• canımı sıkan ve bir hayli itici bulduğum mevzu. yok şair dediğin adam şöyle güzel adamdır, yok şair dediğin adam en naif duyguların insanıdır. e bi' siktir git dayı.

    kendini yüceltme durumu neredeyse dünyadaki her grupta var ama ortaya pek bir şey koyamamış şair müsveddeleri bile "şair adamın hali bir başka olur tabii. doğaya bakar, içinden pınarlar fışkırır. acı yaşar, kırılır, sonra bir buzağının çelimsiz bacakları gibi hissizleşir dünyaya ühü ühü..." siktir git.

    doğrusu şiirden pek anlamam. edebi anlamda yazılmış her şeye fazlasıyla değer verirken, şiir hep çok ağlak, çok yapay gelir gözüme. tabii farkındayım, şiir dediğin bir kategoride incelenemez ama gözümüze sokulan şiirlerin yarısından çoğu dediğim ağlaklığa sahip. şimdi bittabi bendeniz bu ağlaklığa prim vermeyince şair ve şiir hayranları tarafından odun, kereste vb. yakıştırmalarla itham ediliyorum. hoş mu? tabii ki değil.

    oysa " ah ah hislendim be yine. kuşlar uçuyor baksana. ah hayat!" şeklinde veryansın etsem böyle olmayacaktı biliyorum.

    sözlerimi bitirmeden önce en sevdiğim şiiri de sizlerle paylaşmam gerekiyor. ihsan yüce'nin olağanüstü şiiri. ihsan yüce herkesin simasını bildiği ama ismini pek bilmediği biri. hatta çoğu insan onun senaryo yazdığından da bihaberdir. çakma edebiyat dergilerinin kapağını süslemiyor pek. iyi ki de süslemiyor. o tüccarların ağızlarına düşmediği için mutlu bile oluyordur. gerçi o kapaklara düşen merhumlar da muhtemelen "yapacağınız işi sikeyim." diye iç geçiriyorlardır bana göre. düşünsenize, oğuz atay boy boy kapak fotoğraflarını görse ne düşünür? sağlam bir şekilde söver bence. neyse çok uzattım, en sevdiğim şiir ile istiklal marşı ve kapanış:

    ekmek şarap sen ve ben
    bir de sabahın dördü
    dışarda kar
    odamız ılık
    gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
    anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir oğlanla yattığını
    aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını

    kıskandım gogen’i tahitilim
    terlemiş vücudunu silerken
    cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
    saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
    güneşi doğurmuştu ölü cisim
    martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
    nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
    sam yelim sahra-i kebirim
    kahrettim her şeye o gün
    babanın şarap çanağına,
    gogen’e,
    kadere,
    sana,
    bana,
    bir de gittiğin arabanın tekerine

    ne diyordum arkadaş….
    diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
    ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
    daha sonra yaparım hayatın felsefesini

    sırayla olurum fatih, selim, kanuni
    bazen kadın hamamında tellak….
    bazen christoph colomb
    napolyon’ken düşünürüm elbe’de geçen günleri
    timur’ken beyazıt’ı yenişimi….
    bir kere aristo’nun hocası olmuştum
    ona verdiğim dersle gurur duymuştum
    bazen jan dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
    bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

    eğer daha da içersem
    shakespare halt etmiş derim karşımda
    salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
    işte mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
    enayiymiş be platon…
    bir içsin de görsün….ne felsefesi varmış bu hayatın
    anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

    ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
    önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
    ukalalık işte derim neme lazım senin
    kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş….
    ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
    şehrin izbe sokaklarında
    yavaş yavaş kaybolur benliğim…
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap