer açarız; şüphe, hayatımızın ortasına girdiği andan itibaren öyle güçlü bir inanma arzusuyla ve unutmak için onca sebeple rekabet etmek zorunda kalır ki, kısa sürede bu şüpheye alışır, sonunda da hiç ilgilenmeyiz. şüphe, içimizde hafiflemiş bir sızı olarak, sadece bir acı tehdidi olarak barınır; arzuyla aynı niteliktedir, onun ters yüzüdür, tıpkı arzu gibi, düşüncelerimizin merkezinde yer alır ve nasıl ki arzu, sevdiğimiz kadınla ilişkili olabilecek her durumda, zihnimize kaynağı anlaşılamayan hazlar yayarsa, bu şüphe de, düşüncelerimizin en ücra köşelerine, ince bir hüzün sızdırır. ama içimize yeni, sağlam bir şüphe girdiğinde, acı tekrar canlanır. kendi kendimize, neredeyse şüphe içimize girer girmez, "hallederim, acı çekmemek için bir yöntem bulurum, doğru değildir herhalde," desek de, ilk anda, inanmış kadar acı çekmişizdir.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 266

    şimdi albertine'e olan aşkımı değil, bütün hayatımı düşünürsem diğer aşklarım da, bu muazzam aşkı, yani albertine'e olan aşkımı hazırlayan zayıf, çekingen birer deneme, birer çağrı olmuşlardı sadece.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 266

    tanıdığımız her insanın bir ikizini içimizde taşırız. ama genellikle hayal gücümüzün, hafızamızın ufkunda yer alan bu ikiz, görece dışımızda kalır; onun ne yaptığı, ne yapabileceği, tıpkı biraz uzağımıza yerleştirilmiş, sadece ağrı vermeyen görme duyularımızı harekete geçiren bir nesne gibi, bizim için bir ıstırap kaynağı değildir. bu insanların üzüntülerini zihinsel olarak algılarız, kederlerini uygun ifadelerle paylaşabilir, iyi kalpliliğimizi sergileriz ama o üzüntüyü hissetmeyiz.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 308

    hayat tecrübesi, biri benimle alay ettiğinde, ona kızmayıp sevgiyle gülümsemenin iyi bir şey olmadığını bana öğretmişti. yine de, bu izzetinefis ve hınç yoksunluğunu ifade etmemeyi öğrendiğim, hatta içimde mevcut olduğunu neredeyse kendim bile unuttuğum halde, benim içinde yaşadığım ilkel hayati ortam buydu. öfke ve fesatlık bana bambaşka bir şekilde, sinir krizleriyle gelirdi. ayrıca, adalet duygusu da hiç bilmediğim bir şeydi, o kadar ki, ahlâk duygusundan tamamen yoksundum. bütün kalbimle en zayıf ve bedbaht olanın yanındaydım.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 328

    öyle arzular vardır ki, bazen dille sınırlı oldukları halde, bir kez gelişmelerine izin verildi mi, sonuç ne olursa olsun, tatmin edilmeleri gerekir; fazlasıyla uzun süredir seyrettiğimiz çıplak bir omzu öpmemeye dayanamayız, dudaklarımız, hızla yılanın üstüne inen bir kuş gibi omza gömülür; açlıktan başımız dönerken, bir pastayı yemekten kendimizi alamayız; beklenmedik sözlerle karşımızdakinin ruhunda uyandıracağımız yoğun şaşkınlıktan, heyecandan, ıstırap veya neşeden kendimizi mahrum edemeyiz.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 366

    iki kişinin karşı karşıya geldiği her durumda aynı şey geçerlidir şüphesiz; çünkü her biri, karşısındakinin içinden geçenlerin bir kısmından habersizdir ve bildiklerini de kısmen anlayabilir ancak; ayrıca, her ikisi de, kişisel olmayan yanlarını açığa çıkarırlar; bazen daha kişisel yönlerini kendileri de çözmediklerinden önemsemezler, bazen de kendilerine bağlı olmayan, anlamsız bazı üstünlükler onlara daha önemli görünür, gururlarını okşar; öte yandan, küçümsenmemek için gerekli gördükleri bazı şeylere sahip olmadıklarından, sanki bunları önemsemiyormuş gibi yaparlar, hem de görünürde en çok aşağıladıkları, hattâ tiksindikleri şeylerdir bunlar. ama aşkta bu yanlış anlama en üst düzeydedir, çünkü (belki bir tek çocukluğumuz dışında) dış görünüşümüzle, tam olarak düşüncemizi yansıtmaya değil, arzuladığımız şeyi ele geçirmemize en uygun tavır olarak gördüğümüz tavrı yansıtmaya çalışırız;
    ==========
    mahpus
    - sayfa 366

    birbirimize sunduğumuz görüntüler, gerçeğin kendisinden oldukça farklıydı. iki kişinin karşı karşıya geldiği her durumda aynı şey geçerlidir şüphesiz; çünkü her biri, karşısındakinin içinden geçenlerin bir kısmından habersizdir ve bildiklerini de kısmen anlayabilir ancak; ayrıca, her ikisi de, kişisel olmayan yanlarını açığa çıkarırlar; bazen daha kişisel yönlerini kendileri de çözmediklerinden önemsemezler, bazen de kendilerine bağlı olmayan, anlamsız bazı üstünlükler onlara daha önemli görünür, gururlarını okşar; öte yandan, küçümsenmemek için gerekli gördükleri bazı şeylere sahip olmadıklarından, sanki bunları önemsemiyormuş gibi yaparlar, hem de görünürde en çok aşağıladıkları, hattâ tiksindikleri şeylerdir bunlar. ama aşkta bu yanlış anlama en üst düzeydedir, çünkü (belki bir tek çocukluğumuz dışında) dış görünüşümüzle, tam olarak düşüncemizi yansıtmaya değil, arzuladığımız şeyi ele geçirmemize en uygun tavır olarak gördüğümüz tavrı yansıtmaya çalışırız;
    ==========
    mahpus
    - sayfa 367

    biz, başkalarının gördüğü bedenimizi görmez, kendi düşüncemizi, başkaları için görünmez olan karşımızdaki nesneyi "izleriz" (bazen sanatçı, karşısındaki nesneyi bir resminde görünür kılar, o zaman da hayranları, sanatçının huzuruna kabul edildiklerinde, onun iç güzelliğini pek yansıtmayan çehresi karşısında, çoğu kez hayal kırıklığına uğrarlar) ; bunu bir kere fark ettikten sonra, "artık kendimizi koyvermeyiz";
    ==========
    mahpus
    - sayfa 379

    çünkü bir ayrılıkta, sevgi dolu sözleri söyleyen taraf, âşık olmayan taraftır,
    ==========
    mahpus
    - sayfa 380

    tıpkı başlangıçta kızılacak önemli bir şey olmadığı halde sinirlenen bir adamın, kendi haykırışlarıyla tamamen kendinden geçmesi, şikâyetlerinden değil de, giderek büyüyen kendi öfkesinden kaynaklanan bir şiddete kendini kaptırması gibi, ben de kederimin yokuşundan aşağı, hızlanarak yuvarlanmaktaydım, giderek daha derin bir umutsuzluğa gömülüyordum, soğuğun pençesine düştüğünü hissedip mücadele etmeye çalışmayan, hattâ titremekten neredeyse haz duyan bir adamın donukluğu içindeydim.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 387

    "aslında, sosyal yönü dikkate alındığında her şey, en sıradan gazete haberine indirgenebilir; belki dışarıdan baksam, olayı böyle göreceğim. ama ben bütün düşündüklerimin, albertine'in gözlerinde okuduklarımın, beni kıvrandıran korkuların, albertine'le ilgili olarak sürekli kendime sorduğum sorunun gerçek olduğunu, en azından gerçeğin bir parçası olduğunu gayet iyi biliyorum."
    ==========
    mahpus
    - sayfa 398

    hayatta hissettiklerimizi, düşünceler biçiminde hissetmediğimiz için, hislerin edebî, yani zihinsel çevirisi, bu hisleri anlatır, açıklar, çözümler, ama müzik gibi yeniden oluşturmaz; oysa müzikte sesler, sanki benliğimizin yönlenişlerini aynen yansıtır, duyuların o içsel uç noktasını yeniden üretir; bu nokta, ara sıra yaşadığımız özel bir sarhoşluğun kaynağıdır ve "ne güzel bir hava! ne güzel bir güneş!" dediğimizde, aynı güneş ve aynı havadan bambaşka titreşimler alan yanımızdaki kişiye bu sarhoşluğu katiyen aktarmış olmayız.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 400

    büyük edebiyatçıların daima bir tek eser verdiklerini, daha doğrusu, dünyaya getirdikleri, değişmeyen bir güzelliği değişik ortamlar aracılığıyla yansıttıklarını açıklıyordum.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 434

    söyleyeceklerimizin yarısını daima unuttuğumuz için, en basit şeyleri bile birkaç aşamada yapmanın ne kadar sıkıcı olduğunu düşündüm.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 439

    aşklarımızı çözümlemeyi becerebilseydik, çoğunlukla kadınlardan sırf rekabet etmek zorunda olduğumuz erkeklerin karşı ağırlığı yüzünden hoşlandığımızı görürdük; bu karşı ağırlık ortadan kalktığında, kadının cazibesi azalır.
    ==========
    mahpus
    - sayfa 439

    aşklarımızı çözümlemeyi becerebilseydik, çoğunlukla kadınlardan sırf rekabet etmek zorunda olduğumuz erkeklerin karşı ağırlığı yüzünden hoşlandığımızı görürdük; bu karşı ağırlık ortadan kalktığında, kadının cazibesi azalır. bunun sancılı ve ibret alınacak bir örneği, erkeklerin, kendileriyle tanışmadan önceki hayatlarında hatalar yapmış olan kadınları tercih etmeleridir, tehlikeye gömülmüş olarak gördükleri bu kadınların gönlünü, âşık oldukları süre boyunca hep yeniden fethetmek zorundadırlar; aksine, sonradan görülen ve hiç de dramatik olmayan bir başka örnek, sevdiği kadına düşkünlüğünün azaldığını gören erkeğin, çıkarmış olduğu kuralları kendiliğinden uygulaması ve kadına olan sevgisi bitmesin diye onu sürekli korumasını gerektiren, tehlikeli bir ortama sokmasıdır. (tiyatrocu olduğu için sevdiği kadının
    ==========
    mahpus
    - sayfa 439

    aşklarımızı çözümlemeyi becerebilseydik, çoğunlukla kadınlardan sırf rekabet etmek zorunda olduğumuz erkeklerin karşı ağırlığı yüzünden hoşlandığımızı görürdük; bu karşı ağırlık ortadan kalktığında, kadının cazibesi azalır. bunun sancılı ve ibret alınacak bir örneği, erkeklerin, kendileriyle tanışmadan önceki hayatlarında hatalar yapmış olan kadınları tercih etmeleridir, tehlikeye gömülmüş olarak gördükleri bu kadınların gönlünü, âşık oldukları süre boyunca hep yeniden fethetmek zorundadırlar; aksine, sonradan görülen ve hiç de dramatik olmayan bir başka örnek, sevdiği kadına düşkünlüğünün azaldığını gören erkeğin, çıkarmış olduğu kuralları kendiliğinden uygulaması ve kadına olan sevgisi bitmesin diye onu sürekli korumasını gerektiren, tehlikeli bir ortama sokmasıdır. (tiyatrocu olduğu için sevdiği kadının tiyatrodan vazgeçmesini talep eden erkek örneğinin tersi.)
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 7

    sağlıkları yerindeyken ölümü düşünen kişiler de, ölümden korkmadıklarını zannederler, aslında yaptıkları, ölümün yaklaşmasıyla değişecek olan bir sağlık halinin ortasına, tamamen olumsuz bir düşünceyi sokmaktır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 7

    hayalgücü, bilinmedik bir durumu canlandırmak için, bildik unsurlardan yararlanır ve bu yüzden de, bilinmedik durumu canlandıramaz. ama duyarlılık, en fiziksel şekliyle bile, yeni olayın uzun süre silinmeyen, özgün imzasını, çatallı bir yıldırım çizgisi misali taşır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 20

    ama tecrübe dediğimiz şey, kişiliğimizin bir özelliğinin, kendi nazarımızda açıklık kazanmasından ibarettir; bu kişilik özelliği, doğal olarak tekrar ortaya çıkar, üstelik bir kez sergilemiş olduğumuz için, daha da güçlü biçimde ortaya çıkar, ilk defasında bizi yönlendirmiş olan güdü, hatıranın çeşitli telkinleriyle pekişir. bireyler açısından (hattâ yanılgılarında ısrar eden, giderek daha ağır hatalara düşen uluslar açısından) kaçınılması en zor hırsızlık, kendinden çalmaktır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 24

    ama âşık aynı zamanda elstir gibi ressamsa, muamma çözülür, nihayet karşımızda, sıradan birinin o kadında hiç fark etmediği o dudakları, kimsenin dikkatini çekmeyen o burnu, aklımızdan geçmeyen o duruşu buluruz. portre, "benim sevdiğim, bana acı çektiren, sürekli karşımda gördüğüm, işte buydu," der.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 30

    başka sebeplere atfettiğimiz ve aslında mutlu olayların meydana geleceği yolundaki öngörümüzden, umudumuzdan kaynaklanan neşe, istediğimiz şeyin gerçekleşeceğinden şüphe duyduğumuz anda sona erer ve tekrar kedere boğuluruz. duygu dünyamızın çatısını ayakta tutan şey, daima görünmez bir inançtır, bu inanç yok olduğu anda çatı sallanmaya başlar. bizim gözümüzde insanların değerinin veya değersizliğinin, onlarla görüşmenin verdiği heyecanın veya sıkıntının, bu inançtan kaynaklandığını görmüştük. benzer biçimde, inanç, sırf biteceğinden emin olduğumuz için bir kederi azımsayıp ona tahammül etmemizi sağlayabilir veya aynı keder aniden gözümüzde o kadar büyür ki, bir insanın varlığı bizim için kendi hayatımız kadar, bazen daha bile değerli olur.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 31

    aynı anda, hiç farkında olmadan, bazı hayaller uğruna yaşadığımızı da anladım, çünkü bir kız çocuğunu asla kucağıma alamayacağımı öğrenince, hayat gözümdeki bütün değerini kaybetti; bunun da ötesinde, dünyayı çıkarın ve ölüm korkusunun yönettiğini sandığımız halde, insanların zenginliğe sırt çevirip ölümü göze almalarının ne kadar anlaşılır olduğunu da kavradım.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 32

    birkaç istisna dışında hiçbir hüküm adil değildir, hiçbir yargı da hatalı değildir; yargıcın masum bir eylem hakkında edindiği yanlış fikirle, göz ardı ettiği suçlu davranışlar arasında bir uyum vardır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 35

    arzu ilerledikçe, gerçek sahiplenme de giderek uzaklaşır. dolayısıyla, mutluluğa ya da en azından ıstırap çekmeme haline ulaşılabilse dahi, peşine düşülmesi gereken şey, arzunun tatmini değil, giderek azaltılıp nihayet yok edilmesidir. sevdiğimiz varlığı görmeye çalışırız, oysa görmemeye çalışmamız gerekir, çünkü sadece unutmak, arzuyu yok edebilir. sanırım bir yazar, bu tür gerçekleri kitap halinde yayımlayacak olsa, kitabını, yakınlaşmak istediği bir kadına, "bu kitap senindir," diyerek ithaf ederdi. böylece, kitabında gerçekleri dile getirmiş, ama ithafında yalan söylemiş olurdu; çünkü kitabın kadına ait olmasına verdiği önem, kadının kendisine hediye ettiği ve yazarın, sadece kadını sevdiği sürece değer vereceği taşın önemine eşit olacaktır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 35

    arzu ilerledikçe, gerçek sahiplenme de giderek uzaklaşır. dolayısıyla, mutluluğa ya da en azından ıstırap çekmeme haline ulaşılabilse dahi, peşine düşülmesi gereken şey, arzunun tatmini değil, giderek azaltılıp nihayet yok edilmesidir. sevdiğimiz varlığı görmeye çalışırız, oysa görmemeye çalışmamız gerekir, çünkü sadece unutmak, arzuyu yok edebilir. sanırım bir yazar, bu tür gerçekleri kitap halinde yayımlayacak olsa, kitabını, yakınlaşmak istediği bir kadına, "bu kitap senindir," diyerek ithaf ederdi. böylece, kitabında gerçekleri dile getirmiş, ama ithafında yalan söylemiş olurdu; çünkü kitabın kadına ait olmasına verdiği önem, kadının kendisine hediye ettiği ve yazarın, sadece kadını sevdiği sürece değer vereceği taşın önemine eşit olacaktır. bir insanla aramızdaki bağlar, sadece zihnimizde mevcuttur. hafıza, zayıfladıkça bu bağları gevşetir; kanmak istediğimiz ve başkalarını, aşk, dostluk, kibarlık adına, herkes ne der korkusuyla veya görev duygusuyla inandırdığımız hayale rağmen, tek başımıza var oluruz. insanoğlu, kendi dışına çıkamayan, başkalarını ancak kendi içinde tanıyabilen ve aksini iddia ettiğinde yalan söyleyen bir yaratıktır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 37

    etrafımızda olup bitenleri, arzumuza bağlı olarak değiştirebileceğimizi zannederiz; buna inanırız, çünkü bundan başka olumlu hiçbir çözüm görmeyiz. en yaygın, üstelik olumlu çözümü düşünmeyiz: olayları arzumuza bağlı olarak değiştiremeyiz, ama zamanla arzumuz değişir. tahammül edemediğimiz için değiştirmeyi umduğumuz duruma karşı kayıtsızlaşırız. aşmaya kesin kararlı olduğumuz engeli aşamayız, ama hayata kapılıp o engelin etrafından dolaşır, önüne geçeriz; o zaman dönüp uzaktaki geçmişe baktığımızda, engel o kadar görünmez olmuştur ki, zorlukla seçeriz onu.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 43

    ne var ki, psikopatoloji âleminin korkunç yasalarına göre, önemle kaçınılması gereken eylem, gaf olan eylem, aynı zamanda sakinleştirici eylemdir, sonucunu öğreninceye kadar bize yeni umut kapıları açarak, reddedilmenin verdiği dayanılmaz acıyı geçici olarak dindiren eylemdir. öyle ki, acı fazlasıyla güçlü olduğunda, gafa gözümüz kapalı dalarız; mektup yazar, birini ricacı gönderir, görüşmeye gider, sevdiğimiz kadından vazgeçemediğimizi kanıtlarız.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 46

    arzumuzun gerçekleşemeyeceğini düşündüğümüz anda, onu tekrar önemseriz; ancak gerçekleşeceğinden kesinlikle emin olduğumuz zaman, peşinden koşulmaya pek de değmediğine hükmederiz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 51

    nasıl ki, bencilliğimiz, hayatımız boyunca, benliğimiz için değerli olan hedefleri önünde görür, ama bu hedefleri sürekli gözleyen ben'i hiç algılamazsa, aynı şekilde, eylemlerimizi yöneten arzu da eylemlere eğilir, ama kendisine yönelmez; bunun nedeni, belki aşırı faydacı olup eyleme dalması ve bilgiyi küçümsemesi, belki bugünün hayal kırıklıklarını telafi etmek için geleceğe yönelmesi, belki de zihinsel tembellik yüzünden, içe bakışın dik yokuşundan yukarı çıkmaktansa, hayalgücünün yumuşak eğiminden aşağı kayıvermesidir. gerçekte, bütün hayatımızı gözden çıkarmaya hazır olduğumuz o buhranlı saatlerde, hayatımızın bağımlı olduğu kadın, bizim nazarımızda işgal ettiği yerin büyüklüğünü giderek ortaya serdikçe, dünyada altüst edilmemiş bir şey bırakmadıkça, kadının görüntüsü, tersine bir orantıyla, giderek küçülür ve sonunda görünmez olur. içimizdeki duygular aracılığıyla, her şeyde onun varlığının izlerini, yani sonucu bulur, onun kendisini, yani sebebi, hiçbir yerde bulamayız.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 61

    değiştiğim için miydi, doğal nedenlerin bir gün beni bu istisnai duruma getireceğini o sırada tahmin edemediğim için miydi bilmem, ama paris'te ona söylediğim sözleri, yani başına bir kaza gelmemesini dilediğimi yazsam, yalan olurdu. ah! albertine'in başına bir kaza gelse, hayatım, bu aralıksız kıskançlıkla, sonsuza dek zehirleneceğine, bir anda, mutluluğa değilse bile, acının dinmesiyle, huzura kavuşurdu en azından.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 70

    bir hastalık, bir düello ya da kontrolden çıkan bir at, bizi ölümle burun buruna getirecek olsa, ebediyen mahrum olacağımız hayatın, tenselliğin, yabancı ülkelerin tadını çıkaramadığımıza hayıflanırız. ama tehlike geçtikten sonra, bu hazların hiçbirinin yer almadığı durgun hayatımıza geri döneriz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 83

