17 entry daha
  • --- spoiler ---

    geçenlerde çevirdiğimiz bir sinema geyiği esnasında arkadaşımdan öğrendiğime göre holivut'ta şöyle bir kural varmış ki efendim, yönetmen montaj odasına sokulmazmış. niye sokulmazmış? çünkü yönetmen çektiği sahneleri pek sevdiğinden kesip atmaya kıyamazmış. bu yüzden, montajı bambaşka biri yaparmış. bu geyik ne derece doğrudur bilemem ama ben duyduğumda doğru olduğunu farzederek "ta amına koyyim böyle kuralın, başkası montajlayınca yönetmenin ne hükmü kaldı ulan!" diye holivut'a isyan etmiştim. o günden beridir de bu durum arada bir aklıma gelmekte, aklıma geldikçe ben "fesüpanallah töbe yarabbim yaresulallah" diyerek sinirlerime hakim olmaya çalışmaktaydım. ta ki dün akşam bu filmi, yani meleğin düşüşünü izleyene kadar...

    bu filme kötüdür diyemem efendim. kötüdür demek istemiyorum, iyidir demek istiyorum. neden? çünkü etkilendim. evet, baş roldeki kız çok güzel oynuyordu. evet, güzel görüntüler vardı. evet, o anlatılan yaşantılara girdim, o karakterlerin haleti ruhiyelerini yaşadım. her biri için ayrı ayrı üzüldüm. bu kadar yakın mekanlarda bu kadar uzak hayatların olabilmesinin ve alakasızca kesişebilmelerinin anlatılışından hoşlandım. hatta öyle ki finaldeki finalsizliği yönetmenin tercihi varsaymak, işlenen cinayetin genel atmosferde oluşturduğu abesliği kendi algılayışımdaki yetersizliğe yormak, aradaki zaman oyunlu kurgu atraksiyonundaki karmaşayı da affedivermek istiyorum. amaaa, ah o uzun planlar yok mu o uzun planlar.. mahvetti beni o uzun planlar...

    efendim ben yavaş seyreden filmleri en az hızlı seyreden filmleri sevdiğim kadar severim. zira yavaşlığın da oluşturduğu bir duygu vardır. yeter ki o yavaşlığın oluşturduğu o duygu bizim filmi algılayışımızı belirleyebilsin, bizim sinema salonunu algılayışımızı değil. eğer, filmdeki eleman kaza geçirmiş arabanın bagajından bavulu çıkarıp yandaki yokuşu tırmanmaktayken; ben arabanın yamulmuş yerlerini incelemiş, nasıl kaza geçirmiş olabileceği üzerine fikirler üretmiş, hatta çekim için kaza geçirmiş süsü verilmiş bir arabanın nasıl elde edilebileceğine kafa yormuş, ve bu düşüncelerin getirdiği çağrışımlar silsilesine kapılıp, küçükken babamla gittiğim bayram namazında babamın yeni aldığı elektronik saatin alarmının çalmaya başlaması ve babamın kapatmayı becerememesi ve benim kapatmam olayını düşünürken kendimi yakalayıvermişsem; ve hala filmdeki eleman o yokuşu tırmanmayı bitirmemişse; o planda sanki biraz fazlalık var demektir gibi geliyor bana...

    bu filmi izlerken hemen hemen bütün planlarda, planın ya yarısından itibaren yahut da son üçte birlik bölümünde başka şeyler düşündüm efendim. uzun plan kötü müdür? yavaş hareket eden insanlar kötü müdür? hayır, kötü değildir. hatta sırf bu yavaşlık, sükunet, sıkıntı, sabitlik duygusu üzerine bir film inşa edilebilir. ama küçük bir kuralcık var kardeşim: beni filmden koparmayın... niye ben her planın sonunu yandaki kırmızı çıkış yazısına, yahut ön koltuklara, yahut salonun çeşitli yerlerine bakarak geçiriyorum? evet, o planın sonunda kareye giren kedi çok güzeldi; ama filme katılan bir güzellikten ziyade uzun plandan sıkılan seyirciler için araya konulmuş bir kısa doğa belgeseli güzelliği arzetmekteydi. at kardeşim, gereksizse kes, at!.. bu filmi seyrederken, başından sonuna kadar, yönetmeni bir direğe bağlamak ve elimde makasla "nıha ha ha ha haaa" diye kahkahalar atarak ham filmleri makaslayıp filmi yeni baştan montajlamak istedim. bütün o planları tam başka bişey düşünmeye başladığım noktasından kesip atmak ve buna rağmen yine yavaş ve sıkıntılı bir atmosfere sahip bir film oluşturmak... evet, bunu yapmak istedim, çünkü dediğim gibi, kötü film değil. ama yazık be bilader.

    --- spoiler ---
51 entry daha
hesabın var mı? giriş yap