5074 entry daha
  • bir insanın öldüğünü ne zaman anlarsınız, biliyor musunuz?

    hayır, o kadar da karmaşık bir şey değil. yani en azından düşündüğünüz kadar dolambaçlı bir cevabı yok bu sorunun. sanırım. gömüldüğünde, üzerine kat kat toprak çıkıldığında, seslendiğiniz zaman size cevap vermediğini fark ettiğinizde, artık olmadığı kafanıza sertçe çakıldığında veya bunu gibi şeylerde değil; selası verildiğinde hissedersiniz iliklerinize kadar.

    zira selanın tuhaf bir hissiyat oluşturduğu aşikar olmakla beraber, bir selanın sizden bir şeyler götürmesi için ille de müslüman olmanıza gerek yoktur. bir agnostik, bir pastafaryan veya çok daha farklı dinlerden birine mensup olsanız bile, selanın o makamı sizi etkiler; bir kişinin artık uyanmamak üzere uyumaya doğru yola koyulduğunu iliklerinize kadar hissedersiniz.

    "cemaatimizden bilmem kim vefat etmiştir." cümlesini duyduğum seferlerden bir tanesinde halamın, diğerinde de babamın artık bizden sıkıldığını ve farklı bir hayat tercih ettiğini geç de olsa idrak ettim. hâliyle, öldüklerini fark ettiğim an da buna tekabül ediyor.

    öğretmenlik yetkim olmadığı hâlde öğretmenlik yaptığım kursta, eleman yetersizliğinden dolayı öğretmenlik bile yapmadığım sıradan bir günde; hayatımda eksik olan şeylerden birini yaparak zaman öldürüyordum: çağrı merkezi çalışanlığı! çünkü en ivedisinden nakit lazımdı ve eve uğramama isteğim, telefon başında geçirdiğim dakikaların yegâne bahanesiydi.

    plan gayet basitti aslında: herhangi bir okuldan makûl bir fiyata tedarik edilmiş veli telefonlarını sıradan arayarak çalıştığın kurumu tanıt, müsait olmalarını dileyerek bilgi vermek istediğini söyle, evet derlerse ezberlediğin metni oku, hayır derlerse teşekkür ederek sıradaki numaraya atla... bütün bu cümlelerin tek bir gizli öznesi vardı, takdir edersiniz ki, canlı bir ses tonu. bu ses tonu önemliydi, küfür yesem dahi herhangi bir karşılık vermemem ve canlılığın ipini bırakmamam gerekiyordu.

    buna rağmen arama kayıtlarındaki ses tonum, muhtemelen ses iletme konusunda isteksiz davranan telefonun da etkisiyle olsa gerek, bir hayli dalgalı olacaktı. zira buna ilave olarak geçtiğimiz aydan kalan bir ödemem mevcuttu ve ben bunu patrona henüz söyleyememiştim; doğal olarak yaklaşan sınav ücretleri, alınması gereken kitaplar, açıköğretim harcım, kedinin bütün masraflarının üst üste gelmesi, her zamankinden de kötü etkilemişti. hayır, patrona avans istediğimi söyleyebilirdim fakat karşısındayken ilgili kelimeler cümle düzenine ulaşamıyordu; bunda, birkaç ay önce beraber nişanına gittiğimiz kişinin boyundan büyük masraflara imza atması nedeniyle çekinmem de önemli bir yer kaplıyordu. neden sonuç ilişkisi çerçevesinde oldukça muhtemel olansa, bütün bu ve ilave masraflar için ufak ufak kenara attığım vosvos parasının harcanmasıydı muhtemelen.

    yani özetle, ses tonumun dalgalanma sebebi, vosvosun dördüncü kez elimden kayıp gitmesiymiş; çok sonraları anladım.

    benden önce kaç elden geçtiğini bilmediğim telefonun tuşlarına sertçe basarak kağıttaki numaralardan birini ilettim ekrana. üst üste üç kullanılmayan numaradan sonra canlı birine ulaşma isteğim, bir kez de olsa, işten sıkıldığımı gölgede bırakmayı başarmıştı. onlarca dakikanın tanımlı olduğu şirket hattının bana verdiği yetkiye dayanarak sıradaki potansiyel müşteriye doğru sesimi yönelttim.