    çünkü bir kadın, hayatımızda bir mutluluk unsuru değil de, keder vesilesi olduğunda, bizim için daha faydalıdır ve sahip olabileceğimiz hiçbir kadın, o kadının, acı çektirmek suretiyle gözlerimizin önüne serdiği gerçekler kadar değerli değildir. böyle
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 83

    çünkü bir kadın, hayatımızda bir mutluluk unsuru değil de, keder vesilesi olduğunda, bizim için daha faydalıdır ve sahip olabileceğimiz hiçbir kadın, o kadının, acı çektirmek suretiyle gözlerimizin önüne serdiği gerçekler kadar değerli değildir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 85

    zaten bizim hatamız, sevdiğimiz kadının, ne kadar sıradan da olsa, zekâsına, tatlılığına değer vermemiz değildir. hata, başkalarının tatlılığına, zekâsına kayıtsız kalmamızdır. yalan, bizde daima uyandırması gereken öfkeyi, iyilik de minneti, ancak sevdiğimiz bir kadında gördüğümüz zaman uyandırır; tensel arzu, zekâya hak ettiği değeri vermek ve manevi hayata sağlam temeller kazandırmak gibi, olağanüstü bir güce sahiptir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 94

    hayatımızın çok erken de gelebilecek bir döneminde, bir insandan çok bir terk ediliş yüzünden âşık olmak, kaderimizde yazılıdır; bu durumda, âşık olduğumuz kişinin yüzü hafızamızda silikleşir, ruhu tamamen kaybolur, kendi tercihimiz pek yeni ve açıklamasız görünür, bildiğimiz tek şey, ıstırabımızın dinmesi için, ondan, "sizi görmeye gelebilir miyim?" mesajını almamız gerektiğidir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 94

    çünkü çoğu kez, âşık olduğumuzu anlamamız, hattâ belki âşık olmamız için, ayrılık gününün gelip çatması gerekir. tercihimizi nafile
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 94

    çünkü çoğu kez, âşık olduğumuzu anlamamız, hattâ belki âşık olmamız için, ayrılık gününün gelip çatması gerekir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 107

    nesnel bir gerçek, bir görüntü, ona yaklaşırkenki ruh halimize göre değişir. acı, gerçekliği sarhoşluk kadar çok değiştiren, güçlü bir etkendir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 107

    kıskançlığın yeteneklerinden biri de, dış gerçeklerin ve duyguların, yüzlerce tahmine açık, bilinmez şeyler olduğunu bize göstermesidir. sırf aldırmadığımız için, olayları ve insanların ne düşündüğünü tam olarak bildiğimizi zannederiz. ama kıskanan bir insanın öğrenme arzusuna kapıldığımız andan itibaren, hiçbir şeyin açıkça seçilemediği, baş döndürücü bir kaleydoskobun ortasında buluruz kendimizi.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 109

    kendi ölümümüzden sonra neler olacağını düşündüğümüzde, yanlışlıkla kendimizi yine canlı halimizle o âna aktarmaz mıyız?
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 110

    106 ve 107. sayfalar eksik.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 116

    bizim gözümüzde var olan tek şey, hissettiğimiz şeydir; onu geçmişe, geleceğe yansıtır, ölümün kurmaca engellerini tanımayız.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 118

    başka insanla ilişkilerimizde en önemli hata kaynakları, iyi kalpli olmak veya o insanı sevmektir. bir tebessüm, bir bakış, bir omuz yüzünden âşık oluruz. bu kadarı yeterlidir; sonra, umut veya hüzün dolu uzun saatler boyunca, bir insan imal eder, bir kişilik yaratırız. ve ardından, âşık olduğumuz kişiyle görüştüğümüzde, karşımıza ne kadar acımasız gerçekler çıkarsa çıksın, o bakışın, o omzun sahibinden, bu iyi yürekli mizacı, bizi seven kadın kişiliğini bir türlü ayıramayız; gençliğinden beri tanıdığımız bir insan yaşlandığında, gençliğini ondan ayıramayışımız gibi.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 123

    çünkü bir şeyin geçmişteki uzaklığı, aradan geçmiş olan günlerin gerçek mesafesinden çok, o şeye bakan hafızanın görsel gücüyle orantılıdır; örneğin bir gece önce gördüğümüz bir rüyanın hatırası, belirsizliği ve silikliği yüzünden, yıllar önceki bir olaydan daha uzak bir geçmişteymiş gibi gelebilir bize.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 132

    eski günler, yavaş yavaş, daha önceki günlerin üzerini örter, sonra da onları izleyen günlerin altına gömülürler. ama nasıl ki, dev bir kütüphanede, en eski kitapların bile, muhtemelen kimsenin arayıp sormayacağı birer nüshası bulunursa, her eski gün de, içimizde yerini almıştır. bununla birlikte, bu eski günlerden biri, sonraki dönemlerin yarısaydam katmanını delip yüzeye çıkarak benliğimize yayılacak, onu tamamen kaplayacak olursa, bir an için, isimler eski anlamlarına, insanlar eski çehrelerine kavuşur, biz de o zamanki ruhumuza kavuşuruz ve nicedir çözümsüzleşmiş, o zamanlar yüreğimizi daraltan sorunları, dayanılır hale gelmiş, kısa sürecek, belirsiz bir acıyla hissederiz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 149

    ama benim o sırada hüznümün sebebini açıkça görebildiğimi zannetmem gibi, duygularımızı ne kadar bilsek de, daha derindeki anlamlarına inemeyiz; nasıl ki hekim, hastasının anlattığı rahatsızlıkların yardımıyla daha derinde, hastanın bilmediği bir nedene ulaşırsa, aynı şekilde, duygularımız, düşüncelerimiz de bir belirti değeri taşır sadece.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 157

    fakat başyazıyı gören, hattâ okuyan kişilerin birçoğu, imzaya bakmaz. bana da bir gün önceki başyazının yazarını sorsalar, söyleyemezdim. ama bundan böyle, başyazıları da, yazarın adını da daima okumaya karar verdim; yine de, metresinin sadakatine inanabilmek için onu aldatmayan, kıskanç bir âşık gibi, gelecekteki dikkatimin, başkalarını dikkat etmeye
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 157

    fakat başyazıyı gören, hattâ okuyan kişilerin birçoğu, imzaya bakmaz. bana da bir gün önceki başyazının yazarını sorsalar, söyleyemezdim. ama bundan böyle, başyazıları da, yazarın adını da daima okumaya karar verdim; yine de, metresinin sadakatine inanabilmek için onu aldatmayan, kıskanç bir âşık gibi, gelecekteki dikkatimin, başkalarını dikkat etmeye zorlamayacağını, zorlamadığını düşündüm kederle.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 158

    neyse, yine de bazı okuyanlar olacaktı. kendimi onların yerine koyup okumaya başladım. yazıyı okuyan birçok kişinin, berbat bulacağını ne kadar bilsem de, okuduğum anda, benim her kelimede gördüğüm şey, kâğıdın üstünde mevcutmuş gibi geliyordu bana, gözlerini açan herkesin, doğrudan benim gördüğüm bu imgeleri görmeyeceğine inanamıyordum; telaffuz edilen kelimenin kendisinin telefon tellerinden geçtiğini zanneden kişilerin saflığıyla, yazarın düşüncesini, okurun doğrudan algıladığını sanıyordum, oysa okurun zihninde başka bir düşünce oluşuyordu; benim okurlardan herhangi biri olmaya çalıştığım anda, zihnim yazımı okuyanları tek tek sıradan geçiriyordu.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 159

    ben de, yazımı destekleyen on bin onayın karşısına kendime güvensizliğimi koyuyor, yazdıklarım sadece bana hitap ederken ne kadar güvensizlik duyduysam, şimdi okumaktan o kadar güç alıyor, yeteneğim konusunda umutlanıyordum. aynı dakikalarda, onca insanın üzerinde, benim düşüncemin, hattâ düşüncemi anlayamayanların üzerinde, ismimin tekrarının ve adeta şahsımın güzelleşmiş bir çağrışımının parladığını görüyordum; onların zihnini renklendiren bu şafak, o esnada bütün pencereleri pembeye boyamakta olan şafağın ışığından daha büyük bir güçle ve muzafferane bir sevinçle dolduruyordu içimi.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 162

    insan çehresine sahip kişinin çiğ aydınlığı, ismin esrarengiz ışınlarım gölgede bırakmadığı zaman içimde tekrar biçimlenirdi. o zaman, mme de guermantes'ın evini yine gerçek ötesi bir şey gibi düşünmeye başlardım; aynı şekilde, ilk hayallerimin sisli balbec'ini de, sanki o yolculuğu hiç yapmamışçasına, 13:50 trenini, hiç binmemişçesine, tekrar düşünürdüm. nasıl bazen bir sevdiğimizi, öldüğünü bir an unutarak düşünürsek, bütün bunların var olmadığım bildiğimi bir an unuturdum. düşesin sofasına adımımı atınca, gerçeklik duygusu geri geldi. ama yine de, düşesin, her şeye rağmen, benim açımdan, gerçekle hayalin asıl kesişme noktası olduğunu düşünerek teselli buldum.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 162

    asıl hata, olayları oldukları gibi, isimleri yazıldıkları gibi, insanları da, fotoğrafla psikolojinin yarattığı izlenime uygun olarak, kıpırtısızmışlar gibi tanıtmaktır. ama aslında, genellikle algıladığımız, bu değildir katiyen. dünyayı tamamen tersine görür, işitir, algılarız. bir ismi, işittiğimiz şekilde tekrarlarız, hatamızı ancak tecrübe düzeltebilir, o da her zaman olmaz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 175

