2534 entry daha
  • tarlalara falan sıçtığım kara bir yazdı... ilk defa köye gitmiştim. ben on yedi yaşındaydım, zaten ben hep on yedi yaşındayım... neyse, evet, kardeşim de var, o da on bir yaşında. ilk defa büyük şehirden, böyle meydanında dananın, koyunun gezdiği bir yere gelmişiz. dolayısıyla merakla etrafta gezinip duruyoruz; daha ne gibi tuhaflıklar göreceğiz diye. herkes bahçesine bir şeyler ekmiş, fasulyenin ağaçta yetiştiğini sandığım için fasulye bahçesi görüp ona şok oluyorum, az ötede eşek görüyorum ona şok oluyorum derken bir de baktım ne göreyim? nohut! okul çıkışlarında parayla satın aldığımız nohut, bir sürü, bahçeye ekmişler, herkes akraba olduğundan, her şey bizim, nohutlar da bizim. kardeşimle birbirimize mutlu gözlerle bakıp, sarıldık hemen. sonra da bahçeye daldık. ilk partiyi gömmemiz uzun sürmedi. biz yokken gelir birileri bitirir diye bahçenin çevresinde dolanarak yiyoruz nohutları. velhasılı akşama kadar nohut yedik biz. a-k-ş-a-m-a k-a-d-a-r! böyle bir görgüsüzlük olur mu? normalde para verip aldığın şeyi beleş görünce oluyormuş. tabii, nohutun o kahrolası etkisinden ikimizin de haberi yok. fasulyeyi ağaçta yetişiyor sanıyorum diyorum, gerisini siz anlayın. utanıyorum.

    akşam oldu, bizi bir akrabanın evine verdiler. evde kötürüm bir abla ile bukowski'nin de dediği gibi: ölmesinin hiçbir anlamı kalmamış yaşlı bir teyze var. midemde tuhaf şeyler oluyor. kardeşimde de bir huzursuzluk var. sonunda kani oluyoruz ki bizim acilen kaka yapmamız lazım. yoksa infilak edeceğiz. fakat ben utanıyorum başka bir evde tuvalete girmekten. siz bana ekmek verdiniz, aş verdiniz, peki ben ne yaptım? sizin evinize sıçtım, ben bunu yapacak insan değilim diyorum. kardeşim daha küçük diye kendisini kurtardı. her ne kadar yaşlı teyze tuvaletlerinin selameti konusunda kaygılanıp onu tuvalette iş üstünde bassa da, sonuç olarak o düşdü gurtuldu, fakat bunun çoluğu var, çocuğu var ve bir de aynı durumda olan abisi var.

    o evden çıktım. bizim yaş grubunun çoğunlukta olduğu başka bir akrabanın evine gitmeye karar verdim. evde almancı kuzenler, istanbul'dan akrabamız olan genç kızlar falan var ama arada bir gençler sıkılmasın diye gezdikleri için ev tenhadır umuduyla onları seçtim. elbette insanın yaşadığı böyle sıkıntılar, tanrı'nın tek eğlencesidir. size istediğinizi kati suretle vermez, oradan izler ve güler halinize. nihayet eve girdiğimde bütün gençleri, gençlerin annelerini ve teyzelerini, dedeleri ve anneanneleri evde buldum. bir milyon kişi vardı evde. allah belanızı versin hepinizin. gel evren, dediler bana, batak oynuyoruz dördüncü lazım, kaynanan seviyormuş. kaynanamı sikeyim diyerek oturdum batağa. ölüyorum ama. ölmekteyim. azaplar içerisindeyim.

    orada bir yandan gözyaşlarımı tutmaya çalışıp, diğer yandan domur domur terlerken, oyuna odaklanamadığım için de peş peşe yediye, sekize batıyorum. en sonunda bir odada yalnız kalıp eylem planı yapmaya karar verdim. kalktım oyundan, sıkıldım dedim ve kalkıp bir odaya gittim. çok geçmeden almancı kuzenim geldi. allah onun belasını versin. karşımda oturdu, bana bakıyor. ya tamam, yazın ankara'ya geldiğinde gülüp eğlendik ama bi siktir git ya. hep benimle oynamak zorunda değilsin ki, içeride bir sürü insan var aminor. neyse, ben de onunla hiç ilgilenmiyorum, yüzüne bile bakmıyorum ki kalksın gitsin. gitmiyor, arada bir çaktırmadan bakıyorum, tipini siktiğim hiçbir şey olmamış gibi orada duruyor. "ben biraz yürüyeceğim," dedim sonunda. gelmesin diye. fakat geldi. birlikte tarlada yürüyoruz. konuşmuyorum, soru soruyor cevaplamıyorum. anlattıklarına tepki vermiyorum. ya amına koyduğumun yerinde üç dakika ver bana, yalnız kalmam gerekiyor, bir eylem planı yapmam gerekiyor, derken baktım artık ipler benim elimde değil, vücudum kendi kararını kendi vermeye başladı. "erdem," dedim. "burada bekle, kıpırdama, anlatacağım!" ve koşarak on beş metre uzağa, bir tane çalının yanına çömeldim. ölüyor gülmekten erdem, geberiyor orada, çömelik vaziyetteyken bakmasan oğlum diye ağlıyorum. böyle bir acı olur mu? olur ama olmaz olsun.

