3 entry daha
  • yurdumun güzide gazeteleri, arka sayfayı nasıl dolduracağını bilemeyen (yoksa “gayet iyi bilen” mi demeli?) editörleri sağolsun, şu kısa ömrümde aklıselim sahibi her insana hayat boyu yetecek kadar “bak şu işe, inanılır gibi değil!” temalı matrak haber okudum, bin bir çeşit tuhaflıktan, yarı kaçık, meczup, küreklerinin ikisini de suya sokamamış insandan haberdar oldum. seksen iki yaşında ilk defa baba olanlar, kırk beş yıldır tırnaklarını uzatanlar, dişiyle uçak çekenler, kurbağa doğuranlar, everest dağı’nın tepesinde ezan sesi duyup budist olan kafası karışık insanlar, aslında uzun uzadıya saymaya da gerek yok, bazısı gerçek, bazısı palavra*, kimisi gülümseten, kimisi insanın asabını bozan, sonuçta şu topraklarda yaşamış ya da yaşayan herkesin aşina olduğu saçmalıklar bunlar. lakin, eğer bir gün hürriyet’in arka sayfasına düşme talihsizliğine gark olursa manşete “havaalanında yaşayan adam” tamlamasıyla yansıyacak olan merhan nasseri’nin (tam ismiyle “merhan karimi nasseri”’nin) gönlümdeki yeri, genelkurmay başkanı’nın protokoldeki yeri kadar ayrıcalıklıdır.

    bir sonbahar/güz koleksiyonu defilesi için yolunuz paris’e düşse ve kendinizi roissy charles de gaulle havalimanı’nın 1 numaralı dış hatlar terminalinde bulsanız, etrafınızdaki yüzlerce yolcu arasında ayırt edemeyeceğiniz, havaalanının o telaşlı koşuşturmacası, velvelesinde asla gözünüze çarpmayacak bir adamdır merhan karimi nasseri (kısaca mkn. “niye mkn ki?” diye kara kara düşünenler mesaj atsın.) bavullarını rahatsız plastik koltuğunun yanı başında boy sırasına dizmiş, yorgun ve baygın bir ifadeyle uçağının kalkış saatini bekleyen, arada bir kahvesini yudumlayan, ağır ağır kitabının sayfalarını çeviren, anlaşılmaz bir anons yapıldığında hafifçe kafasını eğip kulak kabartan, anlayacağınız sıradan bir yolcu, vasıfsız bir adam intibasıdır nasseri’nin sizde uyandıracağı. fakat mkn’nin senden, benden, ve şener şen’den farkı, 26 ağustos 1988 tarihinden beri – yani yaklaşık 16 yıldır - charles de gaulle havalanında ikamet etmesi, o havaalanından dışarıya adım atmamış olmasıdır. görünüşe göre havaalanını terketmek gibi bir emeli veya niyeti de yoktur. düşünün ki 26 ağustos 1988 tarihinde turgut özal başbakan, ronald reagan çin komünist partisi lideri, ben ise daha orta 1’e başlamamış bir velet idim (şimdi 56 yaşındayım). o zamanlar sovyetler birliği ve yugoslavya gibi ülkelerden bahsediyor, michael jackson’ı sadece sesi ve de ayda koloni kurulmadıkça ne işe yarayacağını anlayamadığım “ay yürüyüşü”* ile tanıyorduk.

    nasseri’nin talihsizliklerle örülü hikayesi de her mülteci hikayesi gibi insanın içini sızlatan, kalbini ağrıtan türden. hatta film fragmanı gibi konuşmam gerekirse, “kahramanımızın peşini bir türlü bırakmayan şanssızlıkların, medeniyetin beşiği olmakla övünen avrupa’nın merhametsiz, insaniyetten nasibini almamış göçmen politikalarının öyküsüdür dinleyeceğiniz. paramparça ümitler, absürd bir bürokrasi... kendine avrupa’da bir yurt ararken zihinsel karmaşaya ve yeise sürüklenen bir adamın, eski dünya’da akrabalarını ararken şaşalı bir havaalanının dış hatlar terminalinde ona kucak açan gerçek ailesini bulan bir garip kulun başından geçenler..” neden fragman yazarı olamadığımı da biliyorsunuz artık..