    çünkü kişiliğimizi, kendi kendimize, hiç yoktan yaratmayız. annede var olan bencilliğe, babanın ailesine özgü, farklı bir bencillik eklenir; bu, her durumda bencilliğin artması, hattâ katlanması anlamına gelmez, yeni, çok daha güçlü ve korkunç bir bencillik yaratır. dünya kurulduğundan beri, bir kusurun belirli bir türüne sahip aileler, aynı kusurun başka bir türüne sahip ailelerle birleştikçe, bu evliliklerden doğan çocuklarda, kusur eksiksiz ve iyice korkunç bir hal aldığından, üst üste biriken bencilliklerin (şimdilik bu kusurla kendimizi sınırlayalım), bütün insanlığı yok edecek bir boyuta, güce ulaşması gerekirdi; ne var ki, yine aynı kusurun doğurduğu bazı doğal kısıtlamalar, kusurun makul ölçülerde kalmasını sağlar; tıpkı tekhücrelilerin, sonsuz çoğalarak gezegenimizi yok etmesini, bitkilerde tekeşeyli döllenmenin, bitkiler âlemini yok etmesini engelleyen kısıtlamalar gibi. ara sıra bir meziyet, bu bencillikle birleşerek, farklı, çıkar gütmeyen bir güç oluşturur. manevi kimyanın, nesiller boyunca aşırı korkunç hale gelen unsurları, bu şekilde sabitleyip zararsız kılmasını sağlayan sonsuz bileşim vardır ve ailelerin tarihine çok ilginç bir çeşitlilik katabilir.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 182

    dolayısıyla, muhtemelen unutuşun, sürekli aşındırmalarıyla, azar azar, gizlice hazırladığı, ama bir bütün olarak tek hamlede gerçekleşen ruh halimdeki değişiklik, o gün ilk kez yaşadığım bir boşluk duygusu yarattı; uzun zamandır yıpranmış bir beyin damarı çatlayan ve hafızasının bütün bir bölümü yok olan veya felce uğrayan bir adam gibi, çağrışımlarımın koca bir bölümünün tamamen yok olduğunu hissettim. albertine'e âşık değildim artık. olsa olsa, bazı günler, havanın, duyarlılığımı değiştirerek, uyandırarak beni gerçeklikle tekrar ilişkiye geçirdiği günler, onu düşünüp acı bir kedere gömülüyordum. artık var olmayan bir aşkın acısını çekiyordum. bir bacağı kesilmiş olan kişiler de, kimi hava değişikliklerinde, kesilmiş olan bacaklarında bir ağrı hissederler. ıstırabımın ve beraberinde sürüklediği her şeyin ortadan kaybolması, çoğu kez hayatımızda önemli bir yer tutan bir hastalığın geçmesi gibi, bir eksiklik duygusu yaratıyordu. muhtemelen, aşkın ebedi olmamasının sebebi, hatıraların doğruluğunu daima korumaması ve hayatın, hücrelerin sürekli yenilenişinden oluşmasıdır. ama hatıralarla ilgili olarak, bu yenilenme, değişmesi gereken şeyi durduran ve geçici olarak sabitleyen dikkat tarafından geciktirilir. keder de, kadınlara duyulan arzu gibi, düşündükçe arttığına göre, yapılacak çok işi olmak, hem iffetli kalmayı, hem unutmayı kolaylaştırır muhtemelen.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 185

    kaderin bizim için hazırda bulundurduğu, basiretli ve otoriter bir hekim gibi, yakarılarımıza aldırmadan, itirazlarımıza rağmen, yerinde bir müdahaleyle, gerçekten de fazlasıyla yara almış olan benliğimizin yerine koyduğu yedek benliklerden biriydi sadece. aslında bu değişim süreci, tıpkı dokuların yıpranması ve onarılması gibi, ara sıra tekrarlanır, ama biz, sadece eski benliğimizde büyük bir ıstırap mevcut olduğunda bu süreci fark ederiz; o ıstırabın, o yabancı ve yaralayıcı cismin, artık mevcut olmadığını görüp şaşırır, başka birine dönüşmemize hayret ederiz; bu yeni şahıs için, selefinin ıstırabı, başkalarının ıstırabından farksızdır, hissedilmediği için merhametle bahsedilebilen bir ıstıraptır. hattâ onca ıstırabı çekmiş olmamıza da aldırmayız, çünkü o acıları çekişimizi, sadece bulanık biçimde hatırlarız. aynı şekilde, gece gördüğümüz kâbuslar da korkunç olabilir. ama uyandığımız anda başka bir kişi oluruz ve yerini aldığımız şahsın, uyurken katillerden kaçmak zorunda kalmış olması, bizi ilgilendirmez.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 187

    ne var ki, en dalgın insanlar, bazen bize çok doğal gelen, onlarınsa merakını cezbeden, ağzımızdan çıkıveren sözlere özel bir dikkat gösterirler.)
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 200

    inanç, arzudan kaynaklanır; bunu genellikle fark etmeyiz, çünkü inançları doğuran arzuların çoğu –beni albertine'in masum olduğuna ikna eden arzunun tersine– ancak hayatımızla birlikte sona erer.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 207

    entelektüel ve duyarlı kişiler, genellikle yalana pek eğilimli değillerdir. yalan, bu tür insanları gafil avlar, çünkü çok zeki olsalar bile, ihtimaller dünyasında yaşarlar, olaylara fazla tepki göstermezler, bir kadının ne istediğini, ne yaptığını, kimi sevdiğini açıkça algılamayıp, o kadının kendilerine çektirdiği ıstıraba gömülürler; böyle bir algı, daha ziyade iradesi güçlü kişilere özgüdür, geçmişe yanmak yerine, geleceğe hazırlanmak için bu algıya ihtiyaçları vardır. dolayısıyla, bu insanlar, nasıl olduğunu tam anlayamamakla birlikte, kendilerini aldatılmış hissederler. bu açıdan bakıldığında, âşık olmalarına şaşırdığımız vasat kadın, bu kişilerin dünyasını, zeki bir kadından çok daha fazla zenginleştirir. kadının her kelimesinin ardında bir yalan, gittiğini söylediği her evin ardında bir başka ev, her eylemin, her kişinin ardında bir başka eylem, bir başka kişi bulunduğunu sezerler. şüphesiz, bunların hangileri olduğunu bilmezler, öğrenecek enerjileri, belki de imkânları yoktur. yalancı bir kadın, son derece basit bir numarayla, yöntemini değiştirme zahmetine katlanmadan, birçok kişiyi, hattâ numarayı fark etmesi gereken kişinin kendisini aldatabilir. bütün bunlar, duyarlı entelektüelin karşısına, kıskançlığının araştırmak isteyeceği, zekâsının da kayıtsız kalmadığı derinliklerle dolu bir dünya çıkarır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 208

    ama bir insanın bu dünya üzerindeki hayatı bittikten sonra, sırların ifşa edilmesi, aslında hiç kimsenin ölümden sonraki hayata inanmadığını kanıtlamaz mı? açıklanan sırlar doğruysa, eylemlerini açığa çıkardığımız kişi hayattayken, sırrını saklamaya kendimizi mecbur hissettiğimizde, bize hınç beslemesinden nasıl korkuyorsak, günün birinde öbür dünyada karşılaştığımızda da bize hınç beslemesinden korkmamız gerekirdi. açığa vurduğumuz olaylar, aksine, yalansa, o artık bizi yalanlayamayacağı için uydurulmuş şeylerse, öbür dünyaya inansak, ölen kişinin öfkesinden daha da çok korkmamız gerekirdi. ama öbür dünyaya kimse inanmaz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 209

    güdüler, bizim göremediğimiz, daha derin bir düzlemde yer alır ve zaten bizim gördüklerimizden başka, çoğu kez de onlara tamamen zıt eylemlere yol açarlar. dostlarının gözünde bir aziz olan, daha sonra, sahtekârlık yaptığı, devleti dolandırdığı, vatanına ihanet ettiği ortaya çıkan devlet adamlarının bulunmadığı bir dönem olmuş mudur?
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 211

    aynı olayın, farklı insanlarda farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen birini ikna etmenin imkânsızlığı da, duyguların farklılığıyla açıklanabilir; buna karşılık, kişilikler arasındaki farklar, bir kişiliğin kendine has özellikleri de, eyleme geçmek için bir sebeptir. sonra, bu açıklamayı bir yana bırakıp, hayatta gerçeği öğrenmenin ne kadar zor olduğunu düşündüm.'
    ==========
    albertine kayıp
    - your bookmark on page 234

    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 237

    hayata bağlılığımız, başımızdan nasıl atacağımızı bilemediğimiz eski bir ilişkiden başka bir şey değildir. gücünü sürekliliğinden alır. ama bu ilişkiyi koparan ölüm, bizi ölümsüzlük arzusundan kurtarır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 246

    tek başıma kalacağım, benimle bir duygudaşlığı olmayan bu venedik de, en az o kadar ıssız ve gerçekdışıydı; tanışmış olduğum venedik'e bir ağıt gibi yükselen sole mio şarkısı, içinde bulunduğum felakete tanıklık ediyordu sanki. şüphesiz, annemle buluşup onunla birlikte trene binmek istiyorsam, şarkıyı dinlemekten vazgeçmem, bir saniye bile geciktirmeden, gitmeye karar vermem gerekiyordu, ama benim yapamadığım şey de buydu zaten; hiç kıpırdamadan duruyor, yerimden kalkamıyor, hattâ kalkmaya karar bile veremiyordum. zihnim, verilecek kararı düşünmemek için olsa gerek, sole mio'nun birbirini izleyen cümlelerini takip etmekle, sessizce şarkıya eşlik etmekle, ezgideki yükselişe hazırlanmakla, beni de beraberinde sürükleyip sonra düşmekle meşguldü. hiç şüphesiz, yüz kere işittiğim bu sıradan, şarkı, hiç ilgimi çekmiyordu. şarkıyı, sonuna kadar, böyle kendimden geçercesine dinlemekle, ne kendimi memnun edebilirdim, ne de başkasını. nihayet, bu bayağı romansın önceden bildiğim ezgilerinin hiçbiri, ihtiyacım olan kararı bana sunamazdı; ayrıca, sırayla gelip geçen her cümle, gerçekten karar vermemi engelliyor, daha doğrusu, zamanı geçirttiği için, beni aksine karar vermeye, gitmemeye zorluyordu. bu yüzden de, kendi içinde zevksiz bir uğraş olan sole mio'yu dinleme eylemi, derin bir kederle, neredeyse çaresizlikle sarmalanıyordu. orada kıpırtısız : durmakla, aslında gitmemeye karar verdiğimi hissediyordum pekâlâ; ne var ki, doğrudan söyleyemediğim "gitmeyeceğim," cümlesini, dolaylı yoldan, "sole mio' dan bir cümle daha dinleyeceğim," şeklinde söyleyebiliyordum; fakat bu mecazi ifadenin pratikteki anlamı da gözümden kaçmıyordu, "sonuçta bir cümle daha dinlemekten başka şey yaptığım yok," desem de, bunun, "venedik'te yalnız kalacağım," anlamına geldiğini biliyordum.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 249

    okurken tahmin eder, uydururuz; her şey, başlangıçtaki bir hatadan kaynaklanır; sonraki hatalar, (üstelik bu, sadece mektup ve telgrafların okunmasıyla, sadece okumayla sınırlı değildir) aynı başlangıç noktasından yola çıkmamış birine ne kadar olağandışı görünseler de, aslında çok doğaldırlar. eşit derecede inat ve iyi niyetle inandığımız şeylerin, hattâ nihai sonuçların büyük bölümü, önermedeki ilk yanılgıdan kaynaklanır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 253