    tabii, karanlık, tarla gibi nedenlerden ötürü ben işimi bitirdim ama temizlenemeyeceğim çok açık. işte orada artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanları çok iyi anladım. o pisliğin üzerine donumu çekip eve seyirttim. erdem de peşimde. "az önce olanları bir kişiden duyarsam seni sikerim," dedim erdem'e. "sikerim ve arkama bile bakmam, anlıyor musun?" gülmekten cevap veremedi bana. neyse aliminyum, kendimi banyoya attım. köy yerinde sıcak su için soba yakman gerekiyor. o zamanlar öyleydi. girdim soğuk suyla, pir-u pak eyledim kendimi. fakat bir sorunum vardı. donumu nereye atacaktım? evin kadınlarına alın bunu yıkayın diyemezdim. bu tarz işleri kadınların yaptığı bana belletildiği için, donu kendim yıkamak gibi bir şeyi o zamanlar düşünemiyorum. ben de sifonun içine atmaya karar verdim ilkin. fakat ileri görüşlü yapım dedi ki: sen bunu bugün buraya atarsın, yarın o sifondan su gelmez, adamlar da çıkıp burayı açarlar ve karşılarında senin donunu görürler. o zaman ne olacak? arkanda şahit bıraktın, sonuçta erdem'e sorarlar, bu hayvanlığı sen mi yaptın diye, o da öterse siki tutarsın dedim. donu hala masum ve temiz kalabilmiş köşelerinden tutmaya özen göstererek der top ettim. iyice küçülttüm. sonunda avucuma sığabilecek kadar küçüldü ve çıktım banyodan.

    tekrar tarlaya gittim ve evin yirmi metre ötesinde olan, günah işlediğim değil, başka bir çalının oraya gittim. size yemin ederim ki o donu ben çalının ta en dibine attım. gerçekten de en dibine attım ve eve döndüm. buraya kadar olan kısım bile beni yerin dibine yirmi kere sokmaya yeter fakat şeytan azapta gerek, tanrılar eğlence istiyor. bir insanın üzerine bu kadar gelinmemeli. devam ediyor kepazeliğim.

    ertesi gün babam, işte o gençlerin babaları dayıları falan topluca pikniğe gideceğiz. hep birlikte arabalara doluştuk. ben de bizim arabanın, bizim araba olmasının bana verdiği yetkiye dayanarak öne oturdum. asfalt yol yok, arazi, dolayısıyla çok ağır bir şekilde ilerlemeye başladık. birkaç saniye sonra da o kahrolası çalının oraya geldik ve babam arabayı durdurdu. babama bakıyordum. önce arabanın istop ettiğini düşündüm fakat babamın yüzünde bir şeylerden duyduğu tiksinti ifadesi vardı. neden durduğumuza şöyle açıklık getirdi:

    "bu nedir? nedir bu? bunu yapan insan mı?"

    eliyle ötedeki çalıyı işaret ediyordu. o dönemler biliyorsunuz beyaz külot diye bir şey var, pekala itiraf ediyorum, beyaz külot giyiyordum ve o en derine attığım don, çalının en tepesindeydi şimdi. bir utanç bayrağı gibi selamlıyordu arabamızı. bir anda kıpkırmızı oldum. panikledim. ölmek istedim. cehennemi arzuladım. burnumu dikenleri tellere sürtmek istedim.

    "işte," dedi babam, tekrar arabayı hareket ettirerek. "köyün en kötü yanı bu, insanlar cahil, insanlar eğitimsiz, yobaz, hayvan! şu doğaya bakıyorsun, şu güzelliğe, bir de buna bakıyorsun. allah kahretsin."

    o son oldu. bir daha köye gitmemeye ant içtim. bu utanç altı yıl sürdü neredeyse ve ancak altı yıl sonra tekrar köye gidebildim. lanet olsun sana tanrım.

    edit: imla.
1667 entry daha
hesabın var mı? giriş yap