9 entry daha
  • wilhelm genazino'nun mutsuzluk zamanlarında mutluluk isimli romanın kahramanı felsefe doktorasını heidegger üzerine yapmış ancak sonrasında işsiz kaldığı için büyük bir çamaşırhanede şoförlük yapmaya başlayan ve sonra da orada organizasyon müdürü olarak çalışmaya devam eden bir felsefe doktorudur. kahramınını, ismini söyledim mi, gerhard warlich, ki soyadının hakikat anlamına gelen almanca wahrlich kelimesinden geldiğini düşünüyorum, tüm diğer karakterlerin soy isimlerinde de yazarın yaptığı küçük bir oyun, kendime epey benzeterek okuduğum romanının bir yerinde gerhard sosisli sandviç alacakken sandviç ekmeği kalmadığı için plastik bir tabak içinde bir dilim esmer ekmek ve haşlanmış bir sosis alır. sosisi yerken ekmeği takım elbisesinin cebine koyarak yürümeye devam eder. ekmeği cebinden çıkarıp birine verdiğini düşünerek yürür, arada sırada cebinden çıkarıp bakar, kendi kendine konuşur ve ekmeğin ona rahatlık vermeye başladığını düşünür. bir süre sonra bir zamanlar sürekli çatlamış ve kabarmış dudaklarını öptüğü ve sürekli ona küçük memelerini gösteren gençlik aşkı anette ve çocuğuyla karşılaşır. biraz konuşmadan sonra kadın gözlük camını siler, gözlüğünü takar ve ayrılmak için elini uzattığında gerhard hafif kurumuş ekmek dilimini cebinden çıkarır ve anette'nin eline tutuşturur. anette ekmeğe bakakalır. uzun zaman sonra eski sevgilinizi gördüğünüzü, biraz lafladığınızı ve giderken eline bir ekmek dilimi tutuşturduğunuzu düşünün. durun ve bu anın gerçekliğini bir düşünün. gerhard ekmek dilimiyle ne ifade etmek istediğini anlatmak ister ama ağzından tek bir sözcük çıkmaz. hıçkırmaya ve ağlamaya başlar ve bir nöbet geçirir. anette hemen yanlarındaki kafeye taşır gerhard'ı. gerhard ceplerini yoklayarak beraber yaşadığı kadının, traudel 'in telefon numaralarının yazdığı kağıdı bulup verir. traudel ismi de bence almanca evlendirmek, güvenmek, inanmak anlamına gelen trauen'den geliyor. romanın 128. sayfasında gerhard kendisini almaya gelen traudel tarafından psikiyatr kliniğine yatırılır. kahramanla niteliksel özdeşliğimi epey derinden kurduğum için devamını okuyamıyorum bir süredir. sakin bir dehşet içindeyim.

    dehşetim sakin ve devamlı bir şey. gerhard'ı ne zaman düşünsem yaşadığım bir anı hatırlıyorum, anlatacağım. gerhard'ın kendisi de bahsediyor bundan, "devamlı bir dehşete kapılma hali," "sürekli dehşet." bu süreklilik içinde artık her seferinde dehşet duygusunu yaşaman gerekmiyor, belki sonradan fark ediyorsun. kendi açıkça bahsetmese de aslında roman net bir şekilde varoluşçu olarak etiketlendirilebilecek gerhard'ın beraber yaşamak, evlilik, kadınların çocuk sahibi olma arzusu fikirleri karşısında yaşadığı dehşeti anlatıyor. gerhard kıyafetlerini yırtılana kadar giyiyor, eskimelerini seviyor ve çok az eşyası var, onları da traudel'in zoruyla aldığını öğreniyoruz zaten. kıyafetler ve eskimeleri ilgili kısımları okurken lütfen bir yandan da heidegger'in van gogh tarafından yapılmış bir çift eski köylü ayakkabısı üzerine çıkarımlarını da okuyun. traudel gerhard'ın deliliğinin başlangıcını onun balkona astığı ve eskimesini seyretmek için sürekli orada bıraktığı pantolonuna kadar götürüyor. ınsan bunu hiç garipsemediğini fark edince nasıl ki gerhard roman boyunca kendisini delilerden farklı kılacak yönlerini bularak rahatlamaya çalışıyorsa aynı şekilde gerhard'dan ayırmaya çalışıyor kendini. mesela çok kıyafetim var, çok, bir dolu! çünkü renkli ve çok kıyafeti normalleşmek, sıradanlaşmak, kamufle olmak için kullanıyorum. hiçbir etek kalçalarımı güzel gösteriyor diye, hiç bir gömlek rengi bana yakışıyor diye satın alınmadı. sıradan bir etek ve gömlek içindeki saçları iyi kesilmiş ve taranmış birinin ruhuyla kimse ilgilenmez, herkes gibi olursunuz, karışıp gidersiniz. bu yüzden alındı. sıradanın nasıl sıradan olduğunu keşfetmem ve stratejik bir ilke yapmam 7 yıl önceye denk geliyor. biliyorsunuz insanlar ikiye ayrılıyor: farklı olduğunu göstermek için giyinenler ve aynı olmak için giyinenler. ikinci gruptayım. sıradanlığa sıkı sıkı tutunmak istiyorum. bakışın bana değip hızlıca başkasına kaymasını istiyorum. başka? ilkelerimin bazılarının stratejik olduğunu fark edip, deliliğimi keşfedecek bir traudel'im yok, yalnız yaşıyorum. ama biriyle birlikte yaşamak istiyorum. istiyor muyum?