    çünkü iyimserlik, geçmişin felsefesidir. cereyan eden olay, mümkün olan bütün olaylar arasında, bizim bildiğimiz tek olay olduğundan, yol açtığı zarar bize kaçınılmazmış gibi görünür, zararın yanı sıra sağladığı asgari yarar ise, bizde minnet uyandırır; bu olay olmasa, yararlı sonuçların da olmayacağını düşünürüz.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 264

    bu küçümseyici tavrı, henüz tanımadığımız kişilerin bir parçası olarak görürüz. belki de yıllar öncesine dönebilsek, bu kişileri, tamamen gizlemeyi veya yenmeyi başardıkları için, kendi içlerinde barındırmaları bir yana, başkalarında hayal etmelerini, dolayısıyla affetmelerini de hep imkânsız olarak gördüğümüz zaaflar yüzünden, herkesten daha şiddetli acılar çekerken görürdük.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 264

    insan, ulaşamadığı veya kesin olarak ulaştığı hedefleri kolaylıkla küçümser. bu küçümseyici tavrı, henüz tanımadığımız kişilerin bir parçası olarak görürüz. belki de yıllar öncesine dönebilsek, bu kişileri, tamamen gizlemeyi veya yenmeyi başardıkları için, kendi içlerinde barındırmaları bir yana, başkalarında hayal etmelerini, dolayısıyla affetmelerini de hep imkânsız olarak gördüğümüz zaaflar yüzünden, herkesten daha şiddetli acılar çekerken görürdük.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 277

    insanlar, duyularının yetersizliği nedeniyle, nesnelerin sayısız niteliğinden ancak sınırlı bir bölümünü algılayabilirler. biz görme duyusuna sahip olduğumuz için, nesneler renklidir; yüzlerce duyuya sahip olsaydık, kim bilir başka ne sıfatlara layık olacaklardı? ne var ki, bizim ufak bir kısmını bilip, tamamını bildiğimizi zannettiğimiz küçücük bir olaya bile, bir başkası, adeta bir evin karşı tarafındaki pencereden, farklı bir manzarayı seyredercesine baktığı için, nesnelerin sunabileceği farklı görüntüyü anlamamız kolaylaşır.
    ==========
    albertine kayıp
    - sayfa 286

    birdenbire, gerçek gilberte'in, gerçek albertine'in, belki de ilk anda, bakışlarıyla kendilerini ele verdiklerini düşündüm; biri pembe akdiken çalısının orada, öbürü de sahilde. bense bunu anlayamamış, konuşmalarımla onları çelişkili duygulara itip ilk andaki kadar samimi davranmaktan korkmalarına sebep olduğum bir aradan sonra, hafızamda tekrar gözden geçirmiş ve beceriksizliğim yüzünden her şeyi berbat etmiştim.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 3

    görülme korkusu, korkuyormuş gibi görünmeme arzusu, kendinden memnuniyetsizliğin ve sıkıntının yol açtığı hummalı telaş.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 34

    yüksek sosyetede yenilikler, kınanacak bir yanları olsun olmasın, ancak güven telkin eden unsurlar tarafından benimsenip çevrelenmedikleri sürece dehşet uyandırırlar (ve bu toplumsal olgu, çok daha genel bir psikoloji kuralının uzantısıdır).
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 34

    artık dreyfus taraftarlığı, saygın ve olağan şeyler sınıfına girmişti. kendi başına değerlendirilmesi söz konusu değildi; nasıl ki eskiden düşünmeden lanetleniyorduysa, şimdi de düşünmeden kabulleniliyordu. artık shocking değildi. önemli olan da buydu.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 35

    (doğruyu söylemek gerekirse, savaşın getirdiği köklü değişim, hiç değilse belirli bir düzeyin üstünde, etkilediği zihinlerin değeriyle ters orantılıydı. en alt düzeyde, en sersem, en zevk düşkünü kişiler, savaşı umursamıyordu. ama en üst düzeyde, kendilerini çevreleyen bir iç dünya yaratmış olanlar da, önemli olaylara aldırmazlar. onların düşünce sistemini kökten değiştiren şeyler, görünürde kendi başına hiç önemli olmayan, ama onları hayatlarının başka bir dönemine taşıyarak zamanın düzenini altüst eden şeylerdir. bunun kanıtını, böyle bir olayın esinlediği güzel sayfalarda bulabiliriz: montboissier parkı'nda bir kuşun ötüşü, muhabbetçiçeği rayihası taşıyan bir esinti, hiç kuşkusuz, devrim ve imparatorluk dönemlerinin başlıca olayları kadar önemli şeyler değildir. buna rağmen, chateaubriand'a, mezar ötesinden anılar'da, çok daha değerli sayfalar esinlemişlerdir.)
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 46

    çirkin duyguları gizlemenin tek yolunun, övgüye değer sahte duygular sergilemek olmadığını, hiç değilse gizlemeye çalışıyormuş gibi görünmemek için, çirkin duyguları açıkça göstermek şeklinde yeni bir yöntemin kullanıldığını çeşitli kişilerde fark etmiştim.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 70

    gecenin içine yükselen uçakların güzelliğinden dem vurdum. "inen uçaklar belki daha da güzel," diye cevap verdi. "yükseldikleri an çok güzel, kabul ediyorum; takımyıldız formasyonuna geçerken, takımyıldızların tabi olduğu yasalar kadar kesin kurallara uyarlar, çünkü sana bir gösteri gibi görünen şey, aslında filotillaların toplanması, emir alması, keşfe çıkışları vs.'dir. ama sence, yıldızlarla bütünleşmişken, saldırıya geçmek veya tehlikenin geçtiği sinyalinin ardından yere inmek için tekrar ayrıldıkları kıyamet ânı, yıldızlar bile yörüngelerinden çıkmışken daha da güzel değil mi? ya wagner'i aratmayan sirenler? almanların gelişini selamlamak için daha iyisi düşünülemezdi, tıpkı bir milli marş gibiydi, imparatorluk locasında veliaht ve prensesler, wacht am rheni;[8] insan bunlar gerçekten pilot mu, yoksa göğe yükselen valkyrie'ler mi diye şüpheye düşüyordu." bu pilot valkyrie benzetmesinden hoşlanmış gibiydi; zaten ardından da, benzetmeyi tamamen müzik açısından açıkladı. "sirenler resmen at sırtındaki valkyrieler'di! demek paris'te wagner dinleyebilmek için, almanların gelmesi gerekiyormuş."
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 84

    geçici olarak önlenmiş olsa da sürekli bir tehdit olmayı sürdüren bir tehlike, onu zihnimizde canlandırmadığımız sürece bizi katiyen etkilemediğinden, sanki almanlar yanı başlarında değilmiş gibi davranıyorlardı. insanlar genellikle zevk peşinde koşarken, birtakım zayıflatıcı ve yatıştırıcı etkenler ortadan kalksa, tekhücrelilerin azami ölçüde çoğalacağını, yani bir milimetre kübü doldururken, birkaç gün içinde milyonlarca fersah yol alarak güneşin bir milyon katı büyüklüğünde bir kütle oluşturacaklarını ve bu arada, yaşamamız için gerekli olan bütün oksijeni ve diğer maddeleri tüketeceklerini, geriye ne insan, ne hayvan, ne de yeryüzü kalacağını hiç düşünmezler; güneşin görünürdeki değişmezliğinin ardında gizlenen aralıksız ve çılgınca faaliyetin, havada tamiri mümkün olmayan bir felaket yaratma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu akıllarından geçirmezler; insanlar kendi işleriyle meşgul olup bu iki âlemi düşünmez, biri fazlasıyla küçük, öteki de fazlasıyla büyük olduğundan, etrafımızı saran evrensel tehdidi algılayamazlar.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 85

    gerçekten de alayların yok olduğu, yolcuların sulara gömüldüğü katliamları düşünüyorlardı; fakat kendi huzurumuzu etkileyen şeyleri katlayıp etkilemeyenleri küçülten öyle bir ters orantı mevcuttur ki, tanımadığımız milyonlarca insanın ölümü, bizi neredeyse bir hava cereyanından daha az rahatsız eder.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 87

    ama düşüncelerimizin her zaman sözlerimizle uyuşmadığını çoktandır biliyordum;
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 107

    (habent sua fata libelli)
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 124

    "evet, hatırlarsanız, siz de dahil hepimiz amatörlüğe saplandık; benim gibi siz de suçunuzu kabul edebilirsiniz, fazlasıyla amatördük." beklemediğim bir sitemle karşı karşıya kalmanın şaşkınlığı, hazırcevap olmayışım, muhatabıma beslediğim saygı ve dostça iyi yürekliliğinin beni duygulandırması yüzünden, onun önerdiği şekilde, benim de dövünmem gerekirmiş gibi karşılık verdim; oysa çok saçma bir şeydi yaptığım, çünkü pişmanlık duymamı gerektirecek bir nebze amatörlük yoktu bende.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 135

    ama şunu da unutmamak gerekir ki, aşk yüzünden, sevdiğimiz insan uğruna akla gelebilecek en büyük fedakârlıkları yapmakla kalmaz, bazen arzumuzu bile feda ederiz; zaten sevdiğimiz kişi, bizim kendisinden daha âşık olduğumuzu biliyorsa, arzumuzu tatmin etmek iyice zordur.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 135

    sevdiğimiz bir kadınla (aynı şey bir delikanlıya duyulan aşka da uygulanabilir) ilişkimiz, kadının erdemliliğinden veya bizde tensellik içermeyen bir aşk uyandırmasından başka bir nedenden ötürü de platonik olabilir. bunun nedeni âşık olan kişinin, aşkının şiddetinden ötürü fazlasıyla sabırsızlık gösterip, arzuladığı şeyi elde edeceği ânı yeterince kayıtsızlık taslayarak beklemeyi becerememesi olabilir. peş peşe hamleler yapar, sevdiği kadına mektup üzerine mektup yazar, ısrarla görüşmek ister, kadın reddeder, âşık umutsuzluğa kapılır. kadın o noktadan itibaren şunu anlamıştır: aşıktan kendisiyle görüşmeyi, dostluğunu esirgemediği takdirde, bu lütuflardan hep mahrum kalacağını zanneden âşık, öyle büyük bir şeyi ele geçirdiğini düşünecektir ki, kadının, daha fazlasını vermesine gerek kalmayacaktır; âşığın kendisini görmemeye artık katlanamadığı, ne pahasına olursa olsun, savaşı sona erdirmek istediği bir andan yararlanıp, ilk şartı platonik ilişki olan bir barış anlaşmasını âşığa dayatabilir. zaten antlaşmadan önceki uzun süre boyunca, sürekli kaygılı olan, hep bir mektup, bir bakış bekleyen âşık, başlangıçta kendisini kıvrandıran, ama bekleyişin yıpratıp eskittiği tensel arzuyu düşünmez olmuş, onun yerini, karşılanmadıkları takdirde daha fazla acı veren başka türden ihtiyaçlar almıştır. bu durumda, ilk gün okşayışlardan beklediğimiz hazzı, daha sonra bambaşka bir nitelik ve kılıkta, dostça sözlerde, görüşme vaatlerinde bulur, belirsizliğin azaplarından, hattâ bazen umursamazlığın sisleriyle bulutlanan, sevdiğimiz kadını bir daha asla göremeyeceğimizi zannettirecek kadar bizden uzaklaştıran tek bir bakıştan sonra, bu tatlı sözler ve vaatler hoş bir dinginlik getirir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 149