    kahramanımızın macera demeye dilimin varmadığı seyahati*, 1977 yılında, eğitimini tamamlayıp vatanı iran’a kesin dönüş yapmasının hemen ardından, ingiltere’deki öğrencilik yıllarında şah rıza pehlevi karşıtı gösteri yaptığı gerekçesiyle önce mahpusa atılması, ardından da ülkesinden kovulmasıyla başliyor (hiç aklına gelir miydi acaba o sevimsiz şah’ın, 2 yıla kalmadan nasseri’nin kaderini paylaşacağı?). apar topar iran’ı terkeden ve kendisini kimliksiz ve pasaportsuz avrupa’da bulan nasseri, yıllar yılı o başkent senin, bu göçmen bürosu benim gezip, iltica için başvurduğu her ülkeden red cevabı aldıktan sonra, en nihayet 1981 yılında – evinden yurdundan kopalı dört yıl geçmiş – belçika’daki birleşmiş milletler mülteci yüksek komisyonu tarafından siyasi mülteci statüsüne layık görülüyor. elindeki mülteci belgeleriyle herhangi bir avrupa ülkesinde vatandaşlık başvurusu yapmaya hak kazanan nasseri, “babam farsi, lakin anam ingiliz, belli mi olur, belki britanya’da akrabalarımı bulurum.” diyerek, 1986 yılında (aradaki beş yıl süresince ne yaptığı, nasıl yaşadığı meçhul, fakat pek rahat bir hayat olduğunu düşünmek zor) ingiltere’ye göç etmeye, ve şansı yaver giderse ingiliz vatandaşı olmaya karar veriyor.

    ne yazık ki, şansı yaver gitmemiş acem nasseri’nin. (-miş’li geçmiş zaman’a geçmenin vaktidir artık). 1988 yılında, paris’teki bir tren istasyonunun ücra bir köşesinde, içinde fotokopilerini çektirmeyi ihmal ettiği (ah kafasız nasserim) bütün mülteci belgelerinin de bulunduğu evrak çantası çalınmış (dikkatsizlikten değil, kafasına silah dayanarak), ve nasseri dımdızlak ortada kalmış. gözünü karartıp kimliksiz ve pasaportsuz paris-londra uçağına binen nasseri (en azından uçak biletini ayrı bir yere koymayı düşünmüş, bununla teselli bulabiliriz belki), heathrow havaalanına vardığında bir an için içi ümitle dolsa da, pasaport kontrolündeki şahin gözlü ingiliz sınır polisi tarafından yakalanmış (bulamazmışız) ve de ilk uçakla paris’e – charles de gaulle havalimanına – gerisin geriye postalanmış (pasaportsuz pasaport kontrolünden geçmek epey zor olsa gerek). fransız sınır polisleri de - ingiliz meslektaşlarından geri kalmak isterler mi hiç? – nasseri’yi uçaktan iner inmez “ülkeye yasadışı giriş yaptığı” gerekçesiyle tutuklamışlar (gördüğünüz gibi “illegal entry” sadece sözlüğümüzde değil, dünyanın her yerinde büyük bir suç), fakat elinde hiçbir belgesi olmadığı için onu başka bir ülkeye gönderememişler (mesela herhangi bir ülkenin vatandaşı olsaydı, ilk – hadi bilemedin ikinci – uçakla o ülkeye gönderilirdi).

    nasseri de, kendisini böylesine kafkaesk bir durumda bulan her insanın yapacağı gibi, şartlarına elinden geldiğince uyum sağlamış ve de birinci terminal’e yerleşip, fransız avukatının hukuki sorunlarına bir çözüm getirmesini, kanuni statüsünün açıklığa kavuşacağı ve elinde evrakları, cebinde pasaportuyla londra yollarına düşebileceği günü beklemeye başlamış. olaya el koyan fransız bürokratların tüm çabalarına rağmen, 1992 yılında (isminin açıklanmasını istemeyen) bir fransız temyiz mahkemesi, nasseri’nin havaalanına mülteci olarak kanuni bir giriş* yaptığına, ve de charles de gaulle’den atılamayacağına hüküm getirmiş, fakat fransız kanunlarına göre hükümetin nasseri’ye havaalanından çıkış (yani fransa’ya giriş) izni vermek gibi bir yükümlülüğü olmadığını da eklemiş. (sormazlar mı o fransız bürokratalara, “peki ya insaniyet kanunları? ya vicdan?” diye? sosyolog ecevit’in de hep dile getirdiği gibi: “çok yazık....”)

    ne yardan geçerim ne serden misali, “ne mülteci vizesi veririz, ne de transit geçiş vizesi” diye tutturan fransız göçmen bürosu yetkililerinden bir hayır gelmeyeceğini anlayan nasseri, çalınan orijinal mülteci belgelerinin yenisini almak ümidiyle belçika’ya başvurmuş, fakat belçikalılar da memuriyeti memleketimizden öğrenmiş olacaklar ki, charles de gaulle havaalanından dışarı çıkamayan bir adama, alay edercesine, “belgeleri fransa’ya postalayamayız, bizzat gelip kendisi alması lazım.” diye cevap vermekte bir sakınca görmemişler. üstelik, inanılmaz bir şekilde, “kanunlarımıza göre siyasi mülteci olarak kabul ettiğimiz bir birey, eğer belçika’yı kendi rızasıyla terk ederse, bir daha asla belçika’ya giriş yapamaz” diyerek, sırf belgelerini almak üzere bile belçika’ya uçmasına izin vermemişler.

