29 entry daha
  • şu ana kadar bahsedilen kısmı ikiye ayırabiliriz ; sessiz sinema ve sesli. bundan sonraki kısım da yine sinemaya sesin eklenmesi gibi önemli bir değişikliklik ; dijitalleşme. o yüzden bundan sonraki kısmı da digital sinema diye adlandırabiliriz. 1980'ler sonunda batı anaakım sinemanın ağırlıklı izleyici teenage, erkek ve mtv'ye bağlanmış insanlardı. diğer bölgelerde de küresel bir film kültürü doğmaya başlıyordu ancak multiplexler bunun hızını ve dinamizmini düşürdü. artık kimse sinemanın bir rönesans daha geçireceği gibi bir umut taşımıyordu ancak 90'lar ve milenyumla birlikte olan tam da buydu. her dönem belirli bölgeler sinemasal anlamda bir doğuş, yenilik, ilerleme yaşıyordu ancak sadece 90lar'da bütün kıtalarda büyük dönüşüm yaşandı.

    orta doğu'dan başlarsak, 60'larda parlamaya başlayan iran sineması 1940'ta doğan ancak çok uzun bir süre sadece kısa filmler çeken abbas kiarostami ile tanışıyordu. 87 yılında çektiği khane-ye doust kodjast?'taki yaklaşımı bundan sonra onun damgası olacaktı. filmlerindeki hikayeler basit, hikaye anlatımı ise sabırla, aceleye getirmeden, seyircide telaş, korku ya da heyecan yaratmadan. tüm ahlaki ve duygusal klişeler reddediliyordu. sonra zendegi va digar hich isimli filmi geldi. ondan sonra da zir-e darakhtan-e zeytun. üçüncü filmi kiarostami'nin kendine özgü son karakteristiğini getiriyordu ; hayatın bilinmez akışı ve bundan ortaya çıkan sanat yapıtının arasındaki ilişkiyi inceliyordu. filmler minimalistti ve adeta bunu göstermek için ten filmini çekti.

    kiarostami ile bağlantısından ve dönemin diğer bir önemli yönetmeni olduğundan mohsen makhmalbaf'tan da bahsedelim. kendisi islami milis örgütü üyesi ve polis bıçaklamaktan 4 yıl hapse giriyor. bu süre zarfında kendisini sosyoloji ve estetik üzerine eğittikten sonra politik aşırıcılıktan uzaklaşıyor. en önemli filmi ise nun va goldoon. filmin hikayesi ise ilginç ; yönetmen bir film için amatör oyuncu ilanı veriyor gazeteye ve seçmelere şans eseri bıçakladığı polis de geliyor. adam işten ayrılmış ve bu oyunculuk da ilginç gelmiş ona. yönetmen de çekmeyi planladığı filmi iptal ediyor ve bu bıçaklama olayını film yapmaya karar veriyor. film iki parça; polisin gözünden ve bıçaklayanın gözünden.

    avustralya ve asya bölgeleri de 70'lerden beri en olgun dönemini yaşıyor. dönemin en yenilikçi 3 avustralyalı yönetmeni jane campion, baz luhrmann ve peter jackson. campion, an angel at my table ile yeni zelanda'nın en önemli yazarı jane frame'in otobiyografisini film yapıyor -onun fakir çocukluk dönemi, dile olan ilgisi, utangaçlığı, şizofreni tanısı konması -. campion'un filmlerinin en dokunaklı yanı filmlerdeki yalnız kadınların diğerlerinin onları nasıl algıladıklarının farkında olmaları. frame'de olduğu gibi karakterler kendileri olmak ve toplumun onlardan bekledikleri arasında yaşadıkları zorlukların ağırlığıyla çebelleşiyorlar. miller nasıl avustralya erkekliğinin önemli elemanlarını tanımladıysa luhrmann da cinsiyet stereotypelarına meydan okuyordu. üç önemli filmi var o dönemde ; strictly ballroom, romeo + juliet ve moulin rouge. moulin rouge asya sinemasından nasıl etkinlendiğini gösteriyor luhrmann'ın, bollywood geleneğine uygun bir müzikal ve set ve tasarımın renk ve parıltıyı maximize etmesi. luhrmann'ın temaları multiplex temalarıydı aslında ; teenage aşkı ve isyan. ancak estetik reçetesi -opera unsurları, hong kong aksiyon filmleri, hint müzikalleri, pop videoları, 70'ler diskosu ve gay kostümleri - çeşitli ikiliklerin olmadığı (doğu batı, eşcinsel straight) bir sinemaya yol alıp temalarını radikalleştiriyordu. peter jackson'ın ilk filmi ise bad taste. daha sonra braindead ile komedi ve korkuyu düşük bütçeli filmde birleştirecekti. ama özel efektler her zaman onun tutkusu oldu. zaten daha sonra da yüzüklerin efendisini çekti.