    suç olarak görmediğiniz bir şey için maaş almak yasak mıdır peki? siz benden daha tahsillisiniz, muhtemelen, sokrates'in, verdiği dersler karşılığında para almayı doğru bulmadığını söyleyeceksiniz bana. ama günümüzde felsefe profesörleri bu görüşü paylaşmıyor; hekimler de, ressamlar da, oyun yazarları da, tiyatro yöneticileri de öyle.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 157

    sevdiğimiz insanlar, her zaman açıkça seçemesek de peşinde koştuğumuz bir hayali özlerinde barındırırlar.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 157

    zaten bütün varlığımızla sarıldığımız bu kişisellik yüzünden, insanlara beslenen aşk, bir bakma sapkınlıktır. (hattâ bedensel hastalıklar, en azından sinir sistemiyle biraz olsun ilgili olanlar da, organlarımızın, eklemlerimizin kendine has eğilimleri veya korkuları sayılmaz mı? bedenimizin belirli bir iklimde kapıldığı dehşet, kimi erkeklerin, örneğin gözlüklü kadınlara veya ata binen kadınlara duyduğu eğilim kadar anlaşılmaz ve inatçı değil midir? ata binen kadın görüntüsünün her defasında uyandırdığı arzunun veya hayatı boyunca astım krizleri geçirmiş birinin ilk kez rahat almasını sağlayan, görünürde diğer kentlerden farksız, belirli bir kentin yarattığı etkinin, hangi kalıcı,
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 157

    zaten bütün varlığımızla sarıldığımız bu kişisellik yüzünden, insanlara beslenen aşk, bir bakma sapkınlıktır. (hattâ bedensel hastalıklar, en azından sinir sistemiyle biraz olsun ilgili olanlar da, organlarımızın, eklemlerimizin kendine has eğilimleri veya korkuları sayılmaz mı? bedenimizin belirli bir iklimde kapıldığı dehşet, kimi erkeklerin, örneğin gözlüklü kadınlara veya ata binen kadınlara duyduğu eğilim kadar anlaşılmaz ve inatçı değil midir? ata binen kadın görüntüsünün her defasında uyandırdığı arzunun veya hayatı boyunca astım krizleri geçirmiş birinin ilk kez rahat almasını sağlayan, görünürde diğer kentlerden farksız, belirli bir kentin yarattığı etkinin, hangi kalıcı, bilinçdışı ve esrarengiz hayale bağlı olduğunu kim bilebilir?)
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 167

    françoise'ın gözlerine dolan yaşların ardından, zalim köylü merakı yine de kendini gösteriyordu. françoise, mme de marsantes'ın acısına yürekten katılıyordu kuşkusuz, ama bu acının nasıl bir görünümde ortaya çıktığına şahit olup üzüntüsünü tadamadığına hayıflanıyordu.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 173

    "ağaçlar," diye düşündüm, "bana söyleyeceğiniz bir şey kalmadı, soğumuş kalbim sizi işitmiyor artık. oysa tabiatın ortasındayım, ama gözlerim, ışıklı alnınızı gölgeli gövdenizden ayıran çizgiyi kayıtsızca, sıkıntıyla kaydediyor. kendimi şair zannettiğim olduysa da, şimdi şair olmadığımı biliyorum. belki hayatımın yeni başlayan bu kupkuru döneminde, tabiatın artık bana vermediği ilhamı insanlarda bulabilirim. ama tabiatı şarkılarımla övme ihtimalimin olduğu yıllar asla geri gelmeyecek."
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 187

    biri alçak, biri yüksek iki döşeme taşına bastığımda yaşadığım his, o günkü bütün izlenimlerle birlikte şimdi geri gelmişti; unutulmuş günler dizisinin içinde, ait oldukları yerde durup bekleyen bütün o duygular, ani bir tesadüf tarafından zorla ortaya çıkarılmıştı.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 190

    evet, hatıra, eğer unutuş sayesinde, kendisiyle şimdiki an arasında herhangi bir bağ, bir köprü kuramadan, kendi yerinde ve tarihinde kalmış, bir vadinin dibinde veya bir tepenin doruğunda uzaklığını korumuş, tecrit edilmişse, bize ansızın taze bir soluk getirir, öyle çünkü bu, eskiden soluduğumuz bir havadır; şairlerin cennette nafile aradığı bu temiz hava, ancak daha önce solunmuşsa, bu derin yenilenme duygusunu yaşatabilir, çünkü gerçek cennetler, kayıp cennetlerdir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 199

    içimizdeki bilinmeyen işaretler kitabına gelince (bilinçdışımı keşfetmeye çalışan dikkatimin, denizin dibini araştıran bir dalgıç gibi aradığı, çarptığı, etrafını dolandığı kabartma işaretlerdi sanki bunlar), o işaretleri nasıl çözeceğim konusunda kimse bana kurallar öğretemezdi; bu kitabın okunması, bizim yerimize kimsenin yapamayacağı, hattâ bizimle birlikte bile çalışamayacağı bir yaratma eylemiydi. işte bu yüzden, onca kişi bu kitabı yazmaktan vazgeçer. onu yazmamak için ne görevler üstlenilir! ister dreyfus davası olsun, ister savaş, her olay, bu kitabı çözmemek için yazarlara çeşitli bahaneler sunar; adaletin zaferi uğruna, ulusun manevi birliği uğruna çalışırlar, edebiyatı düşünmeye vakit bulamazlar. ama bunların hepsi bahanedir, asıl neden, dehalarının, yani içgüdülerinin olmayışı ya da tükenmiş olmasıdır. çünkü içgüdü görevimizi belirler, zihin ise, bu görevden kaçmak için mazeretler sunar. ne var ki, sanatta mazerete yer yoktur, niyet hesaba katılmaz, sanatçı her an içgüdüsüne kulak vermek zorundadır; bu yüzden de sanat, hayattaki en gerçek şey, en sıkı okul ve esas son yargı'dır. çözülmesi en zor olan bu kitap, aynı zamanda gerçekliğin bize yazdırdığı, içimizdeki basımı bizzat gerçeklik tarafından yapılmış tek kitaptır. hayatın bizde bıraktığı her düşüncenin somut biçimi, yani bizde bıraktığı izlenimin işareti, o düşüncenin zorunlu gerçekliğinin damgasıdır. zihnin oluşturduğu düşüncelerin sadece mantıksal, mümkün bir gerçekliği vardır, keyfî olarak seçilirler. bizim tarafımızdan çizilmemiş işaretlerle, simgelerle yazılmış olan kitap, bize ait tek kitaptır. kendi oluşturduğumuz bu düşünceler, mantık açısından doğru olabilirler, ama gerçek olup olmadıklarını bilemeyiz. gerçekliğin tek ölçütü, malzemesi ne kadar cılız, bıraktığı iz ne kadar silik görünse de, izlenimdir ve bu yüzden de, zihin tarafından kavranmaya layık tek şeydir, çünkü sadece izlenim, zihin içindeki gerçekliği ayıklamayı başardığı takdirde, zihne bir mükemmellik kazandırabilir ve saf bir mutluluk verebilir. bilgin için deney neyse, yazar için de izlenim odur; aradaki tek fark, bilimde zihinsel çalışmanın önce, yazarlıkta ise sonra gelmesidir. kendi kişisel çabamızla çözmek, aydınlatmak zorunda kalmadığımız, bizden önce zaten aşikâr olan şey, bize ait değildir. sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımız, başkalarının bilemediği şey bizim eserimizdir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 201

    böylelikle, sanat eseri karşısında katiyen özgür olmadığımız, bir eseri keyfimize göre yaratamayacağımız, bizden önce var olan bu hem zorunlu, hem gizli eseri, tıpkı bir tabiat kanununu keşfedercesine keşfetmemiz gerektiği sonucuna varmıştım bile. peki ama, sanat sayesinde yapabileceğimiz bu keşif, aslında bizim için en değerli olması gereken, genellikle hiç öğrenemediğimiz şeyin, yani gerçek hayatımızın keşfi, zannettiğimizden çok farklı olan ve bir tesadüf sonucu gerçek hatırasına kavuştuğumuzda içimizi benzersiz bir mutlulukla dolduran, hissettiğimiz gerçekliğin keşfi değil miydi? sözde gerçekçi sanatın sahteliği de bu fikrimi doğruluyordu; hayatta hissettiklerimizi gerçekten çok farklı biçimde ifade etmeye ve kısa süre sonra bunu gerçeğin kendisi zannetmeye alışmış olmasak, gerçekçi sanat bu kadar sahte olmazdı. bir ara kafamı kurcalamış olan çeşitli edebiyat kuramlarıyla uğraşmam gerekmeyeceğini hissediyordum –bilhassa eleştirmenlerin dreyfus davası döneminde geliştirip savaş sırasında tekrar ele aldıkları, "sanatçının fildişi kulesinden dışarı çıkması", havai ve duygusal konuları değil, büyük işçi hareketlerini, yığınları değilse bile, en azından sıradan aylaklar yerine ("bu fuzuli tiplerin portreleri, itiraf etmeliyim ki pek ilgimi çekmiyor," derdi bloch), asil ruhlu aydınları veya kahramanları işlemesi gerektiğini ileri süren kuramlara kafa yormayacaktım.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 202