    yıllar yılları kovalamış, ben bir şekilde liseden çıkmışım, turgut özal mefta olmuş, ronald reagan komünistliği bırakıp kendini inşaat mühendisliğine adamış (“bu duvarı yıkmak lazım gorbaçov”), michael jackson’a neler olduğundan bahsetmek bile istemiyorum. en nihayetinde 1995 yılında belçika, bir social worker’ın gözetiminde yaşaması koşuluyla, nasseri’ye kapılarını açmayı kabul etmiş. fakat bu kadar aşağılanmaya, yıllardır belçikalılarca maymun gibi oynatılmaya, haysiyetinin defalarca çiğnenmesine göz yumamayan nasseri, 18 yıllık absürd göçmenlik macerasında o güne kadar eline geçen en iyi imkanı geri tepmek pahasına bu teklifi geri çevirmiş ve de belçika’daki görevlilere belçika’ya yerleşmeyi, hele hele gözetim altında yaşamayı, hiç düşünmediğini, sadece ingiltere’ye göç etmeyi kabul edebileceğini ifade etmiş.

    ve o günden beri de, dokuz yıldır aynı terminalde yaşamını sürdürüyor nasseri. kıyafetleri gayet temiz ve ütülü, bıyığı bakımlı, asla onaltı yıldır geceleri kırmızı plastik sandalyelere kıvrılıp uyukladığını aklınızdan geçirmeyeceğiniz bir adam. tek ceketini naylon bir kıyıf ile koruyor, bütün malvarlığı birkaç eski püskü bavul, ve de arkadaş edindiği havayolu çalışanlarınca kendisine verilmiş lufthansa kutularına sığıyor. havaalanında “alfred” takma ismiyle tanınıyor, zaten ismini de (gayriresmi olarak) ingiliz göçmen bürosundan gelen bir mektuptan esinlenerek “sir, alfred merhan”’a değiştirmiş (o virgül yazım hatası değil. daha doğrusu yazım hatası ama, benim yazım hatam değil. ingiliz göçmen bürosu böyle bir typo yapmış nasseri’ye gönderdiği mektupta, nasseri de hem sir ünvanını, hem de o yersiz virgülü ismine katmış. bu hikayenin en neşeli detayı da bu sanırım.)

    her sabah yolcular gelmeden erkekler tuvaletinde traş olabilmek ve yıkanabilmek için 5:30’da uyanan nasseri, günlerini havaalanı postacısının (“havaalanı postacısı” diye bir meslek olduğunun farkında değildim) getirdiği time ve newsweek dergilerini – ben the economist’i tavsiye ederim kendisine – ve de köşedeki kitapçıdan ödünç aldığı kitapları okuyarak geçiriyor. gece, tüm dükkanların ve restoranların kapanmasını bekledikten sonra, uçaklarda verilen türden küçük diş fırçası ve diş macunu ile (lufthansa’dan hediye) dişlerini fırçalıyor, haftada bir de giysilerini banyodaki lavaboda yıkıyor. yemeklerini ise, kısa bir süre öncesine kadar, havaalanı çalışanlarının cömertliklerine, merhametlerine sığınarak terminal 1’in muhtelif restoranlarında yiyormuş (çukur yanakları, ve çelimsiz vücudu ise havaalanı işçileri ve dış hatlar yolcularının cömertliklerinin sınırları hakkında ipucu veriyor bize.). birkaç ay önce eline yüklü bir para geçtiği için (buna birazdan değineceğim), artık yemeklerini kendi parasıyla alıyordur diye tahmin ediyorum. temiz hava almak istediğinde ise terminalin dış kapısına kadar yürüyüp, birisi yaklaştıkça açılan otomatik kapılardan içeri süzülen havayı soluyor, ciğerlerini paris havasıyla dolduruyor. bence pek de fena sayılmaz nasseri’nin günlük hayatı. onu seven, ve ellerinden geldiğince kendisine yardımcı olan bir grup arkadaşı var, bu arkadaşlarının yardımları günlük ihtiyaçlarını (yiyecek, giyecek, muhabbet, sevilme ve önemsenme duygusu) karşılamasına yetiyor. haftada bir veya iki kere havalimanının rahibi ve doktoru nasseri’yi ziyaret ediyorlar, ruhunu ve bedenini muayene edip, her türlü hastalığına müdahale ediyorlar. mkn’nin (unuttum sandınız) yılbaşında, doğumgününde ve bayramlarda benden daha çok tebrik kartı ve kutlama mesajı aldığından şüphem yok. nasseri tüm havaalanında dürüstlüğü, ve de yardım dilenmeyi katiyetle reddetmesi ile tanınıyormuş bu arada. kendisine yeni giysiler vermeye çalışan bir hostesi “teşekkür ederim, ama ben dilenci değilim” diyerek geri çevirmiş. tabii yine de mecbur kaldığında eli açık arkadaşlarının ikramlarına hayır diyemiyor.

