• evdeki, hayattaki ilk öğretmenim; ablam. ortaokul sıkıcılığında elime klasikleri tutuşturan, daime güven veren, seven, koruyan... ve iyi hissettiren. daim olsun.

    kendisi öğretmeni gülten dedeoğlunu anlatıyor buraya bir kısmını alabildiğim yazısında:

    "1983 yılında kaybettiğimiz güzel öğretmenim gülten kaplan dedeoğlu’na ithaf edilmiştir.

    “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
    hiçbir yere gitmiyor"
    ...

    derken üçüncü sınıfa gelinmişti. geçen yıl olduğu gibi yine öğretmen küçük kızı yanına çağırmış, sevgi ve ilgi gösterisi eşliğinde yine sucuk, samsa, pekmez muhabbeti yapmıştı. küçük kız içerisinde sevgi barındırmayan bu yavan ilgiden rahatsız olmuştu bu kez. dahası öğretmeninden bu iki durum dışında hiç ilgi ve sevgi görmediğini fark etmişti.

    bir gün banka müdürünün kızı olan arkadaşı öğretmene “elektrikler kesildiği için ödevini tamamlayamadığını” söylüyordu. öğretmen “tamam kızım, peki yavrum, sonra tamamlarsın…” diye teskin ederken onu, küçük kızın beyninde şimşekler çakıyordu; aynı sebeple kendi de ödevini yarım yapmıştı da öğretmen daha sözünü bitirmeden bahaneyle, yalancılıkla suçlayıp “tembel” diyerek, üstüne iki de tokat indirmişti.

    meşhur bir toptancının kızı olan öğrencisine burnu aktığında “vah yavrum hasta mı oldun? geçmiş olsun!” diyen öğretmen, küçük kıza burnu aktığında “sümüklü, çıkar mendilini de sil burnunu” diyordu ve yine küçük kızın kafasında aynı şimşekler çakıyordu. oysa küçük kız birinci sınıftan bu yana dükkan’da dedesine çıraklık ederdi. karda kışta, daha tanyeri ağarmadan elinde gaz yağı bidonlarıyla petrol istasyonuna gider, saatlerce gaz kuyruğunda beklerdi. sonra yağ, şeker kuyruklarına koşardı. komşular, tanıdıklar için beklenen kuyruklar da caba. üstelik bunlardan bihaber de değildi öğretmen; aynı mahallede oturduklarından az buçuk bilirdi durumunu. sık sık üşüten oydu; dükkan aşırı sıcak, dışarısı aşırı soğuk olunca... kendi ise ancak o toptancının kızından istemeyi bilirdi; “evde yağ, şeker bitti, çay da azaldı, babana söyle de bizim eve göndersin…”

    sonra bir gün annesi hastayken kendi taradığı saçla okula gitmişti de “yapıklı, ne bu saçın hali? bir daha böyle gelirsen seni beliklerinden tavana asarım” demişti. annen hastaysa beliklerinden tavana asılıyordun, çalışamadan gelirsen kulaklarından tahtaya çivileniyordun… öğretmenin bu tarz davranışları, sille tokat girişmesi küçük kızda derin yaralar açıyordu. kimselerin olmadığı yerlerde kıyılara köşelere çekiliyor, duvar diplerine çömeliyor, bacaklarının arasına gömdüğü başını elleriyle siper ederek hıçkıra hıçkıra ağlıyor, “ben pis sümüklü değilim, yapıklı, pasaklı değilim, yalancı, tembel hiç değilim” diye dakikalarca haykırıyordu. sonra kendi kendine “ne kadar döversen döv, ödev mödev yapmayacağım, ders mers çalışmayacağım” diye kararlar alıyordu. nitekim dediğini de yapıyor, öğretmeni çıldırasıya dövse de gözlerinden bir damla bile yaş akıtmıyordu. hatta şimşek gibi bakışlarıyla öğretmenine “beni bu şekilde yola getiremezsin” mesajı vermeye çalışıyordu. küçük kızın eli kolu bağlanmıştı. haksız, adaletsiz, şefkatsiz, sevgisiz, menfaatçi bir insandı o. müdüre de kızıyordu; kendisini o öğretmene verdiği için. ona olan sevgisi de yok olmuştu.

