16 entry daha
  • 1950’lerdeyiz. savaş sonrası dönemde japonya yeniden yapılanmaya geçmiş, batı yanlısı yoshida başbakan olmuş, amerika’da ise 2. dünya savaşı’nda önemli figürlerinden eisenhower başkan olmuştur. hindistan’da ise sosyalist nehru baştadır. eisenhower amerika’yı hristiyan, beyaz, banliyölerde yaşayan, orta sınıf ailelerin oluşturduğu bir toplum olarak hayal eder. hindistan ise kast karşıtı ve ateist parti programlarına karşın dindar ve sosyal olarak eşit olmayan bir toplumdur.

    2. dünya savaşıyla yıkılmış japonya’nın ekonomisi ise patlama yapmıştır ve tüketimci bir politika izlenmektedir. bu dönemin japon sineması ise 1939’daki amerikan sineması kadar etkileyicidir. mizoguchi’nin ugetsu monogatari, kinugasa’nın jigokuman ve ozu’nun tokto monogatari’si bu yönetmenleri en iyi performanslarını gösterdikleri filmleridir. ugetsu, rashomon’un venedik film festivali’nde gösterdiği başarıyı tekrarlar. zengin olmaya hayalinde olan bir çömlekçinin anlatıldığı 16. yy. masalıdır. ozu ise daha önce bahsettiğim mano no aware temalı, 1930’lardaki klasist stilini daha da iyileştirerek tokyo monogatari’yi çeker. bir aile ve çocuklarının ilişkisini anlatan film, ı was born, but… filmindeki kameranın alçakta olması gibi teknik detayları aynen içerir ancak daha az komedi içerir. ozu’nun klasizmi daha kasvetli bir al almıştır.

    japon ve amerikan sineması arasındaki farklılık ise hiçbir şekilde teknik detaylardan kaynaklanmaz. 1950’ler sineması tamamiyle döneminin politik ve toplumsal değişikliklerine reaksiyon vermektedir. ozu ve mizoguchi savaşın ve yoshida’nın modernizasyon kampanyalarının etkilerini gösterirken, amerikan sineması ise eisenhower döneminin izlerini taşır. çoğu amerikan filmi konvansiyonel, tüketimci, iyimser amerikan yaşantısının yansıtılmasından memnundur. ancak soğuk savaşın etkileri de yadsınamaz. 1940’lardaki yeni şemalar, anlatım ve çekim teknikleri devam eder ve sahneler daha dramatik olarak daha çetrefilli, ışıklandırma daha doğal olup, başarıya giden tek yok mutlu sonlar olmayacaktır. eisenhower dönemini yansıtırken filmlerinin psikolojik ve sosyal olarak da dürüst olmasına çalışırlar. o dönemde elia kazan new york’ta actor’s studio’yu kurar, tiyatrocu stanislavski’nin karakterlerini gizleyip rolle bütünleştiği rol yapma tekniği (metod oyunculuğu) ve freud’un psikanalizminin esas alındığı bir kuruluş. kazan, metod oyunculuk teorilerini romantik realizmle yaratılan hollywood’un insana idealize ve duygusal bakışını yıkmak için kullanır ve brando, montgomery cliff, karl malden gibi oyuncular batı sinemasına en etki etmiş kişilerden olurlar.

    çoğu film sinema tarihçisi 1950’lerdeki en ilginç yönetmenlerin psikolojik ve sosyal soru işaretlerini filmlerine yedirebilen yönetmenler olduklarını söyler. bunlardan özellik üç tanesi karakterlerinin öfke ve histeriye yakın ana akım eğlence anlayışı ile gizleyerek sunmuştur. vincente minelli, freud ve sürrealizm ile ilgilenen, avrupa sinemasından etkilenmiş bir yönetmendir ve bir akıl hastasinde hastalar ve çalışanları hikayesini anlattığı filmi the cobweb de bu entelektüel kaygıları ile çekilmiştir. widescreen teknolojisi ve çekimlerindeki görsel bağlantılarla karakterlerin mental durumlarını sergilemeye çalışır. sorunlu, biseksüel, sosyal olarak bilinçli nicolas ray ise bunu daha ileri götürür ve johnny guitar’da bankerlere ve hukukçulara karşı koymaya çalışan bir kadın karakterin hikayesi anlatılır. bu maskülenleşme cinsel kimlikte bir akışkanlık hissi yaratır. ana akım sinemaya amerika’nın endişelerini yedirmede bir diğer başarılı yönetmen ise douglas sirk’tür. orta sınıf amerika’nın gizledikleri cinselliği anlatan melodramlar yapar. en etkili filmi all that heaven allow bahçıvanı ile ilişki yaşamaya başlayınca komşuları tarafından reddedilen dul hakkındadır. eisenhower döneminin orta sınıfının gösterişli detaylarını başarılı bir şekilde kullanmıştır filmde.

