11 entry daha
  • hayatımdaki her güzel şey gibi kıymetli yazar ile de epey geç tanıştım. bir nasipsizlik var bende ama hayırlısı... vara yoğa pazarlık edecek değiliz bu yaştan sonra.

    bu gece biraz uzun yazacağım. mustafa çiftçi'nin başlığını işgal edeceğim hatta. evvela kendisinden özür dilerim. eğer okursa bilsin ki hayatımın en enteresan günlerini kitaplarıyla birlikte geçirdim. dert adamı söyletirmiş, söylemeye geldim. içimdeki ifrazattan kurtulmak için ya 3 saat yürümem lazımdı, ya da 5 batman bulaşık yıkamam. veyahut şu saatte dipli bucaklı temizliğe girişmem gerekiyor, lakin komşulara kıyamam.
    içimi buraya dökmekten vazgeçeli çok oldu, içimi dökmekten vazgeçeli çok oldu. artık yıldızım mı sönmüş, enerjim mi düşük, karma mı, kader mi ne derseniz deyin. belki de ulan ben ne halt etmişim pişmanlığıyla kendini imha edecek bu satırları dizmekten başka çarem yok şu dakikada. üstelik sabahtan beridir mutfaktaydım, biriktirdikçe biriktirdim. beni pazar sabahı 7'de uyandıran şey ne ise ona hınçlandıkça bilendim. sabah kargalar pisliğini deşelemeden işte olacağım. anlayacağınız bu uzun girizgahı burada saçmalamaktan başka çarem olmadığını anlatmak için yazdım. ya yazacağım, ya da nâçâr zaten bölük pörçük uykularımın rüyalarında, işyerinde beynimi sülük misali emikleyen kadın elimden a4 topunu alıp kaçtı diye cıngar çıkaracağım. hülâsa eğleşmek, öğrenmek, düşünmek, düşünürken gülmek isteyenler varsın öte gitsin. bir de sizin vebalinizi alamam. ben bana yeterim. evet, sevgili mustafa çiftçi'yi kendi hikayeme işte böylece kurban seçtim.

    çocukluktan genç kızlığa yavaş yavaş adım attığımız o çağlarda, uzun ve sıcak yaz tatillerinde çok misafir ağırlardık. babamın 5 halası vardı, altın kızlar, onların kızları, gelinleri, torunları... gül zamanı aman bahçedeki gülleri bi görelim, kiraz zamanı vay efendim kiraz yemeye geleceğiz, hıdrellezde iğde ağacının salıncağında sallanalım bahaneleriyle çoluk çocuk, torun tombalak doluşurlardı bizim eve. tabii bir gün öncesinden sarmalar sarılır, börekler döşenirdi. babannem ocağa koca güveçte bir etli patlıcan vurur, kompostolar dolaba sokulurdu. ertesi gün sabah 10 buçukta ilk zil çalardı. bahçemizde bir çardak var, çardağın yanında mutfak. tam teşkilatız anlayacağınız. bir ordu misafire hazır ve nazırız. o çardakta büyükler divanda, somyada, küçükler köşe bucakta, minderde kendine yer bulurdu. evvelen bir komposto ikram edilir, uzak yoldan geldik, pek terledik, içimiz açıldı, ferahladık der bardaklar yuvarlanırdı. annem, halamlar, yengemgiller yavaştan öğle yemeği için mutfağa geçer, babannem ve halalar, gelinleri bir köşede çekiştirir, torun torba kıkırdaşırdı. koca koca sofralar kurulur, hangır şangır yemek yenir, aman pek çok yedik, pek doyduk, şükür denilerek sofralardan tekrar somyalara geçilirdi. somyaların yayları ağırlıktan gıcım gıcım gıcırdar, kadınların tiz seslerine karışır giderdi. mutfak eşrafı bulaşığı yalaşığı kaldıradursun, misafir genç kızlar elişlerini çantalarından çıkarır, birbirlerinin modellerine süzüm süzüm göz süzerlerdi. şu yumaktan şu on kulaçı bitirmeden diz değiştirmek bile yok kızlar derdi, en abla olanı. önce bitirene bir baycan sakız benden. haydi bakalım el mi yaman bey mi yaman. motifler ardı ardına dizilir, siyah yırtmaçlı etek giyenler ördüklerini gururla dizlerine sererek gerim gerim gerinirdi. azıcık titiz olanlar dantellerini bohçaya sarar da gelirdi. bizi de unutmazlar, yaş sırasına göre işler verilirdi. eline ilk kez şiş alan önce bir yaz zencir çekecek. öbür yaz havlu kenarı, daha öbür yaz belki bir vitrin takımı parçası, daha öbür yaz şömentablo vs... ikindi vakti çocuklar erik ağacına gönderilir, akşama fazla erik yemekten ishal olacak olanlar kıvrana kıvrana topladıklarını getirirdi. babannem bir güzel erikleri sular, dağıtır. bir leğen yeni koparılmış salatılığı kucağına bastırır, hem soyar, hem tuzlar, hem ikram eder, hem kendisi yerdi. günün ikindisi de böyle uğurlanır, başta boğdu yapılmış yazmalar yavaş yavaş çözülür, bileğe inmiş çoraplar dize çekilir, evimiz uzak, oğlan kız ancak toplanırız, bize müsaade der, yola düşerlerdi.