    nasseri’nin şan ve şöhreti sözlüğümüzde* adına başlık açılmış olmasından ibaret değil elbet. kendisi son onbeş yıldır ingiltere’den finlandiya’ya sayısız haber programına konu olmuş, hatta hayat hikayesi 1993 yılında başrolünü jean rochefort’un üstlendiği “lost in transit”(orijinal adıyla “tombés du ciel”) isimli bir filmle ölümsüzleştirilmiş, 10 yıl sonra “aaa, ne hoş bir film ismi” diyen sofia coppola’nın filminin ismine ilham kaynağı olmuş. bugüne kadar merhan karimi nasseri hakkında üç belgesel, dokuz tane de video klip çekilmiş (bu sonuncusu yalan). ve tabii, bu şöhretin doruk noktası hiç şüphesiz, steven spielberg’in nasseri’nin hayat hikayesinin sinematik haklarını nasseri’ye yaklaşık ş250,000 ödeyerek satın alması, ve bu hikayeden esinlenmiş bir senaryoyu başrole tom hanks’i oturtarak filmleştirmesidir. seyretmedim, yorum yapamıyorum hakkında, ama yardımcı olayım yine de: (bkz: the terminal)

    işin belki de en acıklı, en yürek burkan yönü de şu: nasseri’nin artık havaalanında yaşaması gerekmiyor. yıllarca havaalanından çıkmak, ve bir avrupa ülkesine vatandaşlık başvurusu yapmak için savaştıktan sonra, belçika kendisine bu şansı tanıdığında, belki alışkanlık, belki korkudan, belki de hiç bilemeyeceğimiz sebeplerden, nasseri bu şansı geri çeviriyor. dahası, 17 eylül 1999 günü (sadece beş yıl önceymiş gibi hatırlıyorum o günü), nasseri’ye acıyan - veya sadece onunla uğraşmaktan bıkan - fransız göçmen bürosu, eline bir fransa’da oturma izni, bir de “uluslararası dolaşım izni” tutuşturuyor. bu belgelerle nasseri havaalanından çıkmakta, ister fransa’ya, isterse de onu kabul edecek başka bir ülkeye yerleşmekte serbest. lakin sevgili nasseri, belgelerin “vatandaşlık” bölümünde ingiliz değil “iran vatandaşı” yazmasını mazeret göstererek, bu belgeleri imzalamayı reddediyor. zaten son birkaç yılda nasseri özgeçmişi hakkındaki hikayeleri iyice değiştirmeye başlamış, bir anlamda ikinci ülkesi olan charles de gaulle havaalanında kendisine yeni bir kimlik edinmiş, ailevi detaylarını da doğum şartları değil, bizzat kendisi belirlemeyi secmiş. mesela artık farsi olduğunu kabul etmiyor, tahran’daki çocukluğu hakkında konuşmayı reddediyor. annesinin, keyfine göre bazen isveçli, bazen ingiliz olduğunu iddia ediyor. kendisiyle röportaj yapmaya gelen iranlı gazetecilere farsça konuşmadığını söylüyor, onları anlamamazlıktan geliyor. yaklaşık 20 yıldır nasseri’nin davasıyla uğraşan meşhur fransız insan hakları avukatı christian bourget dahi, nasseri’nin akıbeti sorulduğunda “tahminim, ölene dek bu terminalde kalacağıdır” diyor. sevgili nasseri’nin evi artık bu terminal olmuş, açık adresi “merhan karimi nasseri, charles de gaulle havalimanı, terminal 1, paris, fransa” (fransızca yazın tabii.) eski hayatındaki arkadaşları ve akrabaları kendisinden ümidi kesmişler haliyle, artık kendisi aramıyor ve sormuyorlar.

    turgut özal hala mefta, ronald reagan onun yanına göçtü, hala michael jackson’ın icraatlerinden bahsetmek istemiyorum, ve artık kimse merhan nasseri’nin, tanrı’nın bu garip kulunun, havaalanını terkedeceğini, bizim “normal” diyeceğimiz bir hayata döneceğini düşünmüyor.

    neden dönsün ki sahi?
14 entry daha
hesabın var mı? giriş yap