    tam da “her şey bitti!” derken bu öğretmenin başka bir okula tayin olduğu haberi çıkmaz mı! sanki bir mucize olmuştu. batan okul ve okuma aşkının ufukta yeniden doğmaya başladığını hissetti küçük kız.dördüncü sınıfa yeni öğretmenin yarattığı heyecanla başladı. sessiz ve meraklı bekleyişi, kapının açılıp ta sınıfa giren genç bayanın “merhaba çocuklar! ben sizin yeni öğretmeninizim” demesiyle sona erdi. lakin küçük kız gördüğüne, duyduğuna inanamadı o an. kendisini rüyada sandı bir an. çünkü küçük kız, sınıfa gelen yeni öğretmen gibisini, haftada bir kez komşularının televizyonunda izlediği türk filmlerinde görmüştü ancak. yeni öğretmenini, hayranlıkla izlediği filiz akın’la özdeşleştirmiş, büyülenmişti adeta. genç mi genç, şık mı şık, güzel mi güzel, nazik mi nazik, sımsıcak, sevgi dolu bakışları, kadife gibi sesiyle çok etkileyiciydi. bunun bir rüya değil gerçek olduğunu anlayınca sevince gark oldu. küçük kız hayran kaldığı bu öğretmenin sevgisini kazanmak için nicedir sımsıkı kendine sardığı kollarını sıvadı. kısa zamanda da buna muvaffak olarak öğretmeninin gözüne girmeyi başardı.

    o gün okula alelacele gelmişti küçük kız. kitabın sayfalarını çevirirken öğretmeninin ellerine baktığını hissedip ellerini gizlemeye çalışırken, “öğretmenim dükkandan aceleyle çıktım da ellerim kirli kaldı” dedi.

    - dükkan mı, ne dükkanı?
    - dedemin dükkanı, kadayıf yapıyoruz öğretmenim.
    - ooo ne güzel, aferin sana, iki işi birlikte yürütüyorsun ha! bir gün kadayıfından yerim inşallah”

    küçük kız teneffüs zilinin çalmasıyla lavaboya koşmuş, ellerini sabunlarken diğer öğretmen gibi “pis-pasaklı” demeyip aksine takdir ettiği için minnet duygusuyla bir kez daha hayran kalmıştı melek yüzlü, melek sözlü öğretmenine.

    tahtaya konu anlatmaya çıktığı başka bir gün ise bazı öğrencilerin “ama o dersine sırada ve siz gelmeden çalıştı öğretmenim” demeleri üzerine “ önemli olan çalışması, bakın ne güzel öğrenmiş, hem zamanı da verimli kullanıyor, tebrik etmeli arkadaşınızı” demesi al al olan yanaklarına yelpaze tesiri yapmıştı. küçük kız bu ve buna benzer her yaşanmışlığın akabinde “allah’ım bu ne güzel insan, tanıdıkça daha çok seviyorsun” demekten kendini alamıyordu.

    bu güzel öğretmenin gösterdiği anlayış ve şefkatle yeniden kendini bulan küçük kızın başarısı beşinci sınıfa gelindiğinde iyiden iyiye artmıştı. okulu bilgi yarışmasında temsil edecek ekibe seçilmeyi de başarmıştı. eski öğretmeninin bu duruma gösterdiği şaşkınlığa, yeni öğretmeninin aynı şaşkınlıkla cevap vermesi ve bu cevabın eski öğretmen üzerinde yarattığı hezeyan, küçük kızın yüreğine bir nebze olsun su serpmişti.

    sular aktı sonra; köprünün altından uzun uzun aktı kimine göre, kimine göreyse ağırdandı her şey. iyi insanlar erken ayrılırmış hayattan, ne fena. sararmadan solan yaprak misali, gençten bir sonbaharın ilk ayında, otuz yaşamaya bir gün kala küçük kızın melek öğretmeni de biri daha kucakta, diğeri yeryüzünü henüz adımlamaya başlamış iki meleği geride bırakarak bu dünyadan ayrıldı. öyle haybeden değil sahiden bir yıldız kaydı.

    büyüdü küçük kız; hem de akrebin kıskacına yoğrulan kaderiyle büyüdü. kaderin cilvesi, tam da melek öğretmeninin fani hayattan ayrıldığı yaşta ve hiç hesapta yokken “öğretmen” olarak göreve başladı. sanırsın onca yıl solmayan bir karanfil; geçiyor elden ele. melek öğretmeninden aldığı sevgi bayrağını taşıyor şimdi ve bu bayrağı taşıyacak yeni kuşaklar yetiştirmek için çaba sarf ediyor. küçük kız o gün bu gündür -tam otuz sekiz yıldır- ne zaman eski öğretmeniyle karşılaşsa, sahip çıkmamak, “öğretmenim” dememek için hep başını önüne eğiyor ve kanayan gönül yarasından duyduğu ıstırapla yolunu değiştiriyor.

    “anılardan anılara salınan bahçe
    hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor”

    (bkz: 24 kasım 2016 öğretmenlerimizi anlatıyoruz)
hesabın var mı? giriş yap