    zaten bu kuramlar, mantıksal içerikleri bir yana, onları savunan kişilerin düşük seviyesinin bir işareti gibi gelirdi bana; benim tepkim, gerçekten iyi eğitilmiş bir çocuğun, öğle yemeğine gittiği bir evde, "biz her şeyi açıkça söyleriz, gizlimiz saklımız yoktur," dendiğini duyunca, bunun, hiçbir şey söylememek gibi sade ve doğru bir tutumdan daha düşük bir ahlâki seviyenin işareti olduğunu sezmesine benziyordu. gerçek sanatın bunca beyanata ihtiyacı yoktur, sessizce icra edilir. ayrıca bu kuramları savunanlar, kınadıkları budalaların ifadelerine şaşırtıcı derecede benzeyen beylik kalıplar kullanırlardı daima. bir eserin zihinsel ve manevi düzeyini değerlendirirken, dilin niteliği, estetiğin türünden daha önemli bir ölçüt olabilir. (hattâ kişiliğin yasalarını incelemek için bile, nasıl ki bir anatomici anatomi yasalarını, ister bir aptalın, ister bir dâhinin vücudunda inceleyebilirse, ciddi veya havai bir konuyla da aynı iş görülebilir; temel ahlâki yasalar da, tıpkı kan dolaşımı veya böbrek boşaltım yasaları gibi bireylerin zihinsel değerinden bağımsızdır.) ne var ki, kuramcıların kendileri için zorunlu bulmadıkları nitelikli dil, kuramcıları takdir edenlerin nazarında da büyük bir zihinsel değerin göstergesi değildir; bu kişiler, bir imgenin güzelliğinden çıkaramadıkları zihinsel değeri seçebilmek için, onun doğrudan ifade edilmesine ihtiyaç duyarlar. bu da, yazarı, entelektüel eserler yazmak gibi bir münasebetsizliğe, kabalığa yöneltir. içinde kuramlar bulunan bir sanat eseri, fiyat etiketi üstünde bırakılmış bir eşyaya benzer. üstelik etiket sadece bir değer belirtisiyken, edebiyatta aksine, mantıksal akıl yürütme, değeri düşürür. bir izlenimin sabitleştirilmesiyle, ifade edilmesiyle sonuçlanacak bütün aşamaları sırasıyla katedecek güç bulunmadığında, mantık yürütülür, yani oyalanılır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 203

    bazıları, romanın sinema perdesinde art arda dizilmiş olaylar gibi olmasını istiyorlardı. abes bir görüştü bu. sinema perdesindeki görüntü, gerçekte algıladıklarımıza en benzemeyen şeydir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 209

    yurtsever sanat gibi halk sanatı fikri de, tehlikesi bir yana, bana gülünç geliyordu. mesele, "aylakların harcı" olan üslup inceliklerini feda ederek sanatı halkın ulaşabileceği bir seviyeye getirmek idiyse, asıl cahillerin elektrik işçileri değil, sosyete mensupları olduğunu bilecek kadar yüksek sosyeteye girip çıkmıştım. üslup açısından halka yönelik bir sanat, genel iş konfederasyonu üyelerinden çok, jockey kulübü üyelerine yönelik olurdu; işlenen konulara gelince, çocuk kitapları çocuklar için ne kadar sıkıcıysa, halka yönelik romanlar da, halktan insanlar için o kadar sıkıcıdır. insan okurken başka bir diyara gitmek ister; prensler işçileri ne kadar merak ederse, işçiler de prensleri o kadar merak eder. m. barrés, savaşın başından itibaren, sanatçının (tiziano'dan söz ediyordu) her şeyden önce vatanına hizmet etmesi gerektiğini söylemişti. ne var ki sanatçı, vatanına ancak sanatçı sıfatıyla hizmet edebilir, yani sanatın, biliminkiler kadar hassas olan yasalarını inceler, deneylerini hazırlar ve keşiflerini yaparken, karşısındaki gerçekten başka –vatan dahil– hiçbir şeyi düşünmemesi lazımdır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 210

    hayatın sunduğu bir imge, bize o anda birbirinden farklı çok sayıda izlenim getirir aslında. örneğin daha önce okunmuş bir kitabın kapağının görüntüsü, başlığındaki harflere eski bir yaz akşamının mehtabını işlemiştir. sabah içilen sütlü kahvenin tadı, eskiden kimbilir kaç kez, sertleşmiş süte benzeyen, kaymak gibi, kıvrımlı beyaz porselen bir kâseden sütlü kahve içerken, önümüzdeki gün, hiç dokunulmamış ve dopdolu uzanırken sabahın ilk saatlerinin aydınlık belirsizliğinde ansızın bize gülümseyen o güneşli hava umudunu getirir yeniden. bir saat, sadece bir saat değildir, kokularla, seslerle, projelerle ve iklimlerle dolu bir kaptır. gerçeklik dediğimiz şey, bizi aynı anda sarmalayan bu izlenimlerle hatıralar arasındaki bağlantıdır –bu bağlantıyı ortadan kaldıran basit bir sinematografik görüntü, kendini gerçekle sınırladığını iddia ettiği ölçüde gerçekten uzaklaşır– ve yazar, cümlesinde iki farklı olguyu ebediyen birleştirebilmek için bir benzeri daha olmayan o bağlantıyı tekrar bulmak zorundadır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 216

    kaydetmekten ibaret olan edebiyatın bir değeri olamaz, çünkü gerçeklik, kaydedilen küçük şeylerin altında gizlidir (uzaktan duyulan uçak sesindeki, saint-hilaire çan kulesinin çizgisindeki yücelik, bir madlenin tadındaki geçmiş vs.) ve bu gerçeklik çekilip çıkarılmadığı sürece, bu küçük şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur. gerçekten hissettiklerimizden hiçbir iz taşımayan, doğruluktan uzak ifadeler zinciri hafızamızda korundukça, düşüncemiz, hayatımız, gerçeğimiz de yavaş yavaş bu ifadelerden oluşur; sözümona "yaşanmış" bir sanat da, hayat gibi basit, güzellikten yoksun bu yalanı üretmekten başka bir şey değildir; gözlerimizle görüp zihnimizle saptadığımız şeylerin bu gereksiz tekrarı o kadar sıkıcı ve anlamsızdır ki, kendini buna adayan sanatçının, kendisine çalışma hevesi ve sebatı veren haz dolu, devindirici kıvılcımı nereden bulduğunu anlayamayız.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 217

    gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. bu yüzden de, geçmişleri, zihinleri tarafından "banyo edilmediği" için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar. sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir. her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait birer sır olarak kalırdı. ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabilir, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu âlemde neler gördüğünü öğrenebiliriz; aksi takdirde bu âlemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister rembrandt olsun, ister vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 218

    sanatçının bu çalışması, maddenin, tecrübenin, kelimelerin ardında farklı bir şey bulma çabası, bakışlarımızı kendi içimize çevirmeden yaşarken izzetinefsimizin, tutku, zihin ve alışkanlığın bizde her an gerçekleştirdiği işlemin, yani gerçek izlenimlerimizin üstüne yanılarak hayat adını verdiğimiz adlandırmaları ve pratik amaçları yığıp sonunda izlenimleri tamamen bizden gizleme çabasının tam tersidir. kısacası, bu karmaşık sanat, yaşayan tek sanattır. sadece bu tür bir sanat, kendi hayatımızı, "gözlemlenme"si imkânsız olan, gözlenebilen yüzeysel unsurlarının tercüme edilmesi, çoğu kez geriye doğru okunup güçlükle çözülmesi gerekli olan hayatı hem başkalarına hem de kendimize ifade eder. izzetinefsimizin, tutkumuzun, taklitçiliğimizin, soyut zekâmızın, alışkanlıklarımızın yaptığı o çalışmayı sanat bozacak, bizi ters yönde ilerletecek, gerçekten var olmuş şeylerin yattığı, bizim habersiz olduğumuz derinliklere geri götürecektir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 219

    (çünkü ömrümüz ne kadar kısa olursa olsun, ancak ıstırap çektiğimiz müddetçe, sürekli ve değişken bir hareket içindeki fikirlerimiz, yasalarla düzenlenen bu muazzam hayatı, tıpkı bir fırtınadaki gibi, bizim görebileceğimiz bir yüksekliğe ulaştırır, aksi takdirde, mutluluğun sükûneti hayatı fazlasıyla alçak bir seviyede, tekdüze sürdürdüğünden, yeri iyi ayarlanamamış penceremizden onu göremeyiz; belki sadece bazı dâhiler için, ıstırabın hareketliliğine gerek kalmadan, bu devinim sürekli olarak mevcuttur; yine de, bu dâhilerin neşeli eserlerinin kapsamlı ve düzenli gelişimini izlerken, eserdeki neşeden yola çıkarak, belki aksine bütünüyle ıstırapla geçmiş hayatlarının da neşeli olduğu sonucunu çıkarma eğiliminde olabiliriz);
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 220

    çünkü gerçek kitaplar, aydınlığın ve sohbetin değil, karanlığın ve sessizliğin ürünü olmalıdır. sanat, hayatı tıpatıp yeniden oluşturduğu için de, kendi içimizde ulaştığımız gerçekleri daima şiirsel bir hava, bir esrarın hoşluğu sarmalayacaktır; bu da, aşmak zorunda kaldığımız gölgelerin kalıntısı, bir eserin derinliğinin, altimetreyle ölçülmüşçesine kesin olan işaretidir. (çünkü bu derinlik, ruhsallığa maddecilikle yaklaşan romancıların zannettiği gibi, belirli konuların özünde bulunan bir şey değildir; dış görünüşün ötesine geçemeyen bu tür yazarların, en küçük bir iyilik yapmaktan âciz kimselerden sık sık işittiğimiz erdemli nutuklara benzeyen yüce amaçları, taklit yoluyla edinilmiş beylik biçimsel kalıplardan kurtulacak zihinsel gücü bile kendilerinde bulamamış olduklarını fark etmemizi engellememelidir.)
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 238

    hayatımın tek bir saati yoktur ki, bana sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında her şeyin, aksine, zihinde olduğunu öğretmiş olmasın.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 240

    kıskançlık, tablomuzda bir boşluk olduğunda, sokağa çıkıp gerekli güzel kızı arayan başarılı bir personel şefidir. gözümüzde güzelliğini yitirmiş olan kız, onu kıskandığımız için tekrar o güzelliğe kavuşur ve o boşluğu doldurur.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 247

    ne kadar basit olursa olsun, her davet, eğer sosyete hayatından uzun süre ayrı kalmışsak, eskiden tanıdığımız birkaç kişiyi bir araya topladığı takdirde, son derece başarılı bir maskeli balo etkisi yaratır; rastladığımız kişiler gerçekten kafamızı karıştırır; ne var ki, uzun zamandır istemeden gerçekleşen bu değişim, davet bittiğinde makyajın silinmesiyle ortadan kaldırılamaz. rastladığımız kişiler kafamızı karıştırır dedim, ama maalesef biz de onların kafasını karıştırırız. görünüşe bakılırsa, ben çehrelere doğru ismi yakıştırmakta ne kadar zorlanıyorsam, onlar da benim yüzümü gördüklerinde aynı zorluğu paylaşıyor, ya hiç görmedikleri bir çehreymiş gibi dikkat bile etmiyor ya da karşılarındaki görünümde farklı bir hatıra bulmaya çalışıyorlardı.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 254

    yıkıcı etkisini, tam zamandışı gerçekleri bir sanat eserinde açıklığa kavuşturmaya, zihinselleştirmeye niyetlendiğim anda keşfetmekteydim.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 286