    o aslında biriyle birlikte yaşamak istiyorum değil. tam hali: beraber yaşamak istediğim biri var. istek nasıl form değiştirdi değil mi? herhangi biri değil, tek biri. isteğim bir sır. bunu yazdığım anda bir sır olmaktan çıkıyormuş gibi, oysa anonim biri bir sırrını yazsa, bu o sırrı sır olmaktan çıkarır mı? sahibi olmayan sır olur mu? sabahlara dair çok çok basit bir rutinim var. kare tost ekmeğinden yapılmış kaşarlı bir tost ve uzun ince çubuklar halinde kesilmiş salatalıklar. böyle hani kokteyllerde sosa batırıp yemek için uzun uzun kesilmiş ve bardağa doldurulan salatalıklar gibi. çoğu sabah büyükçe düz beyaz bir porselen tabağa tostu ve salatalıkları koyar, elimde tabak salonun penceresini açar ve üçlü koltuğun hep aynı yerine, en soluna, hep aynı şekilde oturur, bacak bacak üstüne atar, tabağı kucağıma koyarım. koltuğa sessizce ilişiyorum, koltuğun bittiği yere sıkışıyormuşum da gibi, aslında koltuktan daha çok var, koltuk büyük, koltuk devam ediyor. onun başka kısımları ilgimi çekmiyor. maddenin hep belirli ve tanıdık bir kısmına sıkışmaya çalışıyorum. hayatım boyunca hep bunu yaptım. içeride kahve olana kadar orada sessizce ve yavaşça oturuyorum ve tostu ve salatalıkları yiyorum. ellerimle. nadir huzurlu anlardan biridir. peki evde biri daha olsa? son zamanlarda ne zaman tostu yemek için otursam aklımdan sürekli bu soru geçiyor. birini, onu, evin için koymak istiyorum, oralarda, buralarda olsun istiyorum. istiyor muyum? aynı zamanda bundan çok korkmuyor muyum? romanda yenecek şeylerin tarif edildiği kısımlara, bunların insan ilişkilerindeki yeri ve de duyguların ifade edilmesiyle ilgili ilişkisine dikkat edin. birinin araba üzerine yarım ısırılmış bir kek bıraktığı anla başlıyor. tokalaşmak için uzatılan ele tutuşturulan da bir ekmek dilimi, bunu unutmayın.