    bu rutin senelerce devam etti. biz büyüdük, misafirlerin hastalıkları, yaşlılığı, torun torbaların okulları, kızların düğünü, oğlanların askerliği derken koca koca sofralar kurulmaz, sarma harcı karılmaz oldu. erik ağacı sepet sepet erik vermez, salatalıklar büyümez oldu. dedem yataktan zor kalkar, babannem bahçeye zor çıkar oldu. hikaye kesildi, ahenk bozuldu.

    bütün bu salkım saçak misafir arasında birisi vardı ki onun anlattıklarını dinlemeyi çok severdim. hala da severim gerçi. h. abla. babamın kuzeni. 26 yaşında 3 çocukla dul kaldı. kanserden öldü kocası. kızıyla aynı yaştayız, babası öldüğünde, iki oda bir mabeyn evlerinde, kapı önünde çökmüş ağlayışı hiç gitmez gözümün önünden. ben yetim ne demek, ondan öğrendim. h. abla bir olay anlatacağı zaman hz. adem efendimiz'den başlar. bağdaş kurup, elindeki işinden gözünü ayırmadan "bak gardaşım" diye söze başladı mı sen bil ki o meselenin ezelinden ebedine künhüne vakıf olacaksın. dibine darı ekip, bağ bozumunda harmanını kaldırıp, ununu eleyip, ipe bile sereceksin. rüyalarını bile öyle şerbetli, öyle ağdalı anlatır ki, sanırsın o, h. ablanın gördüğü rüya değil de herkesin içinde geçip gittiği ama farketmediği bir hakikat. bir yer tarif eder, şehirde ring atarsın, bir mal anlatır, pazeni atlas libas sanırsın. bir pasta tarifi verir, poğaça diye başlar , elin hamurdan çıkmadan bir bakmışsın, kurabiye yapmışsın.

    o anlatmayı sever, biz onu dinlemeyi severiz. sülalede bir dedikodu varsa şahsen onun ağzından dinlemeyi yeğlerim. diğerleri yavan gelir. sözün bir lezzeti var malum, gıybet günahına gireceksem bu lezzete değsin isterim. belki de ben hikaye söylemeyi bir türlü beceremediğim için söyleyebilenleri pek çok severim.

    bu kadar uzatacağımı ben de tahmin etmiyordum, ama artık sonuna geldim. mustafa çiftçi ben gibi hikaye edip efsane söyleme beceriksizine "bak gardaşım bu iş böyle böyle olur" diyen kişidir. 3 gün içerisinde 3 kitabını bitirdim amma doyamadım. bozkırda altmışaltı, adem'in kekliği ve chopin, ah mercimeğim. türlü türlü hikayeler, geldi içimdeki sıkıntıyı deşeledi. kimyamızı bozmayan, kanımıza karışmayan hikayeyi neyleyelim? bileklerimizden yarıp, kanımızı akıtmayan türküyü niye söyleyelim? derdimize dert eklemeden nasıl yaşanır? biz ne bilelim?

    mustafa çiftçi hikayesi, çocukluğumun ikindi vakitlerinde, sinilere dökülen, yiye yiye bitirelemeyen, yeşil, sulu can eriklerine serpilen tuz. fazlası kavurucu, yokluğu yavan. uzun gün, geniş zaman, çocukluğum, heybetli dedem, birlikte diktiğimiz domates fideleri, atik babannem, elime verdiği yalancı oklava, geçmişim, gençliğim...

    içimdeki deryaya öyle bir mürekkep damladı ki... artık görmezden gelemem.
37 entry daha
hesabın var mı? giriş yap