    doğru değildi, çünkü bunu söyleyenler, şimdiki sosyetenin bu yeni şahısları varış noktasında görmelerine, eskilerinse, onları çıkış noktasında hatırlamalarına sebep olan zaman eğrisini hesaba katmıyorlardı. onlar da, yani eskiler de sosyeteye ilk girdiklerinde, varış noktasında gördükleri, ama başkalarının, çıkış noktasını hatırladığı kişiler mevcuttu.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 291

    yılların geçtiğini, gençliğin yerini yaşlılığa bıraktığını, en sağlam servet ve tahtların yıkıldığını, şöhretin geçici olduğunu ne kadar bilsek de, zaman'ın sürüklediği bu hareketli evreni tanıma şeklimiz, bir bakıma fotoğrafını çekmemiz, aksine bu evreni sabitleştirir. dolayısıyla, gençliklerinde tanıdığımız insanları daima genç görür, yaşlılıklarında tanıdıklarımızı geriye dönük olarak yaşlılığın meziyetleriyle donatır, bir milyarderin gücüne, bir hükümdarın nüfuzuna gözümüz kapalı güvenir, yarın öbür gün, ikisinin de gücünü tamamen kaybetmiş firariler olabileceğini mantığımızla bilir, ama fiilen buna inanmayız. nasıl ki basit bir problem, aynı türden daha karmaşık problemlerin ilk adımı sayılabilirse, genç hanımla sohbetimizin, belirli bir topluluk içinde yirmi beş yıl arayla yaşamış olmamızdan kaynaklanan anlaşılmazlığı da, sınırlı, sırf sosyeteye ilişkin bir alanda bende bir tarih izlenimi uyandırıyordu ve tarih kavramımı güçlendirebilirdi.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 298

    ne var ki, bazı kusurlar ve meziyetler, belirli bir insandan çok, o insanın hayatının sosyal açıdan belirli bir dönemine özgüdürler. insanların neredeyse dışındadırlar; insanlar onların ışığının içinden, birbirinden farklı, önceden var olan, evrensel ve kaçınılmaz gündönümlerinden geçercesine geçip giderler. belirli bir ilacın mide asidini artırdığını mı, yoksa azalttığını mı, salgılamayı harekete mi geçirdiğini, yavaşlattığını mı anlamaya çalışan bir hekim, salgısından bir miktar mide sıvısı aldığı mideye bağlı olarak değil, ilacın özümsenmesinin hangi aşamasında örneği aldığına bağlı olarak farklı sonuçlara ulaşır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 300

    son olarak da, daha derin ve menfaatten uzak bir tercih, hafızaları çeşitlendirir, örneğin kendisine hatırlatılan somut olayların neredeyse tamamını unutmuş olan bir şair, kaçak bir izlenimi hatırlar. bütün bunlardan ötürü, yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra, hınç bulmayı beklediğimiz yerde iradedışı, bilinçdışı bir bağışlayıcılık bulur, buna karşılık, (geçmişte bıraktığımız kötü izlenimi unuttuğumuz için) sebebini anlayamadığımız nefretlerle karşılaşırız. en yakından tanıdığımız insanların geçmişindeki olayların tarihini bile unuturuz.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 307

    çünkü her ölüm, başkaları için hayatı basitleştiren, onları minnet göstermekten, ziyaretlerde bulunma mecburiyetinden kurtaran bir olaydır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 311

    "savaş bir açıdan insanidir, bir aşk veya nefret gibi yaşanır, bir roman gibi anlatılabilir ve dolayısıyla, stratejinin bir bilim olduğunu sürekli tekrarlayan kişi savaşı anlayamaz, çünkü savaş stratejik değildir. nasıl sevdiğimiz kadının amacını bilemezsek, düşman da bizim planımızı bilmez, hattâ kendimiz de planımızın ne olduğunu bilemeyebiliriz.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 313

    benim ileri sürdüğüm ilk açıklamanın yalnızca muhtemel değil, doğru da olup olmadığını anlayabilmek için, böyle bir durumda başvurulacak tek çareye, ilgili kişilerin ifadesine başvurmak gerekiyordu ve onların da itiraflarında hem basiretli, hem de samimi olmaları gerekirdi. oysa bu tür itiraflarda basirete rastlamak zor, samimiyete rastlamaksa imkânsızdır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 330

    şiir okumanın böyle bir şey olabileceği hiç kimsenin aklından geçmemişti. seyrettiğimiz şeye yavaş yavaş alışır, yani baştaki rahatsızlığımızı unuturuz; hoşumuza giden yönlerini ayıklar, çeşitli şiir okuma tarzlarını zihnimizde kıyaslar ve kendi kendimize "bu daha iyi, şu o kadar iyi değil," deriz. ama ilk anda, tıpkı basit bir duruşmada bir avukatın öne çıkıp cübbeli kolunu havaya kaldırarak tehditkâr bir tonda söze başlayışını gördüğümüzde hissettiğimiz tedirginlikle, yanımızdakilere bakmaya cesaret edemeyiz. çünkü gördüğümüz şeyin gülünç olduğunu düşünsek de, muhteşem bir gösteriye dönüşebileceği ihtimalini hesaba katar ve hemen karar vermekten kaçınırız.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 330

    nasıl ki şaşaalı bir şölende, önümüzde ne işe yaradığını ve nasıl kullanılacağını bilmediğimiz değişik bir araç, örneğin bir ıstakoz çatalı, bir şeker rendesi vs. gördüğümüzde, nasıl kullandığını izleyip taklit edebilmek amacıyla, belli etmeden bizden daha tecrübeli bir davetliye bakarsak, guermantes prensesi'nin davetlileri de, kaçamak bakışlarla yanlarındaki kişilerden medet umuyorlardı. bilmediğimiz, ama biliyor gibi görünmek istediğimiz bir şiirden alıntı yapıldığında da aynı yola başvurur, kapıdan önce geçme şerefini başkasına bırakırcasına, hangi şairden alıntı yapıldığını söylemeyi şerefini daha bilgili birine bırakırız. aynı şekilde, oyuncuyu dinleyen herkes de, başını öne eğip bakışlarıyla etrafı inceleyerek, gülmeyi veya eleştirmeyi, ağlamayı veya alkışlamayı başkalarının başlatmasını bekliyordu.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 341

    kendi hatalarımız ve gülünçlüklerimiz, farkına vardıktan sonra bile, bizi başkalarının hata ve gülünçlüklerine karşı daha hoşgörülü kılmaz genellikle.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 351

    bu dünyadaki her şeyin çehresi, işte bu şekilde değişir; imparatorlukların merkezi, servetlerin dağılımı, mevkilerin ayrıcalık belgeleri, kesin görünen her şey sürekli olarak yeniden düzenlenir ve yaşamış olan bir insanın gözleri, tam da değişimin en imkânsız gibi göründüğü yerde, en köklü değişimi izleyebilir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 354

    oysa erkeklerin hayatta çektiği acıların ne kadar büyük bir bölümünün "tipleri olmayan" kadınlardan kaynaklandığı düşünülecek olursa, ortada bir çelişki olmaması gerekir. bunun çeşitli nedenleri olabilir; her şeyden önce, "tipimiz olmayan" bir kadını başlangıçta sevmeden onun tarafından sevilir, böylelikle, hayatımızda, "tipimiz" olan bir kadın söz konusu olduğunda asla gerçekleşmeyecek bir alışkanlığın şekillenmesine izin veririz, çünkü o tür bir kadın arzulandığını sezer ve kolay kolay teslim olmaz, bize nadiren bir randevu bahşeder, hayatımızın her saatini işgal etmez; oysa hayatımıza yerleşen kadına ileride âşık olduğumuz takdirde, bir kavga veya bizi habersiz bıraktığı bir seyahat nedeniyle onu özleyecek olsak, sadece bir değil, yüzlerce bağın koptuğunu fark ederiz. ayrıca, temelinde şiddetli bir fiziksel arzu olmadığı için, bu alışkanlık duygusaldır ve aşk doğduğu takdirde, beyin daha çok çalışır; bu bir ihtiyaç değil, bir romandır. "tipimiz olmayan" kadınlardan sakınmaz, bizi sevmelerine izin veririz; daha sonra biz de onları seversek, yanlarında arzumuzu doyurmanın tatminini bile yaşamadan, diğerlerinden bin kat fazla severiz bu kadınları. bu ve başka birçok nedenden ötürü, en büyük kederlerimizin "tipimiz olmayan" kadınlardan kaynaklanması, mutluluğumuzu bize en hoşlanmadığımız şekle sokarak yaşatan kaderin alaycılığının bir sonucu değildir sadece. "tipimiz" olan bir kadın, genellikle tehlikeli değildir, çünkü bizi istemez, tatmin edip hemen terkeder, hayatımıza yerleşmez; oysa aşkta tehlikeli olan, ıstırap kaynağı olan şey, kadının kendisi değil, her günkü varlığı, her an ne yaptığına ilişkin merakımızdır, yani kadın değil, alışkanlıktır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 370

    bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir. insanoğlunun zihinsel hayatı, hayvansal ve fiziksel hayatın mucizevi şekilde mükemmelleşmiş bir aşamasından ziyade, manevi hayatın düzenlenişinde bir kusur, tekhücreli hayvanlarla poliplerin ortak hayatı kadar, balinaların bedeni vs. kadar ilkel bir aşamadır şüphesiz. beden, zihni bir kalenin içine hapseder; çok geçmeden, kale dört bir yandan kuşatılır ve sonunda zihin teslim olmak zorunda kalır.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 381

    zaten zaman içinde sürekli artan bir yer kapladığımızı herkes hisseder; bu evrensellik beni ancak sevindirebilirdi, çünkü benim açıklığa kavuşturmaya çalışmam gereken şey, gerçeklikti, herkesin sezdiği gerçeklikti. zaman içinde bir yer kapladığımızı herkes hissetmekle kalmaz, en basit insan bile bu yeri, mekânda kapladığımız yer gibi, yaklaşık olarak ölçer; özellikle basiretli sayılamayacak bir insan bile, ikisi de simsiyah bıyıklı ya da ikisi de tıraşlı, tanımadığı iki kişi gördüğünde, birinin yirmi, ötekinin kırk yaşlarında olduğunu söyler. yaş değerlendirmesinde birçok kez yanılırız elbette, ama bir yaş tahmininde bulunmuş olmamız, yaşı ölçülebilir bir şey olarak gördüğümüz anlamına gelir. kara bıyıklı ikinci adama gerçekten de yirmi yıl eklenmiştir.
    ==========
    yakalanan zaman
    - sayfa 383

    işte bu yüzden, eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, her şeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.
    ==========
57 entry daha
hesabın var mı? giriş yap