    evde biri daha olsa uzun uzun çubuk kesilmiş salatalıklarıma ne olacak? koltukta oturabilecek miyim onları yerken, yüzüme yine pencereden gelen hafif rüzgar çarpacak mı? garip bulunmadan yere bakabilecek miyim sürekli? ya da ne düşünüyorsun denildiğinde alık alık "hiç. rüzgar geliyor yüzüme onu hissediyorum, hoşuma gidiyor" diyebilecek miyim? "beraber yaşamak" ın anlamını oluşturan ilk şey beraber uyanmaksa, ikinci şey beraber yemek yemek. evde yaptığınız her şeyi başka birinin varlığında yapıyorsunuz ama o anneniz değil de, bir yabancı. öyle mi? gerhard memelerden bahsederken annesininkilerden de bahsediyor, ona nasıl güven verdiklerinden. isteyen freud'u çağırabilir, freud gelirse ben giderim! açık konuşayım, evin ne olduğunu tam olarak bildiğimden emin değilim, ancak pratik hayatta yaşamsal şeylerin yapıldığı bir yer. uyumak, yemek yemek, temizlenmek, sevişmek. çoklu bir kahvaltı, yani iki kişilik kahvaltı, yani beraber işteş kahvaltı masada olur, koltukta olmaz. çatallar, bıçaklar olur, ellerimizle yemeyiz. çay demlemeler, omletler, reçeller, fındıklar, yağlar, ballar, zeytinler, ne bileyim, çörekler falan olur. salatalıklar böyle kesilmez. traudel mesela iki kişilik yemekler, salatalar yapıyor, karşılıklı oturulan, şarapla yenen. traudel çocuk sahibi olmak istiyor. ben sahiden onunla yaşamak istiyor muyum? o benimle yaşamak isteyecek mi? o istediğinde ben isteyecek miyim? ben çocuk istiyor muyum? bir çocuk istemek ne demek? bir kadın bir çocuk isterken aslında ne istiyor? çocuğu istemediği kesin çünkü daha çocuk yok. ben bir salatalığın belirli bir formuna neden böylesine bağlanıyorum, böylesine sadık kalmaya çalışıyorum? siz de yavaşça dehşete kapılmıyor musunuz?

    an demiştim, anlatıyorum. motor sürüşümü iyileştirmek için tuhaf tuhaf yolculuklar yapıyorum. çoğu zaman bir şeyleri iyileştirmek için onunla alakası olmayan başka bir sürü saçma sapan şey yapmamız gerekiyor. bir şeyi başardığımızda yabancılığı ondan. bu yolculukların birinin sonunda, daha gerhard'dan haberim yokken, metruk bir kafede mola vermem gerekti. 120 kiloluk motorla başa çıkmak kolay değil, acıkıyorum. kafe bomboş, insan olmadığından da sanırım yemek için pek bir şey de yok; birkaç açma, börek, simit. "başka bir şeyiniz var mı?" diyorum. "tost yapayım" diyor. oooo linus yaşadın, tost! çayımı alıp dışarıya çıkıyorum, beklemeye başlıyorum. bir tost yapımı için beklenecek süreyi epey geçiyor süre. bir tostun başına nasıl bir macera gelebilir ki? hatta içimden herhalde yaktı tostu diyorum, yeni bir tane hazırlıyor, baksana adama da güvenmemişim! adam en sonunda elinde porselen düz beyaz bir tabakla geliyor. tabağı önüme koyduğunda bakışlarımı uzun süre tabaktan çekemiyorum. başımı kaldırıp adama bakamıyorum. ellerimi oturduğum yerde dizlerimin arasına sıkıştırıyorum, ağlamamaya çalışırken hep böyle yapıyorum çünkü. dudağımı ısırıyorum. bedenimi zapt etmeye çalışıyorum. göz yaşının bedenden geldiğini sanmak ne büyük bir yanılgı! adam yanımda durmaya devam ediyor: "pek bir şey yoktu. salatalık vardı. ben de şekilli yapayım dedim. çubuk çubuk kestim, yanına koydum. afiyet olsun." adamın bakışları karşısında daha fazla dayanamayıp koyveriyorum kendimi. öyle bir ağlıyorum ki, öyle çaresizce ve öyle saçma ki, durduramıyorum. adama verebileceğim üzerinde telefon numaralarının olduğu bir kağıt yoktu. iyi ki de yoktu. adamın getirdiği suyu içtim ve kendim kendimi susturdum. hayır, her şey bitti, çok mutsuzum ama mutlu da gibiyim, neler oluyor? romana geri dönüp bitirebilirsem, bir cevap bulabilecek miyim? gerhard felaketleri asla kavramadığımızı ve asla kavrayamayacağımızı yalnızca seyrettiğimizi söylüyor. diyeceğim o ki bir tabak tost ve salatalık karşısında hıçkırarak ağlamaya başlayan birini asla kavrayamayacaksınız. sadece seyrettiniz. o kadar.
53 entry daha
hesabın var mı? giriş yap