    amerikan sineması ise 90'lardan itibaren kurumsal egemenliğe rağmen sanatsal olarak ilerleme kaydetti. the silence of the lambs, schindler's list, heat, l.a. confidential gibi tür filmleri sağlam anlatılara dönüldüğünün işaretiydi. daha da önemlisi, 80'ler öncesi humanizmine bir nostalji besleniyordu ve bu video çağının formalizmi ile birleşecekti. scorcese, tarantino ve oliver stone sinemanın geçmişine takıntılıydı ve birlikte 90'lar sinemasının postmodern akımını temsil edeceklerdi. scorcese aslında kendisini new york, new york ile bitiriyordu az kalsın ancak the raging bull ile toparladı. goodfellas'ı çekti, daha kısa sahneler barındırıyordu. filmin uyarlandığı kitabın yazarı, "bu adamlardan çok tanıyorum, çok enerjikler, metabolizma hızları çok yüksek diyordu." filmin son sahnesi 1903 klasiği the great train robbery'e direkt olarak referans veriyordu. dönemin diğer gangster filmi tarantino'dan pulp fiction, scorcese'nin postmodern deneylerini o kadar ileri götürdü ki dönemin en etkili filmlerinden biri oldu. filmin yenilikleri gombrich'in bahsettiği şema artı varyasyonun en önemli örneklerinden biri. karakterler bir ara ayak masajından konuşurken daha sonra katil karakterline geri döner. film sürekli olarak önemsiz konulardan tartışmalar ve konudan uzaklaşmalarla doludur. tarantino amerikan senaryoculuğunun yapısını ve diyalog yazımını etkilese de kameraya gelince o kadar da yenilikçi değildir. oliver stone ise görsel doku ile deneyler yapıyordu 90larda. spielberg gibi geleneksel filmciler seyirciye film izlediğinin hatırlatılmaması gerektiğini düşünürken stone bunu natural born killers ile yıktı. 90'lar postmodern sinemasında bulabileceğimiz 4. kişi ise coen kardeşler. raising arizona, miller's crossing, barton fink giib filmleri çektiler ve hollywood'da filmlerinin son kurgusunu yapma yetkisine sahip nadir yönetmenler arasına girdiler. 90'ların ikinci yarısında komik ve uyumsuz karakterlerin filmlerinin yerini, capra filmlerindeki gibi küçük adamların yaşadıkları olaylar ve onların anlamadığı toplumsal değişikler aldı. the hudsucker proxy, the big lebowski ve o brother, where art thou ? gibi filmler bu karakterlerin yer aldığı filmlerdi ; budala, oldukça aseksüel, kendi garipliğini anlamayan ve sürekli kafası karışık karakterler. the dude aslında bunların temel örneği. bunların yanında bağımsız sinema da robert redford'un kurduğu sundance film festivali ve enstitüsü ile gelişiyordu. gus van sant, mala noche ve my own private idaho, steven sodenberg kafka ve erin brockovich, jim jarmush stranger than paradise ve hal hantley the unbelieveable truth ile önemli bağımsız yönetmenler.
11 entry daha
hesabın var mı? giriş yap