    hindistan’da ise hala müzikaller popülerdir ancak melodram amerika’da oluğundan bile önemlidir. hindistan sinemasının 1930’lar ve 1964’teki ölümüne kadarki efsane karakteri mehboob’tur. ilk filmleri sosyal içerikliler olsa da 1950’lerde tutkulu hikayelerini, muhteşem görsellikle süslemiş, amerikan sineması trendlerini kullanmıştır. dünya sinema tarihinde hindistan’ın gone with the wind’i olarak geçecek bharat ındia filmi bu gelişmenin doruk noktasıdır. toplumun doğası ve sosyal değişiklikleri gösterirken bir kadının çektiği çilelere yoğunlaşır. filmin adı sadece bir bireyi değil, mücadele veren hindistan’ın temsilcisidir. film amerikan sinemasından daha mistik ve yapmacıktır ancak modernite ve işçi sınıfı temaları alttan işlenen temalardır. şehitlik, stoacılık ve kabullenme gibi temalar işler ve etkilendiği douglas sirk’ten burada ayrılır mehboob. all that heaven allows’tan daha muhafazakardır. o dönemki bir diğer önemli yönetmen ise satyajit ray’dir. rashamon’un japon sineması için yaptığını o hindistan sineması için yapar pather panchali filmiyle. film hindistan sinemasının kaderciliğini, dinini ve müzikalliğini atmış, yeni gerçekçilikten etkilenmiş, daha batılı bir tarzdadır. başarısından sonra hollywood’a gider ve kazan ve wilder gibi yönetmenlerle çalışır ancak her giden gibi hayal kırıklığına uğrayacaktır. wilder kendisine ; “zannediyorum sen de bir sanatçısın, ancak ben değilim. sadece ticari olarak ilgileniyorum ve bu hoşuma gidiyor.” der. ray ise daha sonra bu yoruma “amerikan sinemasında şair yok.” diyecektir. hindistan sineması o dönemde oldukça etkileyicidir ancak bunu tamamen anlamak için o dönemin dünyasınn politik durumunu da anlamak gerekir. 29 asya ve afrika ülkesi endonezya’nın bandung şehrine toplanırlar (bandung konferansı). bu toplantının amacı hindistan, çin, japonya ve mısır gibi ülkeler arasında ekonomik ve kültürel bağlantılar kurmaktır. ne kuzey amerika ve avrupa’nın kapitalist ülkelerine ne de sovyetler ve doğu bloku’nun komünist ülkelerine bağlı olmadıklarından daha sonra üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılacaktırlar. ülke sinemaları da kendi bağlı bulundukları grubun standartlarını takip etmektedir. birinci dünya ülkeleri romantik realizmi, ikinci dünya ülkeleri sovyet realizmini kullanırken, üçüncü dünya ülkeleri bu ikisinin karışımını kullanmayı amaçlar. bandung konferansı’ndan sonra dünya sinemacıları sadece ülkelerinin gelişiminine katkıda bulunmak için sinema şekillerini değiştirmeye çalışırlar. diğer blokların aksine komünist blokta ise toplum ve film yapımı hakkındaki düşünceler özgürce dile getirilemez. batı’daki çoğu kurumu geride bırakarak, lodz film okulu en az dört uluslararası tanına yönetmen çıkarır : agnes wajda, roman polanski, jerzy skolimowski ve krzystof zanussi. o dönemin en önemi doğu avrupalı yönetmeni wajda’dır, kendini sembolist olarak tanımlar. a generation isimli filminde polonyalı genç anti-nazileri gittikçe azalan idealizmlerini ve komünizmin başarısız vaatlerini anlatır. 1970’lerde the cinema of the moral unrest isimli bir akıma öncülük yapar.
24 entry daha
hesabın var mı? giriş yap