    'neşe bilmem ne' diyordu, gün içerisinde defalarca küfür yememe sebep olan ve eski ders programlarından birini arka yüzünde taşıyan kağıt. sesimi ona göre hazırlamamı söyleyip canlı yayına çıkacakmış gibi geriye saymaya başladı. boğazımı temizledim.

    pekâlâ, buna alışık değildim. benim çocuklardan hazzetmiyor olmamdan daha da ileri bir mesele varsa, direkt bebekleri ve ağlamalarını sevmiyor oluşumdur; boş zamanlarında trikotajla ilgilenen kaderin ördüğü ağlar neticesinde aylar boyu çocuklarla, şimdi de olduğu üzere ağlayan bir bebekle muhatap oluyordum.

    ağlayan bebek, bana bir şeyler söyledi. yani, ağlıyor olması konuşmadığı anlamına gelmemeliydi, bebekçeyi unutmuş olmamdan dolayı üzüldüm. bildiğim ve en azından birkaç ülkece kabul görmüş dillerden birini kullanarak "alo!" kelimesini tercih ettim.

    birkaç saniyelik bir beklemeden sonra, bebeğin babası olduğunu düşündüğüm bir adam cevapladı beni. haklı olduğumu, konuşmanın gidişatı gösterecekti. tam bir babaydı adam, buna ne şüphe!

    "buyrun?" dedi, bıkkın ama benden kaynaklanmayan bıkkınlığa ait bir tonlama ile.
    "merhabalar efendim, neşe hanım ile görüşmek istemiştim." dedim muhteşem canlı bir sesle. sesimin yüksekliği, bebeği, onu kendime rakip olarak seçtiğimi düşündürecek olmalı ki vites artırdı.
    "kim arıyordu, ben eşiyim." dedi bıkkınlığı devam eden adam, bıkkınlığa ara vermeden.
    "efendim ben sizi şu şu kurstan arıyorum. okulların açılması ile bizim de yeni dönem kayıtlarımız başladı. müsaitseniz ve dilerseniz eğitimimiz hakkında bilgi vermek isterim." dedim, basmakalıp cümleler ile.

    bebek susmuştu cümlem biterken. bunu da cümlem biterken fark ettim. tuhaftı çünkü, bir anda olmuştu. bir şeyler mi sezmişti diye düşünürken, cümleme bir yanıt bağlanarak mantıklı bir metin hâline gelmesi yolunda bir adım atıldı.

    "hocam," diye söze girdi adam, "bizim çocuk çok ufak yalnız."
    "efendim ben kızınız rabia için aramıştım." dedim, hayatımda kurduğum en dikkatsiz cümle ile.
    "hocam," hitabını tekrarladı baba, "rabia geçen sene vefat etti ya. iki bin on beşin mayıs ayında."

    tecrübe ettiğim çok şey vardı hayatımda. mevcut duyguları, daha doğrusu insanlık tarihinde adı konulmuş duyguları ekseriyetle tecrübe ettim ve hepsine dair mantıklı açıklamalar yapabileceğim gibi hepsiyle alakalı mantıklı cümleler kurabilirdim. fakat bu, ziyadesiyle farklıydı.

    acısını kanıksamış insanların sesleri daha güçlü olur, içlerinde soğuttukları acıdan sebeple. eğer bir şeylerin gidebildiğini fark edip acıya alışmışlarsa, o güçlü ses tonu onlara hatıra kalır gidenlerden ve gidenlerin acısından.

    hızlı düşünmeye çalıştım. "özür dilerim. başınız sağ olsun." cümlelerinden farklı bir şey söylemem, acısını anladığımı ifade etmem ve gerçekten üzüldüğümü ifade etmem gerekiyordu. basitti, çünkü kelimeler bunun için değil miydi zaten? göğsüme oturan öküzden birkaç saniye izin istedim. anlayışla karşıladı. burnumu çekerek o anda kullanabileceğim en muhteşem beş kelimeyi sıraladım ip gibi: "özür dilerim. başınız sağ olsun."

    lanet olsun!

    güçlü ses tonu değişmemişti. baba, anlamış beni. nereden mi anladım? tabii ki o güçlü ses tonundan.

    "sağ ol hocam," dedi hiç titremeyen bir sesle, "keşke sağ olsaydı da gönderseydik."

    telefonu nasıl kapattığım, kapattıktan sonra yerimden nasıl kalktığım, sonraki numaraya nasıl geçtiğim, bebeğin ağlamaya devam edip etmediği; benim için hâlâ muamma. tek bir şeyden eminim ama.

    ben o gün, rabia'nın selasını duyduğuma eminim.
6089 entry daha
hesabın var mı? giriş yap